Dr. İbrahim KARAER

Bu yazıda, İslam’ın doğuşu, Anadolu’da yayılması, Müslümanların Bizans ile mücadelesini ele alacağız. VII. Yüzyılda başlayan ve X. Yüzyılın ortalarına kadar devam eden Arap-Bizans mücadelesi başlangıçta Arapların lehine gelişmiştir. Anadolu’nun güneyinde ve doğusunda bazı vilayetleri ele geçiren Müslümanlar, Anadolu’nun tamamına hakim olamamışlar; Bizans, X. Yüzyıl başlarından itibaren Müslümanların ele geçirdiği Anadolu’daki toprakları geri almaya başlamıştır. Anadolu’nun Müslümanlar tarafından fethi XI. yüzyıldan itibaren Türklere nasip olmuştur.   

İslam’ın Doğuşu ve Anadolu’da Yayılması

İslam, VII. Yüzyılın başlarında Medine’den süratle etrafa yayıldığı sırada Anadolu, Bizans’ın egemenlik sahasında idi. Müslümanların Bizans ile ilişkileri Hz. Muhammed’in sağlığında başladı. Hz. Muhammed, Bizans İmparatoru Heraklius’a 628 yılında İslam’a davet için bir mektup gönderdi. İmparator, Hz. Muhammed’in elçisini çok iyi karşıladı, izzet ve ikramda bulundu. Bu mektubun aslı Amman’da Kral Hüseyin Camisi Müzesinde bulunmaktadır (Uluç, 6 Ağustos 2017). 630 yılında Bizans’ın İslamiyet’i ortadan kaldırmak için Suriye’de 40.000 kişilik bir ordu topladığı duyumları alındı. Bunun üzerine İslam Peygamberi, 30.000 yaya, 10.000 atlıdan oluşan büyük bir ordu ile Bizans sınırına gitti. Hz. Muhammed, Tebük’te Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda yaptığı istişare sonucu daha ileriye gitmenin faydasız olacağı kanaatine vardı ve ordusuna dönüş emri verdi. Bu sefer esnasında Müslümanlar ile Bizans arasında herhangi bir çatışma yaşanmadı. Ancak, İslam ordusunun Bizans’a ve komşu devletlere askeri ve siyasi gücü gösterilmiş oldu.

Hz. Muhammed’in sağlığında başlayan Bizans ile ilişkiler dört halife döneminde artarak devam etti. 633 yılında İran’a tabi Hire, 635 yılında Şam, 636 yılında Lübnan ve İran’ın büyük bir kısmı fethedildi. 637’de İslam Ordusu Anadolu’ya girdi ve Maraş’ı aldı. 640 yılında İskenderiye ve Mısır ele geçirildi. 643’de Libya, 646’da Tunus, 649’da Kıbrıs Müslümanların eline geçti. İslam fütuhatı doğuda İndus nehri boylarından, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına ve kuzeyde Anadolu serhatlerinden, güneyde Hint Okyanusu sahiline kadar uzanmış; İslam’ın ilk devrinde elde edilen topraklar Emevi ve Abbasi saltanatları zamanında daha da genişlemişti. İslamiyet, Asya, Afrika ve Avrupa’nın batısında süratle yayılırken, Anadolu’da Bizans’ın şiddetli karşı koyuşu ile karşılaştı. Bizans’ın bu karşı koyuşu, İslam’ın Avrupa’da ilerleyişinin hızını kesti ve Anadolu’da yerleşmesini engelledi. Müslümanlar, 637 yılından itibaren Anadolu’ya girmeye başladılar; Toroslardan Kilikya’ya ve Yukarı Fırat’tan Malatya’ya kadar olan sınır bölgelerinde birçok kale inşa etmelerine rağmen, Anadolu’yu kesin ve kalıcı olarak ele geçiremediler. Anadolu’nun fethinde başarılı olamayan Arap orduları, Hz. Muhammedin övgüsüne mazhar olabilmek ve Bizans’a öldürücü darbeyi vurmak için başkent İstanbul’a yöneldiler. İstanbul’u denizden ve karadan birçok kez kuşattılar. Ancak bunda da başarılı olamadılar. Anadolu’nun İslamlaşması Selçuklulara, İstanbul’un fethi de Osmanlılara nasip oldu.

İstanbul, İslam orduları tarafından ilk kez Emeviler zamanında 668-669’da kuşatıldı ve bu sefere Hz. Muhammed’in bayraktarı Hz. Eyyub El-Ensari de katıldı. İslam kaynaklarına göre Ebu Eyyub muhasara esnasında, bir ok darbesiyle şehit olunca, kendi vasiyeti üzerine surlara yakın bir yerde defnedildi. Muaviye’nin hilafeti zamanında 674’de başlatılan ikinci kuşatma 7 yıl sürdü, fakat netice alınamadı. Yine Emeviler zamanında İslam orduları Mesleme bin Abdü’l Melik komutasında üç yıl süren (715-718) büyük bir İstanbul seferine girişti. Bu kuşatma, Bizanslıların “Gregeois” denilen Yunan ateşi ve henüz Şamani olan Bulgarların müdahalesi ile başarısız oldu. Fakat bu seferin önemli bir hatırası İstanbul’da Maslama (Mesleme)’ya ait bir caminin inşası oldu. Bu caminin sarayın karşısında yapıldığı hakkında Bizans ve İslam kaynakları birleşmektedir. İlk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Rumlara karşı 18 Eylül 1048’de Hasankale Zaferini kazanınca yapılan anlaşmaya göre Bizanslıları vergi vermeye mecbur etmiş ve Maslama Camisi de yeniden inşa olunup mihrabına Türk hakimiyeti sembolü olarak Tuğrul Beyin ok ve yay işaretleri konmuş; hutbe de, tekrar Abbasi Halifesi ve Selçuklu Sultanı adına okunmuştur (Turan, 1977: 42-44). Abbasiler zamanında Harun Reşid komutasındaki İslam ordusu, 781-782’de İstanbul’u yeniden kuşatmış, şiddetli çarpışmalara rağmen şehir ele geçirilememiş; İslam ordusu, Bizans’ın yıllık vergi ödemesi karşılığında geri çekilmiştir. Bu tarihten sonra İslam ordularının İstanbul seferleri durmuş, ciddi bir kuşatma olmamıştır.

Senirkent ve Çevresinde İslam’ın Yayılması

İslam’ın doğuşundan Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya gelişlerine kadar, yani VII. – XI. yüzyıllarda; Müslümanların Anadolu serüveni hakkında çok sınırlı bilgiye sahibiz. Bunda Müslümanların Anadolu’da yerleşik hale gelememelerinin büyük etkisi olduğunu düşünüyoruz. Aynı durum, bölgemiz için de geçerlidir. Senirkent ve çevresinde İslamiyet’in kaç yılında yayılıp, kök saldığına dair elimizde somut bilgiler mevcut değil. Eldeki mevcut bilgilerin büyük bir kısmı, menakıpname, destan ve rivayetlere dayanmaktadır. Mesela; Uluğbey köyünün kurucusu Hasan Gazinin, Uluborlu’nun fethinden evvel H.222 (M.837)’de şehit olup defnedildiği yerde, bir Türk köyünün mevcut olduğu ve bu köyün Müslüman olduğuna dair rivayet vardır. Yine Hazreti Ali’nin ashab-ı kiram ile birlikte Isparta ve çevresini fethettiğine dair rivayet ile Isparta merkezdeki Düldül’ün ayak izi rivayeti, Büyükkabaca’dan Tatarlı köyüne giden koru yolu üzerinde bulunan “Ali Taşı” rivayeti, Hacılar ve Ali köyleri hakkında anlatılanlar bu inanışın örnekleridir.

Isparta’nın İslamiyet ile ilk temasını, hicri yedinci yıla dayandıran bazı efsanevi rivayetler mevcuttur. Bir rivayete göre; Isparta ve çevresi o dönemde “Mauni” veya “Mauna” adı verilen Cenevizli bir topluluk tarafından idare edilmekte idi. Mauni yönetiminin halka zulmetmesi üzerine, zalim idarecilerden usanan Isparta halkı Medine’ye bir heyet göndererek, Hz. Peygamberden yardım talep etmişlerdir. Hz. Peygamberin emri ile Hz. Ali düldülüne binmiş, Isparta’ya kadar gelmiş, Dere Mahallesinden geçerken, büyükçe bir taşın üstüne basınca, düldülün ayağının izi kalmış, bundan ötürü bu taş, “Düldül Ayağı” olarak anılmıştır. Bu taş, 2000’li yıllarda çay kenarındaki kullanılmayan yoldan alınıp, Yenice Mahallesi ile Dere Mahallesi arasındaki işlek yolun üzerine konulmuştur. Uluborlu’da bulunan Ahırlı Değirmen’deki taş üzerinde ve Kapıdağı mevkiindeki Katranlık denilen mahalde; Şarkikaraağaç Zengibar köyü üzerinde bulunan ‘Yatır Kavak’ civarında; Yalvaç’ta Men tapınağının patikasında; Sücüllü kasabası ‘Küllüyatak’ mevkiinde; Eğridir, Gökçehöyük (Banus) kasabasında ve Eğirdir’in Okluca tepesinde Hz. Ali’nin Zülfikar’ının kestiği kaya ve atının ayak izine dair rivayetler bunlardan bazılarıdır (Çelikdönmez, 2011:  91-94,96-99).

Büyükkabaca’dan Tatarlı’ya giden koru yolu üzerinde “Ali Taşı” denilen büyükçe bir taş vardır. Bu taşın üzerinde iki taraflı beşer parmaklı iki el ve kol yerleri bulunmaktadır. Böcüzade Süleyman Sami; “Hazreti Ali’nin mücahidin geçişine engel olan yol üzerindeki bu taşı yoldan kenara çekiverdiği sırada mübarek ellerinin ve kollarının izinin bu taşta kaldığına” dair bir rivayetin olduğunu ve bu inanıştan dolayı o günden itibaren bu taşa “Ali Taşı” denildiğini nakletmiştir (Böcüzade, 2012: 16,73). Ali Taşı rivayetine benzer başka bir rivayete göre; Hz. Ali İslamiyet’i yaymak için sahabeleri ile birlikte Isparta’ya gelmiş; Bozdurmuş Belinden Afyon istikametine doğru yola koyulduklarında, yolu kapatan koca bir kaya kütlesini mübarek elleriyle kaldırmış, yolun kenarına bırakmış; kayanın üzerine ellerinin izi çıkmıştır (Göde, 2010: 370). Hz. Ali’nin İslamiyet’i yaymak için Isparta ve çevresine geldiğine dair birçok rivayet ve inanış olmasına rağmen, bunlar tarihi olaylarla örtüşmemektedir.

İslam’ın, Isparta ve çevresinde Battalgazi’nin gayretleriyle yayıldığına dair rivayetler de mevcuttur. Bir rivayete göre M.688/689’da Battalgazi, İstanbul’un fethine giderken, Eğirdir’e gelmiş ve Eğirdir’in giriş yolu üzerinde bulunan “Sivri” adı verilen dağın tepesindeki kaleyi kuşatarak fethetmiştir (Yiğitbaşı, 1972: 15). Nakdüdtevarih’te Battal Gazi’nin H.113 / M.732’de Isparta’ya gelerek İslamiyet’i yaydığı rivayet edilmiştir. Başka bir rivayete göre; bu savaşlar sırasında Battal Gazi, Bizans’a esir düşmüş, Uluborlu’daki Dipsiz Obrukta hapsedilmiştir (Böcüzade, 2012: 16-17). Senirkentli Niyazi Sefer’in anlattığına göre; Battal Gazi kitabında “Cehennem kuyusu” diye bahsedilen kuyu, Uluborlu’daki “Dipsiz kuyu”dur. Battal Gazi’yi bu kuyuya atarlar. Battal Gazi, kıralın kızına aşık olur, onunla evlenir. Senirkent’te Beşir Dede Türbesinde medfun zat, Battal Gazi’nin kıral kızından olma oğludur (Yıldırım, 2006: 214). Katip Çelebi, Eğirdir’de Sivrinaz adında bir dağ, bu dağın üzerinde sağlam bir kale bulunduğunu ve bu kalenin Battal Gazi tarafından fethedildiğini nakletmiştir (Katip Çelebi, 2010: 723). Battal Gazi, Emevi ordularıyla Bizans seferlerine katılmış, 740’da Afyonkarahisar yakınlarında yapılan büyük savaş sırasında şehit olmuştur. Topraklı’ya göre, Battal Gazi, 30 yılı aşkın bir süre Kemer Boğazı civarında gaza etmiş ve burada gösterdiği kahramanlıklardan dolayı iki göl arasındaki ırmağın doğusundaki ovaya Mercü Hüseyin (Ebu’l-Hüseyin), ırmağa da el-Battal nehri adı verilmiştir (Topraklı, Temmuz 2015: 42-45). Battal Gazi’nin mezarı, ‘Hüseyin Dede’ adıyla Çay-Geneli (Çayıryazı) köyünde, bir höyüğün üzerindedir  (Topraklı, Temmuz 2015: 78). Battal Gazi, Türk destanlarına kahramanlıkları ile konu olmuş mümtaz bir kişidir. Hakkında anlatılan olayların hangisinin gerçek, hangisinin söylenti olduğu birbirine karışmıştır.

Müslümanların İstanbul seferleri esnasında yol güzergahındaki Isparta, Eğirdir, Uluborlu ve Yalvaç civarında çetin savaşlar olmuştur. Muaviye, 646 yılında Tarsus’tan itibaren Pozantı, Ulukışla ve Kemer Boğazı üzerinden gelerek Uluborlu’yu kuşatmış; 652’de Kıral Yolunu takiple Uluborlu önlerine, oradan da, Bozdurmuşbeli üzerinden Eskişehir’e gelmiştir. Muaviye’nin Marmara Denizine kadar geldiği de rivayet edilir (Topraklı, 2019: 676). Muaviye’nin halifeliği sırasında Halid Bin Velid’in oğlu Abdurrahman komutasındaki İslam ordusu 665 yılında Yalvaç’ı; fethetti (Kasalak, 1992: 450-451). Zenon’un saltanatı zamanında Amorion (Uluborlu) tahkim edildi. Arap savaşlarına tesadüf eden kısmı maceralarla doludur. Amorion (Uluborlu), 666’da Yezid tarafından zapt edildi, ancak aynı sene Andreas tarafından geri alındı (Topraklı, 2013: 157). Sahabe Fedale b. Ubeyd el-Ensari, 669’da Muaviye’nin emriyle Ermeniyye Valisi Sapor’a yardım için Kıral Yolunu takiple Kötürnek köyüne (Hadrianopolis) kadar geldi. Sapor’un Hadrianopolis’i aldıktan sonra atından düşerek öldüğünü Muaviye’ye bildirdi. Kışı Kötürnek (Carabba) ve Afşar (Kyzikos) civarında geçiren Fedale, Muaviye’nin emriyle Kemer Boğazı, Bozdurmuşbeli üzerinden Gemlik veya Yalova’ya geldi. Oradan da, deniz yoluyla gelen İslam ordusuyla İstanbul kuşatmasına katıldı. Fedale, dönüş yolunda Uluborlu’yu fethetti. Bu, Uluborlu’nun Müslümanlar tarafından ilk fethedilişidir. 697’de Yalvaç ve Eğirdir arası (Heksapolis) Araplar tarafından yağma edildi. Mesleme b. Abdülmelik, 708’de Uluborlu önlerinde bir Roma ordusunu mağlup etti. Abbas b. Velid b. Abdülmelik, 713’de Yalvaç (Küçük Antakya)’ı fethetti. Mesleme b. Abdülmelik, 717’de Kıral Yolundan yürüdü ve Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’u kuşattı. Bu sefere Battal Gazi de katıldı (Topraklı, 2019: 677).

Abbasiler devrinde 771’de Abbasi uç birlikleri Isparta’yı ele geçirdiler, ancak 774 yılında Isparta yakınında bulunan Lagus köyü civarında Harun Reşid orduları ile Bizans ordusu karşılaştı, bu savaşta İslam ordusu yenilerek geri çekildi (Geçmişten Günümüze, 2009: 66). Halife Mehdi zamanında, Hasan b. Kahtaba, 779 yılında Kıral Yolundan gelerek Uluborlu’yu kuşattı. Harun Reşid, 797’de aynı yoldan gelerek Uluborlu’yu kuşattı, Roma askeri yolunu takiple Bozdurmuşbeli üzerinden Üsküdar’a kadar geldi ve Bizans’ı haraca bağladı (Topraklı, 2019: 677). Serasenler 716, 778, 779 senelerinde şehri (Amorion), tekrar kuşatmışlarsa da almaya muvaffak olamadılar, Şehrin İstihkamları o kadar tahkim edilmişti ki, Arap hücumlarına uzun zaman karşı koydu. Amorion (Uluborlu), 838 yılında, ahaliden birinin ihaneti yüzünden Arapların eline düştü ve Bizans’ın en güzel şehirlerinden biri yanıp kül oldu  (Ramsay, 1960: 254). Amorion (Ammuriye) Abbasi Halifesi Mu’tasım ve kumandanı Afşin Bey tarafından H.223 (M.838)’de feth olunmuştur. Prof. Dr. Faruk Sümer, Amorion’un fethi ile ilgili şunları yazmıştır: Halife Mu’tasım ve kumandanı Afşin Ankara’da buluştular. Halife buradan güneye yöneldi. Hedef Ammuriye (Amorium=Amirion) şehri idi. Bu şehrin Emirdağ kazasının 12 km. doğusunda Hacı Hamzalı köyü yakınında olduğu kabul edilmiştir. Abbasi ordusunun sağ koluna Afşin, sol koluna da Aşnas et-Türki kumanda ediyordu. Ammuriye şehrine yedi konakta varıldı ve 55 gün kuşatmadan sonra fethedildi (Sümer, Ağustos1987: 658). Ancak, Ammuriye şehrinin konumu son zamanlarda tartışma konusu olmuştur. Bazı yazarlar, Afşin komutasında fethedilen Ammuriye şehrinin, bugünkü Uluborlu olduğunu iddia etmişlerdir. Bu durumda, Uluborlu’nun Abbasi ordusu tarafından 838’de ikinci kez fethedildiğini söylemek mümkündür  (Şenel, 2013: 41-47 ve Arundel, 2013: 90)

Emeviler zamanında Anadolu ve İstanbul’u ele geçirmek için gazaya katılanların çoğu Arap olmasına rağmen, Abbasiler zamanında halife ordusunda çarpışan komutan ve askerlerin çoğu Türk idi. Bu savaşların izlerine Senirkent ve çevresinde halen rastlamak mümkündür. Mesela; Büyükkabaca kasabasının Aşağı Mahallesinde bulunan İmircin’in hemen alt tarafından başlayarak Demirliönü’ne giden asfaltın üst tarafında “Araplar Mezarlığı” denilen bir mezarlık vardır ve bu mezarlıkla ilgili şu rivayet anlatılmaktadır: “Emeviler Devleti zamanında 669 yılında İstanbul’u kuşatmaya giden Muaviye ordusu Bizanslılarla burada karşılaşmış, yapılan savaşta şehit düşenler buraya gömülmüştür. Bu yüzden bu mezarlığa “Araplar Mezarlığı” denilmiştir  (Tokmak, 2000). Uluğbey köyünde de “Araplar Mezarlığı” olarak anılan bir mezarlık vardır. Bu mezarlığın da, bu döneme ait olduğunu söylemek mümkündür. İslam orduları ile Anadolu’ya gelen Müslümanların buralarda yerleştiklerine dair çok sınırlı bilgilere sahibiz. Selçuklu tarihçileri, Türklerin XI. yüzyılda Anadolu’ya geldiklerinde Müslüman kitlelerle karşılaştıklarına dair bilgi vermiyor. Ancak, Müslümanların Bizans ile mücadelesini anlatan Battal Gazi destanlarında ve menakıpnamelerde Müslüman ve Türk yerleşmelerinden söz edilmektedir. Bu yerleşmelere, bölgemizdeki Uluborlu kalesi ve Uluğbey köyü örneklerini verebiliriz. Uluğbey köyünün kurucusu olarak kabul edilen Hasan Gazi’nin Bedri Noyan’ın yayınladığı Veli Baba Menakıpnamesinde H.593 (M.1196) tarihinde Uluborlu’nun fethedildiği savaşta şehit düştüğü yazılıdır. Oysaki Tahir Erdem, Hasan Gazinin H.222 / M.836-837’de Uluborlu’nun fethinden evvel şehit düşerek Uluğbey’e defnedildiğini bildirmektedir. Tahir Erdem, “Gülbaba” adlı makalesinde; Uluborlu ilçesinin İlegüp köyünde Veli Baba Dergahına ait kayıtları araştırırken bulduğu şecerenin eteğinde okuduğu kayıtlara göre; Hasan Gazinin şeceresini verdikten sonra Malatya’dan Uluborlu kazasının Uluğbey (İlegüp) nahiyesine hicret ettiğini, H. 222 (M.836/837)’de Uluborlu’nun fethi evvelinde şehit olduğunu, Eğirdir kazasının H.423 (M.1031/1032)’te fetholunduğunu; aynı makalenin dipnotunda Senirkentli Canıgürzade Veli oğlu Rüştü tarafından H.1290 (M.1873-1874) tarihinde yazılan ve Veli Baba Dergahında asılı bulunan bir levhada da, “Hasan Gazi Ekber Ammi Battalgazi mülukü Abbasiye’den Halife Memun (M.813-833) zamanında şehit olmuştur” diye yazıldığını belirtmiştir. Tahir Erdem, bu kayıtlar arasında 222 hicret yılında Uluborlu’nun birinci fethinden, 423 hicret yılında da Eğridir kazasının ikinci fethinden bahsedilmesini dikkat çekici olduğunu söylemiştir (Erdem, Birinci Teşrin 1935: 269-270). H.223 / M.837-838’de Ammuriye (Uluborlu)’nin fethedilmiş olması bu rivayeti doğrular niteliktedir.

Sait Demirdal, İlegöp (Uluğbey) Tekke Menakıbı kayıt hülasasıdan naklen Battal Gazi’nin babası Hüseyin Gazi’nin H.200 / M.815’de Ankara’da ve amcası Hasan Gazi’nin Uluborlu kalesinde şehit olduklarını; Battal Gazi’nin bu şehitleri Ulugün (Uluğbey) köyündeki Zeyl-i Cebel’e defnettiğini, bu olayın Abbasi devrine rastladığını belirtmiştir: “Evlad-ı Zeyd-i Rabiden Hüseyin Gazi, Hasan Gazi, Seyid Battal İbni Hüseyin Gazi, Asya ve Avrupa’da bir zaman cevlan ettiler. Akibet, Hüseyin Gazi H.200 / M.815 senesinde Ankara’da ve Hasan Gazi de Margiyum (Uluborlu) kalesinde harpte şehit oldular. Seyit Battal Gazi, bu şehitleri Uluköy (Uluğbey)’de Zeyl-i Cebel’e defnettiler.  (Demirdal, 1968: 52). Demirdal, Hüseyin Gazi’nin şehit olduğu tarihi belirtmiş, Hasan Gazi’nin şehit olduğu tarihi ise belirtmemiştir. Cümlenin gelişinden Hasan Gazi’nin Hüseyin Gazi’den daha sonra şehit olduğu anlaşılmaktadır. Demirdal, her iki şehidin Battal Gazi tarafından Uluğbey köyünde Zeyl-i Cebel’e defnedildiğini belirtmiş ise de, Hüseyin Gazi, Ankara’da kendi adı ile anılan mahallede; Hasan Gazi, Senirkent Uluğbey köyünde medfundur. Mustafa Karatürk, “Veli Baba Sultan” adlı araştırmasında Hasan Gazi’nin Uluborlu ve çevresinin fethi için M. 832 yıllarında buralara geldiğini ve bu topraklarda şehit düşüp, bugünkü türbenin bulunduğu yere defnedildiğini belirtmiştir. Hasan Gazi, “Battal Gazi’nin babası Hüseyin Gazi’nin kardeşidir. Hasan Gazi, 830’lu yıllarda Serasker olarak buralara kadar gelmiş Eğirdir, Uluborlu, Eğridere’de bulunan İtgar şehri, Sakviran şehri, Eşek Hisarı kalelerini Rumlardan almış ve bu topraklarda şehit düşerek bugünkü türbenin bulunduğu yere defnedilmiştir.” Karatürk’e göre, o tarihlerde türbenin bulunduğu yerde Türk köyü bulunduğu için Hasan Gazi, buraya defnedilmiştir (Karatürk, (1991): 7-9).

Anadolu’nun fethinde İslam’a hizmet amacı ile öncü kuvvetlerin ve seyyid gazilerin gerçekleştirdikleri gazalar çok önemlidir. Bu gazâların hatıraları çeşitli menakıp kitaplarında yer almaktadır. Veli Baba Menakıpnamesi bunlara güzel bir örnektir.[1] Veli Baba Menakıpnamesinde birden fazla yerde Malatya adı geçmektedir. Malatya’nın Türk ve İslam tarihinde özel bir yeri vardır. Abbasiler, Bizans’a karşı Tarsus, Malatya ve Erzurum’un merkez olduğu uç teşkilatları (hudut teşkilatı) kurmuşlardı. İrili ufaklı 200 kadar şehir, kasaba ve kaleyi ihtiva eden uç bölgeleri birkaç milyondan fazla nüfus barındırmakta idi. Uç ahalisinin esas görevi din uğrunda savaşmaktı. Uçlarda yaşayan yaklaşık 100.000 mücahit, her vakit savaşa hazırlıklı idi. Uçtaki şehirler hem üretim yapıyor, hem de ticarete aracılık yapıyorlardı. Bu sınır şehirlerinde askeri kuvvetlerin yanı sıra, cihat ülküsünü besleyen dini ve kültürel faaliyetler de yoğun bir şekilde yaşanıyordu. Uçtaki mücahitlerin en büyük kısmı bilhassa IX. asırdan itibaren Horasan ve Türkistan diyarlarından gelen gazilerdi. Bunların çoğunluğunu Türkler teşkil ediyordu (Yinanç, 2013: 28). Uluğbey’in kurucusu Hasan Gazi’nin evlatları böyle bir ortamdan Uluğbey’e gelip yerleşmişlerdir. 10 Eylül 1339 (1923) tarihli “Tezkere-i Evkafı Hümayun”da da, Hasan Gazi’nin H.222 (M.836/837) tarihinde şehit olduğuna ve Eğirdir’in H.423 (M.1031-1032)’de ikinci kez fethedildiğine dair kayıt vardır. “Malatya’dan bil hicre Uluborlu kazasının Ulubek nahiyesine gelmiş, mezkur nahiyede hicreti nebiyenin 222. (M.836/837) senesinde müsadif kaza-i mezkurun fethi evvelinde şehit olan ve nahiye-i mezkurede defnolunan esseyit Hasan’ül Gazi ibni Zeydil Rabi ve H.423 (M.1031/1032) tarihinde kezalik Eğirdir kazasının ikinci fethinde ahvaveyni Gazi Mustafa Müntehap ve Ali Müfret şehit olup ceddi esseyit Hasan Gazi ibni Zeyd-i Rabi amrı Battal Gazi kabrine zammedilen esseyit Hüseyin Gazi dergahı alilerinde” defnedildikleri yazılıdır (Ürekli, 1994-1995: 182).

Selçuklu tarihçisi Mükrimin Halil Yinanç, Emevi ve Abbasi Halifelerinin öncülüğünde yürütülen gaza ve cihat devrinin X. Yüzyılın ikinci yarısında Müslümanların geri çekilmesiyle sonuçlandığını belirtmektedir (Yinanç, 2013: 30). Ancak Veli Baba menakıbında ve Veli Babanın ataları ile ilgili belgelerde, Müslümanların Bizans ile mücadelesinin X. ve XI. yüzyıllarda da devam ettiği görülmektedir. Sait Demirdal’ın İlegöp Tekke Menakıbı Hülasasından naklettiğine göre hicretin 380 M.991. senesinde Zeyd-i Hamis, İbni Gazi Hasanşair, İbn-i Seyyid Ali Gazi’ler Margiyum (Ulu­borlu) kalesine hücum etmişler, Aleksi Komnen askerleri ile savaşarak Uluborlu’yu kurtarmışlardır. Apolonya (Uluborlu) halkı ilk defa H.380 / M.991’de İslamiyet’i kabul etmiştir. Zeyd-i Hamis, oğlu Hasanşair’i kale muhafızı bırakıp kendisi Malatya’ya geri dönmüştür. H.399 / M.1008 yılında Aleksi Komnen, Uluborlu’yu tekrar geri almıştır. Muhafız Hasanşair, bu savaşta şehit düşmüştür. H.400 / M.1009’da Seyid Ali Gazi, Apolonya kalesine tekrar öç almaya gitmiştir. Apolonya H.500 / M.1106-1107 senelerine gelinceye kadar yüz sene harap ve ıssız bir halde kalmıştır (Demirdal, 1968: 52).[2] Menakıpta, Uluborlu kalesinin H.380 / M.991 yılında fethedildiğine dair kayıt, tarihi kaynaklardaki bilgilerle örtüşmüyor. Dolayısıyla Uluborlu halkının ilk defa H.380 / M.991’de Müslüman olduklarına dair bilgi de şüphelidir.

Miladi VI. Yüzyılda ve VII. Yüzyılın başında meydana gelen İran-Bizans mücadelesi Anadolu için büyük bir felaket olmuş, şehir ve kasabaların büyük kısmı harabe haline gelmiştir. Bunu takip eden Arap-Bizans mücadelesi ise, birkaç yüzyıl sürekli olarak devam etmiş, bu çatışmalar Anadolu’nun daha fazla yıkılmasına sebep olmuştur. Yaklaşık 350 yıl süren Arap-Bizans mücadelesi, Anadolu şehirlerinin çoğunu enkaz haline getirmiş, nüfusu çok azaltmıştı. Bu gaza ve cihat devri X. Yüzyılın ikinci yarısında Müslümanların geri çekilmesi ile sonuçlandı. Müslümanlar, Anadolu’da ele geçirdikleri toprakları kaybettiler (Yinanç, 2013: 13-14,30). Bizans, 924’te Limni adası civarında Müslüman donanmasını perişan etti; bu tarihten sonra taarruza geçerek 928’de Erzurum’u, 934’te Malatya’yı, 948’de Maraş’ı Müslümanlardan geri aldı. Bizanslılar, 964’te Adana, Misis ve Tarsus’u alıp Müslümanları Kilikya’dan attılar. 1030’da Urfa da, Bizans’ın eline geçti. XI. yüzyılın başında Anadolu’da Müslümanların elinde ancak Diyarbakır, Bitlis, Siirt, Mardin, Hakkari, yani Güneydoğu Anadolu kalmıştı. Yüzbinlerce Müslüman, Arap ülkelerine göçtü, bir kısmı Hıristiyan oldu. Çünkü Hıristiyan devletler Müslüman azınlığa müsamaha etmiyorlardı. İspanya, Türkistan gibi, en uzak ülkeleri fetheden Müslümanlar, kendilerine çok yakın olan Anadolu’yu fethedememişler, Bizans karşısında aciz kalmışlardı (Öztuna, 1964: 55-57).

Sonuç

İslam akınlarının durmasından sonra Bizans’ta iç karışıklar devam etti. Bizans’ta yaşanan isyanlar ve taht kavgaları sebebiyle Anadolu’nun sefaleti bir kat daha arttı. İşte bu düzensizlik, Türklerin Anadolu topraklarını kolayca ele geçirmelerini sağladı. XI. yüzyılın ikinci yarısında Asya’dan gelen Türkmenler, kısa sürede Anadolu’yu fethedip, İstanbul önlerine geldiler. Bizans yönetiminden memnun olmayan halk, Türk egemenliğini kolayca kabul etti. Böylece Türklerin Anadolu’ya yerleşip kök salmalarının önü açıldı. VII. yüzyılın ikinci yarısından Selçuklu fetihlerinin başladığı XI. yüzyılın ikinci yarısına kadar geçen sürede; Uluborlu iki defa Müslümanların eline geçmiş olmasına rağmen, bu fetihlerin kalıcı olmadığı, Uluborlu ve çevresinde Bizans’ın egemen olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemde, bölgede yerleşik durumda Müslüman grupların yaşayıp/yaşamadığı hakkında elimizde yeterli bilgi mevcut değil. Karatürk’ün Hasan Gazinin defnedildiği Uluğbey köyünün M.830’lu yıllarda Müslüman ve Türk köyü olduğuna dair verdiği bilgi ile Demirdal’ın Uluborlu halkının ilk kez M.991’de İslamiyet’i kabul ettiklerine dair İlegüp Köyü Tekke Menakıbından naklettiği bilgi de, itibar edilir kaynaklardan yoksundur. Türkler, XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu içlerine girdiklerinde Bizans kuvvetleriyle karşılaştılar. 1071 Malazgirt zaferinden sonra “Türkmen” adı verilen Müslüman Oğuzların egemenliğine giren Anadolu, kısa zamanda “Türk” ve “Müslüman” beldesi haline geldi. 

KAYNAKLAR:

-Böcüzade Süleyman Sami (2012), Isparta Tarihi, Isparta: Kültür ve Turizm Müdürlüğü

– Çelikdönmez, Ömür (2011),“Efsaneden Tarihe; Isparta’da Hz. Ali’nin İzleri”, Göller Bölgesi Tarih ve Kültür Varlıkları Şöleni (2011), Ankara: Semih Ofset

– Demirdal, Sait (1968), Bütünüyle Uluborlu, İstanbul:

– Erdem, Tahir (Birinci Teşrin 1935), “Gül Baba”, Ün Isparta Halkevi Mecmuası, c.2, sayı:19

– Geçmişten Günümüze Isparta  (2009) /Yay. haz. Hüseyin Gül, Songül Bozbeyi. Ankara:

-Göde, Halil Altay (2010), Isparta Efsaneleri, Isparta: Fakülte Kitapevi 

– Karatürk, Mustafa (1991), İki Cihan Hazinedarı Seyyit Velibaba Sultan ve Türbesi, Ankara:

– Katip Çelebi (2010), Cihannüma, İstanbul:

– Noyan, Bedri (1996), Veli Baba Menakıpnamesi, İstanbul:

– Öztuna, Yımaz (1964), Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi, c.2. İstanbul: Hayat Yayınları

Ramsay, W. M. (1960), Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi

– Sümer, Faruk (Ağustos 1987), “Abbasiler Tarihinde Orta Asyalı Bir Prens Afşin”, Belleten, sayı: 200

– Tokmak, Durmuş (2000), “Kasabamıza Asırlar Öncesi Gelen, Dağlarına ve Ovalarına Adlarını Veren Türkmenler”, Büyükkabaca Belediye Bülteni, 2000. http:/buyukkabaca.tr./03.02.2010

– Topraklı, Ramazan (2013), Hicri 541/1146 Roma-Selçuklu Savaşları Sütkuyusu Baskını ve Ammuriye, Ankara: Semih Ofset

Topraklı, Ramazan (Temmuz 2015), “Battal Gazi’nin Türbesi, Türbe Dağı ve Köreke Dağı”, Hamideli Tarih, sayı:2

– Topraklı, Ramazan (Temmuz 2015), “Miryokefalon Savaşı Yüzey Araştırması”, Hamideli Tarih, sayı:2

– Topraklı, Ramazan (2019), “Tarihi Yollar ve Göller Bölgesi”, Selçuklu Tarihi ve Tarihçiliğinin Temel Meseleleri, Konya: Selçuk Üniversitesi

– Turan, Osman  (1977), Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, c.2. 10.bsk. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.

– Uluç, Hıncal (6 Ağustos 2017), “Hazreti Muhammed’in Mektubu Bulundu”, /sabah.com.tr./05.08.2018

– Yıldırım, Elif Ülkü (2006), Senirkent- Uluborlu Halk Edebiyatı, Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi (Y.Lisans Tezi)

– Ürekli, Bayram – Ali Baş (1994-1995), “Veli Baba ve Senirkent Uluğbey’deki Manzumesi”, Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, (9-10)

Yiğitbaşı (Eğirdirli), Süleyman Sükuti, (1972), Eğirdir – Felekabad Tarihi, İstanbul:

– Yinanç, Mükremin Halil, (2013), Türkiye Tarihi Selçuklular Devri c.1. Ankara: Türk Tarih Kurumu

 


[1] Veli Baba Menakıpnamesini yeni harflere çevirerek yayımlayan Bedri Noyan,  yazmanın aslında sonradan değişiklikler, silintiler ve ilaveler yapıldığına dikkat çekmiştir. (Veli Baba Menakıpnamesi / yay. haz. Bedri Noyan, 3. bsk. İstanbul, 1996, s.155,244). Mustafa Karatürk, menakıpnamenin aslı üzerinde yapılan ilaveler sonucu tarihi kıymeti olan şecerenin kıymetten düştüğünü söylemiştir. (Mustafa Karatürk, İki Cihan Hazinedarı Seyyit Velibaba Sultan ve Türbesi. Ankara, (1991), s.96). Bayram Ürekli ve Ali Baş, yaptıkları araştırmada; menakıpnamede anlatılan tarihi olayların bölgenin fethedildiği tarih ile uyuşmadığını belirtmişlerdir. (Bayram  Ürekli – Ali Baş, Veli Baba ve Senirkent Uluğbey’deki Manzumesi, Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, (9-10), 1994-1995, s.143)

[2] Sait Demirdal’ın İlegöp Tekke Menakıbından naklettiği bu bilgiler ile Bedri Noyan’ın yayına hazırladığı “Veli Baba Menakıpnamesi, İstanbul, 1996, s.160-162’deki bilgiler birbirinden farklıdır. Bu farklılığın sebebi hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. İlk akla gelen adı geçen menakıpnamenin birden fazla kopyasının olma ihtimalidir.

NOT: Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.

e-mail: [email protected]

Yorum bulunmamaktadır.
Konu: SENİRKENT TARİHİ 3: MÜSLÜMANLARIN BİZANS İLE MÜCADELESİ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.