Dr. İbrahim KARAER

 

Türkiye Selçuklu Devletinin Kuruluşu (1075)

Süleyman Şah, 1075 yılında İznik’i fethetti ve Türkiye Selçuklu Devletini kurdu; Türkistan, İran ve Azerbaycan’da yığılan göçebeler, daha yoğun kitleler halinde Anadolu’ya geldi ve Anadolu’da bulunan bütün Hıristiyan şehirleri Türkler tarafından fethedildi ve hiçbir vilayet bundan kurtulamadı (Turan, 1997: 208 ve 1971: 55) Bazı tarihçiler Türkiye Selçuklu Devletinin 1080’de kurulduğunu kabul eder. Mesela; Mükrimin Halil Yinanç, İznik’in 1080’de fethedilerek, başkent yapıldığını ve Konya’da bulunan payitahtın da buraya taşındığını belirtir (Yinanç, 2013: 87). Osman Turan’a göre; İznik’in fethi ve Türkiye Selçukluları Devletinin kuruluşu 1075 yılında gerçekleşmiştir. Süleyman Şah’ın İznik’ten önce Konya’yı başkent yaptığına dair görüşler tamamıyla yanlıştır (Turan, 2018: 84).

Süleyman Şah, İznik’e yerleştikten sonra, Bizans’ın yaşadığı iç kargaşadan dolayı devletini genişletme imkanı buldu. Türkler, egemenliklerini Karadeniz, Adalar Denizi, Marmara ve Akdeniz sahillerine kadar her tarafa genişlettiler. Her yer Türklerle doldu. Süleyman Şah’ın başarıları Türkistan ve İran’dan Anadolu’ya göçleri artırdı. Nitekim 1080 yılında, Azerbaycan’dan Anadolu’ya çok büyük bir Türk nüfus akını oldu. Türkler, boğazı, gümrük daireleri ve geçiş vergileri ile kontrolleri altına almışlardı. Artık İstanbul Boğazı, Selçuklular ile Bizans arasında sınır olmuştu. 1081 yılında yapılan anlaşma ile Bizans, Anadolu’daki Türk egemenliğini fiilen ve hukuki olarak tanımış oluyordu (Turan, 2018: 85,90-91).

Türklerin adil yönetimi, Anadolu’daki Rum, Ermeni, Süryani ve yerli halkı memnun ediyor, yeni yönetim etrafında toplanmalarını sağlıyordu. Anna Kommena, Türklerin, Bizans İmparatoru Alexios’un gözleri önünde Marmara Denizi yöresine yerleştiğini ve tüm Anadolu’da buyruk yürüten Süleyman Şah’ın İznik’i üs edindiğini, Sultanlık merkezinin de orada bulunduğunu, etrafa sürekli olarak akıncılar gönderdiğini, Bithynia ile Thynia (Kocaeli Yarımadası), İznik’e komşu tüm ülke bölümünü talan ettiğini, Bosphoros / İstanbul Boğazında şimdi Damalis denen (Khrysopolis / Üsküdar) kente kadar atlı ve yaya akınlar yaptığını, pek çok ganimet devşirdiğini, hatta neredeyse denizi (Boğazı) bile aşmaya kalkışacağını belirtmiştir. Anna Kommena’ya göre; Türklerin, Meriç boyunda bile daha o dönemde akına çıktığı görülmüştü. Byzantionlular, bu istilacıların hiç korku duymadan, her tarafta kıyı boyundaki küçük kentlerde ve hatta kutsal yapılarda yaşamakta olduğunu, kimsenin de onları o yerlerden kovmadığını görmekle tam bir dehşete düşmüş bulunuyor ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Bizans böylesine şaşkın ve perişan halde iken, İmparator Alexios (Aleksios) Komnenos, 1081 yılında Türklere barış teklifinde bulundu. Süleyman Şah bu teklifi kabul etti. Anna’ya göre, İmparator, Türklere sınır olarak Drakon deresini verdi ve onlara, bunu kesinlikle aşmamayı, ayrıca Bithynia (Bursa, Bilecik, Bolu, Sakarya, Kocaeli ve Zonguldak ilinin Filyos çayına kadar uzanan bölümü) sınırlarından içeriye hiçbir akına girişmemeyi kabul ettirdi (Anna Kommena, 1996: 95,124,126). Bu anlaşma ile Alexios, Kocaeli yarımadası dışında tüm Anadolu’yu Süleyman Şah’a bırakmış oluyordu.

Süleyman Şah, 1082 yılında Çukuova (Kilikya) seferine çıktı ve Tarsus, Adana, Masisa, Anazarba ve bütün Kilikya beldelerini hakimiyeti altına aldı; 1084’de Antakya’yı fethetti. Böylece Türkiye Selçuklu Devletinin sınırları Marmara denizinden, Fırat nehri ve Halep şehrine kadar uzanmıştı. Süleyman Şah, 1086 yılında ikinci defa çıktığı Antakya seferinde Tutuş ile yaptığı savaşta öldü (Turan, 2018: 98-101,104). Bazı tarihler, Süleyman Şah’ın savaşı kaybettiği için intihar ettiğini yazar. Tutuş, Süleyman Şah’ın naaşını Halep Kapısına defnettirdi, hanımını ve iki çocuğunu Antakya’ya getirdi. Bu sefer esnasında Süleyman Şah’ın yanında bulunan oğulları bir süre Antakya’da kaldılar. Daha sonra Selçuklu Sultanı Melikşah tarafından İsfahan’a götürüldüler. Süleyman Şah, Antakya seferine çıkmadan önce, hakimiyet merkezi İznik ve civarını Ebû’l-Kasım adındaki bir Türk beyinin idaresine teslim ettiği gibi, ülkesinin bazı sahil kısımlarını ve Kapadokya bölgesini diğer Türk komutanlarına teslim etmişti (Demirkent, 1996: 1).

Kılıç Arslan’ın Tahta Çıkması (1093-1107)

Sultan Melikşah’ın 1092 yılında vefatı üzerine Süleyman Şah’ın büyük oğlu Mahmud Kılıç Arslan, kardeşi Davud Kulan Arslan ile birlikte Sultan Berkyaruk’un izniyle Anadolu’ya geçti. İsfahan’dan yola çıkan Kılıç Arslan ve kardeşi Kulan Arslan etraflarına topladıkları kuvvetlerle İznik’e geldiler. Selçuklu şehzadelerinin İznik’e gelişi, büyük sevinç yarattı. Bu sırada, İznik’in idaresini elinde tutan Ebu’l-Kasım’ın kardeşi Ebu’l Gazi, iktidarı saltanat ailesinin varislerine teslim etti. Böylece Kılıç Arslan, İznik’te babasının tahtına çıkarak ‘Sultan’ unvanını aldı (1093). Kılıç Arslan, tahta çıktıktan sonra Ebu’l Gazi’yi Beylerbeyliği görevinden alarak, yerine İlhan (Muhammed)’ı Beylerbeyi olarak atadı, doğuda ve batıda Türkiye Selçuklu Devletinin birliğini sağladı.

Eğirdir Gölü Civarı Batı Anadolu’nun Küçük Bir Numunesi miydi?

Isparta tarihi konusunda araştırmalar yapan emekli inşaat mühendisi Ramazan Topraklı, Türkiye Selçuklu Devleti ile Bizans arasındaki bütün mücadelenin Gelendost, Eğirdir, Senirkent ve Uluborlu ilçelerinin kapladığı ‘Küçük Firikya’ adlı uç bölgesinde cereyan ettiğini iddia etmiştir. Topraklı’ya göre, önceki bölümde bahsettiğimiz gibi XVI. Yüzyılın başlarında iki ayrı göl olan Eğirdir ve Hoyran gölleri; XVII. Yüzyılın başında birleşmişti. Bir süre sonra bu coğrafi değişim unutulduğu için, burada yaşanan tarihi olaylar yanlış yorumlanmıştı. Türkleri kah Denizli, hatta İzmir ve Efes-Ayasulug, kah Manisa-Alaşehir, kah ta Edremit’e kadar götürdük ve zihnimizde hayali bir tarihi coğrafya yarattık. Halbuki Türk-Roma arasındaki bütün mücadele Gelendost, Eğirdir, Senirkent ve Uluborlu ilçelerinin kapladığı ‘Küçük Firikya’ adlı Uç bölgesinde cereyan etmiştir. Thema Thrakesia burasıdır. Menderes merkezli bakış açısı, göl suları altında kalarak yok olan Menderes’in çevresindeki bölgenin, başka bir Menderes isimli nehre; Büyük Menderes nehrine uydurulmasına sebep olmuş ve böylece yanlış bir tarih yazılımı ortaya çıkmıştır (Topraklı, Temmuz 2015: 71). Eğirdir Gölü civarı sanki Batı Anadolu’nun küçük bir numunesiydi. Oradaki birçok isim burada da vardı. Ladik Eğirdir, Alaşehir / Filadelfiya Yalvaç, Sart, Tralleis, Bergama, Edremit, Khliara, Efes, Ayasuluk, İzmir, İznik, Malagina gibi birçok isim, hatalı bilindiği için tarihimiz alt-üst edilmişti. Çaka Bey, Eğirdir gölü, Eğirdir sahili, ırmaklar ve civarının beyi idi. Yalavaç Bey Yalvaç, Kundan Bey Kumdanlı ovasının, Alp Kara, Monolikos nehri civarı ve Eğirdir (Ladik)’in, İlhan Uluborlu ovasının, Barak ve Tanrıvermiş beyler, iki göl arasındaki nehrin doğusunda kalan Gelendost ovasının beyleri idiler. Thrakesia adlı askeri bölge, Gelendost-Barla arasıydı (Cebeci ve Topraklı, 2018: 8).

Topraklı, Senirkent ve çevresi tarihi ile ilgili bugüne kadar hiç görmediğimiz ve duymadığımız iddialarda bulunmuştur. Türkiye Selçuklu Devleti tarihine farklı bir açıdan bakan, hatta bildiğimiz tarihi olayları ters yüz eden Topraklı’nın yorumları; tartışmaya açık olmasına rağmen; yeni bir bakış açısı getirmiş olması bakımından Senirkent ve çevresi tarihi bakımından önemlidir. İki asırda yaşanan Türk-Bizans mücadelesini; Gelendost, Eğirdir, Senirkent ve Uluborlu ilçelerinin kapladığı dar bir alana sıkıştırmak asla doğru değildir. Topraklı’nın itirazına konu olan olaylarda coğrafi değişim, isim benzerliği, yazım hatası olsa bile, 1075-1300 yıllarında Anadolu’ya mührünü vuran ve Anadolu’yu Türk vatanı yapan Türkiye Selçuklu Devleti, bu kadar küçük bir alana hapsedilemez. Bizans kaynakları başta olmak üzere, birçok kaynakta; Türklerin, Marmara, Akdeniz ve Ege Denizi sahillerine kadar olan yerleri aldıkları sıkça ifade edildiğine göre, bütün bu yazılanları yok saymak mümkün değildir. Mesela, Paul Wittek, XI. Yüzyılda Türk boylarının bütün Anadolu’yu sahillere kadar yaladığını, yani sahillere kadar ilerlediklerini ve Sinop, Fethiye Körfezi hattında tam bir hakimiyet kurduklarını belirtir (Wittek, 1944: 3-4).

Mustafa Akdağ da, Sinop-Antalya hattından söz eder ve bu hattın batısındaki Bizans-Selçuklu mücadelesi hakkında şu bilgileri verir: XI. Yüzyılın sonlarında Selçuklu Sultanlığı Anadolu’da bir devlet olarak yerleştiği sıralarda; Türkler bir taraftan Marmara kıyılarına, diğer taraftan Ege civarlarına kadar ilerledikten sonra, Sinop-Eskişehir-Antalya hattı etrafında durakladılar ve karşılıklı zorlamalara rağmen, ne Bizans, ne de Türkler aradaki sınırı esaslı surette değiştirmeye muvaffak olamadılar. Türkler, Haçlılar ile uğraşırken, Bizanslılar kaybetmiş oldukları yerleri geri almak için giriştikleri teşebbüslerde esaslı bir başarı gösteremediler. Bunun sebebi, iki taraftaki halkın ekonomik zaruretlerden dolayı birbirlerine bağlanmış olmalarıydı.  Akdağ’a göre Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılış yılları olan XIII. Yüzyılın sonu ve XIV. Yüzyılın başlarında uç beyleri ve idarelerindeki Türk halkı tarafından bütün Batı Anadolu’nun süratle fethi ve aynı hızla iskan olunması; ancak Afyonkarahisar, Kütahya, Antalya hattı önlerinde ve Osmanlıların sahası olan aşağı Sakarya’nın güneydoğusu boylarında daha önceden pek çok Türk ahalinin yerleşmiş olması ile açıklanabilir. Akdağ, İbn-i Bibi’den naklen, I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in şehit düştüğü zaman, Bizanslıların şehit sultanın cesedini Alaşehir’de Müslüman mezarlığına gömdüklerini belirtir (Akdağ, 1979: 101-103). Yazıcızade’ye göre, uç Türklerinin Ege taraflarını Selçuklu sultanları zamanında alamayışlarının sebebi, bura kafirlerinin o zaman sultanlara haraç ödemeleriydi. Sonradan sultanlar aradan çıkınca veya hiç olmazsa uçlardaki otoriteleri sarsılınca, burada uç beylerbeyi olan Aydınoğlu Mehmet Bey için çekinilecek bir sebep kalmamıştı (Akdağ, 1979: 107). Akdağ bazı kaynaklara atıf yaparak, Türklerin Osmanlı fethinden önce Sakarya’nın ötesinde yerleştiklerinden söz eder. Mesela; İznik ve Bursa’da Osmanlı fethinden üç göbek önce Türkler yerleşmişlerdi (Gibbons, Ragıp Hulusi, Türk. Terc. s.4). İbni Batuta, Bursa’da Osmanlılardan çok önce “bir Türkmen hükümdarı” tarafından yaptırılmış hanekah olduğunu görmüştür ki, bu Gibbons’u doğrular. Bizans ile Osmanlılar arasındaki sınır hattı Sakarya iken, Samsa Çavuş adlı bir Türk’ün kendine tabi bir grup Türkle bu suyun ötesinde, yani Bizans topraklarında yaşadığı meşhurdur. (İbn Kemal, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri yazması no.25, vr.47b.) (Akdağ, 1979: 124).

Türkiye Selçukluları, özellikle kuruluş yıllarında Marmara ve Ege sahillerine kadar ulaşmışlar, ancak sahil bölgelerinde uzun süre tutunamamışlardır. Topraklı’nın Menderes nehri ve sahillerde geçtiği belirtilen bütün olayların; Eğirdir Gölü civarında yaşandığına dair iddiası, dayanaktan yoksundur. Roma ve Bizans dönemine ait şehir ve yer adları konusunda bir takım tereddütler olduğu bilinmektedir. Topraklı’nın Eğirdir Gölü civarının, Batı Anadolu’nun küçük bir numunesi olduğu iddiası üzerinde çalışılmalıdır.

İlhan Olayı Uluborlu – Kemer Boğazı Arasında mı Cereyan Etti?

Ramazan Topraklı’nın “Türkiye Selçuklu Devleti komutanlarından İlhan’ın Uluborlu ovası beyi olduğu ve Uluborlu-Eğirdir Gölü civarında Bizans’a karşı mücadele ettiğine” dair iddiası da bölge tarihi bakımından dikkat çekicidir. İlhan, I. Kılıç Arslan’ın emri ile Marmara sahillerinde fetihlere girişmiş, bu savaşlardan birinde esir düşmüştür. Çaka Beyin ortadan kaldırılmasından sonra Bizans ile yapılan anlaşma gereği İlhan esaretten kurtarılmış; I. Kılıç Arslan doğu seferine çıkmadan önce başkent İznik’in sorumluluğunu İlhan’a vermiştir. İlhan, I. Haçlı Seferi sırasında İznik’i Kılıç Arslan’ın kardeşi Kulan Arslan ile birlikte kahramanca savunmuş, ikinci dalga Haçlı saldırısı esnasında yardım alamadığı için Bizans’a teslim olmak zorunda kalmıştır. İlhan ile ilgili elimizdeki bilgi şimdilik bundan ibarettir (Anna Kommena, 1996: 65-66, 207-209; Sevim- Merçil, 2014: 530-532; Turan, 2018: 126-130; Yinanç, 2013: 192-193). Ramazan Topraklı, Anna Kommena’dan naklettiği İlhan olayının geçtiği coğrafyayı, Apolloniad (Uluborlu), Kyzikos (Afşar-Kızık), Poimanenon (Kayaağzı Kalesi) olarak yorumlamış ve olayın Uluborlu – Kemer Boğazı arasındaki Hoyran Gölünden Eğirdir Gölüne doğru akan nehrin üzerindeki köprüde cereyan ettiğini iddia etmiştir. Topraklı’ya göre bu olayın yaşandığı tarih, Haziran 1086 Süleyman Şah’ın ölümünden sonra, Nisan 1091 Peçenek kıyımından öncedir (Topraklı, Mart 2018: 80). Gerek Anna Kommena, gerek Osman Turan ve gerekse Ali Sevim – Erdoğan Merçil’in İlhan ile ilgili anlatımlarında olayların, İznik şehri ve Marmara sahilinde geçtiği; Uluborlu ve Eğirdir gölü ile bir ilgisinin olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir.

Çaka Bey, Eğirdir Gölü Civarında mı Yaşadı?

Çaka Bey, Türkiye Selçuklu Devletinin kuruluş yıllarında İzmir çevresi ve Ege adalarında Bizans ile mücadele eden meşhur bir Türk beyidir. Çaka, bir zamanlar Asya’da akınlar yapıp, yiğitçe dövüşürken, tecrübesizliği yüzünden Aleks Kabalikos’a esir düştü. İmparator Botanites, delikanlıya asalet (Protonobilissimus) rütbesi ve zengin hediyeler verdi (1078). Bizans İmparatoru Aleksi tahta çıkınca, Çaka, 1081’de İstanbul’dan İzmir’e kaçtı; 1082’de Türkleri etrafında toplayarak İzmir ve çevresinde bir sahil beyliği kurdu. Burada kuvvetli bir donanma oluşturdu, Ege denizindeki Midilli, Sakız, İstanköy, Rodos ve daha birçok adayı ele geçirdi. Urla, Foça ve Edremit gibi önemli yerleri fethetti. Gelibolu yarımadasını ve İstanbul’u ele geçirmek için Peçeneklerle işbirliği yaptı. Ancak Peçenekler, 1091’de Bizans karşısında yenildiler ve büyük bir kıyıma uğradılar. Çaka Bey, İstanbul’u fethedebilmek için kuşatma kuleleri yaptırarak Bizans’ın Çanakkale Boğazındaki gümrük merkezi olan Abydos’u kuşattı. Çaka Beyin damadı olan Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı Kılıç Arslan da aynı toprakları ele geçirmek istiyordu. Çaka’yı kendisine rakip gören Kılıç Arslan, Bizans İmparatoru ile ittifak yaparak Çaka’nın üzerine yürüdü. Bizans donanması ile Selçuklu ordusu arasında sıkışan Çaka Bey, damadı Sultanın yanına gitti. İddiaya göre, Kılıç Arslan bir şölende Çaka Beyi öldürttü. Bu sıralarda Tanrıbermiş (Tanrıvermiş) adlı başka bir Türk Beyi de, Efes (Ephesos)’i ele geçirip, burada Çaka’dan ayrı bağımsız bir Türk Beyliği kurmuştu.

Ramazan Topraklı, Çaka Beyin verdiği mücadelenin İzmir ve Ege adalarında değil;  Eğirdir, Hoyran Gölü ve bu göllerdeki adalarda geçtiğini iddia etmiştir. Topraklı’ya göre; “Foke veya Fuke, Foça değil, Eğirdir olmalıdır. İlhan’ı mağlup eden Opos ile Çaka’ya karşı saldırıya cesaret edemeyen Opus, aynı kişi olup, olayın vuku bulduğu coğrafya, Eğirdir Gölü çevresidir. İlhan olayı, Senirkent ovasında cereyan ederken, Çaka, Eğirdir Gölü sahili ve adalar civarında mücadele etmiştir.” (Topraklı, Mart 2016: 57-58). Topraklı’ya göre İzmir, bugünkü İzmir olmayıp, Kemer Boğazı’nın 6-7 km. güneyindeki İzmir olmalıdır. Lampe için Nimfe ve İznik denildiği gibi, Apameya Kibotos için de İzmir denilmiştir. 1530 yazımında Eğirdir’e tabi Deliklikaya köyü, Edremit’in bulunduğu yerde olmalıdır. Edremit ile Çaka’nın hüküm sürdüğü İzmir arasında 12-13 km. İzmir ile Menderes’in ağzında bulunan Ainos arasında 4-5, İzmir ile onun doğusunda bulunan Efes (Lentiana) arasında 5-6, Edremit ile Efes arasında 13-14, Yalvaç (Alaşehir) ile İzmir arasında da 35 km. kadar bir mesafe vardır. Edremit, Thrakesia bölgesindedir. Çaka ile Tanrıvermiş ve Barak Beylerin bulundukları Kelbinos ovası da Thrakesia Thema’dedir. Çaka’nın yıktırdığı ve Filokal’in 1108’de inşa ettirdiği iddia edilen Edremit, Hoyran Gölünün doğu sahilindedir ve Senirkent-İlegüp (Lampe, Nimfe)’ye 30, Lampsakos (Lampis/Lampe ovasının ayağı)’a göl üzerinden 5-6 km mesafededir (Topraklı, Mayıs:2017: 97). Topraklı, Çaka ile ilgili tarih okuyuşuna şöyle devam etmiştir: Akropolites, 2008: 89-91’de geçen Rodos’un bugünkü Rodos adası olamayacağı gerçeği, Çaka Beyin fethettiği Rodos ve hüküm sürdüğü bölge hakkında bir fikir verir. Rodos, gül demektir. Eğirdir gölündeki küçük ada, tarihte Gülistan olarak geçer. Aleksi’nin 1116 seferi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kaydedilmiştir. Amorion (Uluborlu) üzerine gönderilen Stipiet’in, birçok esir ve ganimet ile Poymanen’den Kedrea (Arızlı)’ya dönmesi; Poymanen denilen yerin, Manyas olmadığını gösterir. Poymanen, Kemer Boğazının Senirkent çıkışı, Kayaağzı Pınarları önünde ve Hoyran Gölü içinde kalmıştır. Lopadion, Poymanen hisarının bir diğer adı olmalıdır (Topraklı, Mayıs:2017: 101).

Topraklı’nın Bizans kaynaklarında geçen yer adlarının günümüz coğrafyasına yerleştirilmesi konusunda göstermiş olduğu gayrete saygı duyuyoruz. Ancak, Çaka Beyin, Eğirdir Gölü civarında yaşadığına dair görüşüne katılmıyoruz. Kurduğu donanma ile Ege denizindeki Midilli, Sakız, İstanköy, Rodos ve diğer adaları ele geçiren, Gelibolu yarımadası ve İstanbul’u fethetmeyi hedefleyen Çaka Beyi;  Eğirdir gölü ile sınırlamak, çok büyük haksızlık olur. Çaka Beyin yaşadığı dönem, Anadolu’da Türklerin olağanüstü başarılara imza attığı bir dönemdir. 1081-1095 yılları Türklerin Anadolu’da en güçlü oldukları bir zaman dilimidir. Bizans, bu tarihlerde Eğirdir Gölü civarında Türklere karşı kuvvet kullanacak güç ve kudrete sahip değildir. Süleyman Şah’ın 1086’da ölümü ile birlikte Türkler başsız kalmış, ancak bölgelerinde söz sahibi emirler, Bizans’a karşı mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Nitekim bu beylerden birisi de Çaka Beydir. Çaka Bey, Peçeneklerle işbirliği yaparak Bizans’ı ortadan kaldırmayı hedeflemişti. Türkiye Selçuklu Devletinin başkentini yöneten Ebu’l-Kasım da, Bizans’a karşı fetihlere devam ediyor, İstanbul’u ele geçirmenin planlarını yapmakta idi. Bunun için Marmara sahillerinde bir donanma kurmağa çalışıyordu. Topraklı, bu tarihlerde Anadolu’daki Türklerin, Ege denizine çıkacak güçleri olmadığı kanaatinde olmalı ki, Çaka Beyi, Eğirdir gölüne hapsetmektedir. Nasıl ki, 1075’te Süleyman Şah’ın Anadolu’yu doğudan-batıya fethi tarihi bir gerçek ise, kısa süreli de olsa, Çaka’nın Ege ve Marmara denizi sahillerindeki ve adalardaki başarısı o kadar gerçektir. Bu gerçekliği, başta Anna Kommena olmak üzere, Selçuklu tarihçileri de kabul etmiştir (Anna Kommena, 1996: 229-231, Yinanç, 2013, 103,193-195. Turan, 2018: 119,123-124).

İznik / Lampe İlegüp (Uluğbey) Köyü mü?

Ramazan Topraklı’nın Türkiye Selçuklu Devleti tarihi ve yer adları ile ilgili iddiaları yukarıda zikrettiklerimizle sınırlı değildir. Topraklı, kaynaklarda geçen “Lampis”in Hoyran Gölünün batısında 40 km. uzunluğundaki Senirkent-Uluborlu ovası; “Lampe”nin de Senirkent ilçesine bağlı İlegüp (Uluğbey) köyü olduğunu iddia etmiştir. Topraklı’ya göre; Lampe’nin İznik (Mikra İznik), Nimfe, Plyristra ve Dristra olmak üzere beş adı vardır. Onun için buraya Pentapolis de denilir” demiştir. Topraklı, iddialarını daha ileri götürerek Lampe Balıkesir-Edremit civarında ve Çivril Homa önünde, Lampes Balıkesir civarında, Lampsakos Lapseki olarak gösterilir ki, hepsi de yanlıştır. Lampe, Senirkent İlegüp köyü, Lampes bu köyün önünden geçen nehir, Lampis Uluborlu veya Senirkent ovası, Lampsakos Lampis’in ayağındaki şehirdir. Bunlardan başka Lampe ismi 1086 Bozan, 1097 Kamis, 1198 Filokal, 1196 Keyhusrev, 1176 Miryokefalon Savaşı ve 1177-1178 Manuel Kantakuzeros olaylarında zikredilir; hepsi de Senirkent-İlegüp köyüdür (Topraklı, 2021: 45, 106). Topraklı, 1075’de fethedilen İznik’in Bursa-İznik olmayıp, Senirkent/İlegüp köyü olduğunu, Bursa İznik’in 1080 yılında başkent yapıldığını söylemiştir. 1075’te bir anlaşmayla alınan, 1097’de elden çıkan, 1105’te tekrar ele geçen ve 1108’de tekrar elden çıkan İznik, Uluğbey (İlegüp)’dir. Bu yerin Lampe, Nimfe, Dristra, Plyristra ve Mikra İznik gibi adları var. Lampis, Lampe’nin ovası manasına Uluborlu-Senirkent ovası, Lampes ise, Uluborlu Papa çayıdır. Bu çayın, Khelidonia, Kıbakıb, Kırlangıç, İstros, Tuna, Rhyndakos gibi adları kaydedilmiştir. Dazkırı, Çivril-Homa ve Ulubat civarında bulunduğu iddia edilen Lampe’lerin hepsi de İlegüp’tür. (Topraklı, 4 Mayıs 2021)  Topraklı’nın bu iddialarına katılmak mümkün değildir. Senirkent/İlegüp köyünün tarihte İznik adı ile anıldığı ve Türkiye Selçuklu Devleti zamanında burada önemdi tarihi olayların yaşandığına dair herhangi bir bilgi, belge veya rivayet mevcut değildir. Bu köyde XVI.-XVII. yüzyılda yaşayan Veli Baba’ya ait menakıpnamede de buna dair herhangi bir işaret yoktur. Bu durumda, Senirkent ilçesine bağlı Uluğbey köyüne böyle bir misyon yüklemek doğru değildir. 

Bizans – Peçenek Mücadelesi

Afyonkarahisar, Kemerboğazı ve Senirkent Ovasında mı Yaşandı?

Topraklı’nın İznik / Lampe’nin Senirkent ilçesine bağlı Uluğbey köyü olduğuna dair iddialarının yanı sıra, Balkanlarda ve Trakya’da yaşanan Bizans-Peçenek mücadelesinin Afyonkarahisar, Kemerboğazı ve Senirkent ovasında yaşandığına dair iddiaları da bulunmaktadır. Ramazan Topraklı, 1048, 1053, 1087, 1088 ve 1091 yıllarında yaşanan Bizans Peçenek mücadelesinin Afyonkarahisar, Kemerboğazı ve Senirkent ovasında geçtiğini iddia etmiş; 1048’de Anadolu yakasına çıkarılan Peçeneklerin, Yüz Tepedeki (Senirkent ovası) hısımlarına gittiklerini söylemiştir. Topraklı’ya göre; 1087-1088 yıllarında Bizans ile Peçenekler arasında cereyan eden Çoru (Şuhut) civarındaki savaşta Bizans İmparatoru mağlup olduğu için İstanbul’a dönmüş, Peçenekler ise, zafer kazanmış olarak Hoyran Gölünün batısındaki Senirkent ovasında Küçük İznik (Senirkent-İlegüp) yanında çadır kurmuşlardır. 29 Nisan 1091’de Bizans’ın Kumanlarla işbirliği yaparak Peçenekleri ortadan kaldırdığı Lebounion savaşı Barla ile Gelendost arasında Hoyran Gölünden Eğirdir Gölüne doğru akan bir ırmağın kıyısındaki topraklarda yapılmıştır. Bu savaşta Peçenekler ezici bir yenilgi almış, Eğirdir Gölüne (Oğuz Gölü tarafına) kaçabilenler kurtulmuştur. Topraklı, savaşın yapıldığı coğrafyayı tanımlarken kullandığı Küçük Nikia Senirkent-İlegüb, Tuna (İstros, İster) Uluborlu Papa çayıdır. Hadrianopolis, Gelendost-Kötürnek köyü; Ainos, Barla halkınca Aynalı Çarşı denilen yerdir. Şehirlerin Kraliçesi ise, Uluborlu (Amorion) olmalıdır. Yüz Tepeler, Lampis, el-Leys, Arslan, Karaarslan, Pankale ve Pentapolis gibi adları olan Senirkent ovasıdır. Dristra (Plyristra) da buradadır (Topraklı, Mart 2018: 71-86). Topraklı, Anna Kommena’dan yaptığı alıntılarda, Balkanlarda geçen Bizans-Peçenek mücadelesinin; Afyonkarahisar-Eğirdir arasında, Senirkent ovası ve Kemer Boğazında geçtiği şeklinde yorumlamıştır. Peçeneklerin merkezi Yüz Tepe’nin Senirkent ovası olduğunu gösteren herhangi bir belge mevcut değildir. Peçeneklerin, Bizans tarafından batı Anadolu’da yerleştirildikleri doğrudur (Yinanç, 2013: 19-20). Ancak batı Anadolu’da nereye yerleştirildikleri bilinmemektedir. Dolayısıyla Peçeneklerin Senirkent ovasındaki hısımlarının yanına gittiklerini iddia etmek gerçekçi değildir. Peçeneklerin, yoğun olarak yerleştikleri yerler Tuna boylarıdır. Peçenekler, XI. Yüzyılın başında diğer Oğuz boylarının baskısı sonucu Batı Karadeniz ve Balkanlara gelmişler; Karadeniz’in kuzeyi ve Balkanlarda yüzyılın sonuna kadar önemli bir güç olarak yaşamışlardır. O halde Topraklı’nın bu görüşünün tarihi gerçeklerle örtüşmediğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Kaldı ki, Topraklı’nın bahsettiği coğrafyada 1075’den itibaren Türkiye Selçuklu Devletinin egemen olduğunu, Bizans’ın bu bölgede Peçeneklerle mücadelesinin söz konusu olamayacağını belirtmek gerekir.

KAYNAKLAR

– Akdağ, Mustafa (1979), Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c.1, 3.bs. İstanbul: Tekin Yayınevi

– Anna Kommena, (1996), Alexiad: Malazgirt’in Sonrası /çev. Bilge Umar, İstanbul: İnkılap Kitapevi

– Cebeci, Ahmet H. – Ramazan Topraklı (2018), 16. Asırda Hamid Sancağı, Ankara: Semih Ofset

– Demirkent, Işın (1996), Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara: Türk Tarih Kurumu

– İnalcık, Halil (1997), “Osmanlı Beyliği- Osman Gazinin İznik Kuşatması ve Bafeus Muharebesi”, Belleten

– Kurat, Akdes Nimet (2016), Peçenekler, Ankara: Türk Tarih Kurumu

– Sevim, Ali – Erdoğan Merçil (2014), Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Ankara: Türk Tarih Kurumu

– Topraklı, Ramazan (Temmuz 2015), “Alaşehir ve Ladik Neresi? (Yeryüzü Değişikliğine Bağlı Yorum Hataları)”, Hamideli Tarih, sayı:2

– Topraklı, Ramazan (Mart 2016), “Tarih Yazımının Mekan İle Yüzleşmesi (Göller Bölgesindeki Yeryüzü Değişikliğinin Tarih Yazımına Tesiri”, Hamideli Tarih, sayı:3.

– Topraklı, Ramazan (Mayıs 2017), “Rum Denizinde Türkler: Çaka ve Yalavaç, Hamideli Tarih, sayı:4.

– Topraklı, Ramazan (Mart 2018), “Göller Bölgesinin Tarihi Coğrafyası”, sayı:5

– Topraklı, Ramazan (Mart 2018), “Uz (Oğuz Gölü) ve Levunis Meydan Savaşı (29 Nisan 1091): Anadolu’da Bulunan Peçenek ve Kuman Varlığı Hakkında Yeni Düşünceler”, Hamideli Tarih, sayı:5

– Topraklı, Ramazan (2021), Miryokefalon’un Yeri, 2.bsk. Ankara: Sevinç Matbaası

– Topraklı, Ramazan (4 Mayıs 2021) “Eleştirilere Cevap: Bahadır Kocaman, Sefer Uyanık, Heredot”, dikgazete.com.

– Turan, Osman (1971), Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul:

– Turan, Osman (1997), Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi c.1, İstanbul: Boğaziçi Yayınları

– Turan, Osman (2018), Selçuklular Zamanında Türkiye, 16.bs. İstanbul: Ötüken Neşriyat

– Wittek, Paul (1944), Menteşe Beyliği / çev. O. Ş. Gökyay, Ankara: Türk tarih Kurumu

– Yinanç, Mükrimin Halil (2013), Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, c.1,  Ankara: Türk Tarih Kurumu.

NOT: Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. 

 Dr. İbrahim KARAER

e-mail: [email protected]

 

Yorum bulunmamaktadır.
Konu: SENİRKENT TARİHİ 5: SELÇUKLULAR ZAMANINDA SENİRKENT VE ÇEVRESİ (1)

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.