Türk devlet anlayışı, din ve devrim yobazlarının kaba sloganlarıyla anlaşılmaz. Kısadan söyleyelim: Bizde devlet objektif kurallara bağlıydı. Gerçekçi bakılırdı. Başka türlü zaten büyük devlet olunmaz. Orta Çağ’da din tesirinin önde görünmesi dönemin özelliğidir, devletlerin dine dayalı kurulmalarındandır. Buna rağmen, dine-hukuka uygunluk yanında, örf ve âdetler ile çok yönlü dünya şartları belirleyiciydi.
Osmanlı, dini devlet kontrolünde tutmak isterdi. Kötüye kullanılacağını bilirdi; çünkü mistik hareketlerin bile çeşitli kargaşalara yol açtığı Selçuklu’dan sonra kurulmuş ve Beylikler Dönemini yaşamıştı. O dönem önemli bir laboratuvardır. Osmanlı, fetih ve dünyayı yönetme anlayışının rûhunu “Îlây-ı Kelimetullah” (Allah adını yüceltme) olarak koyarken de dinin mayınlı alan olduğu gerçeğini unutmuyordu. Din yorumunun Türk yönetme geleneğiyle uyuşması önemli bir meseledir. Türk, Osmanlı döneminde de dünyaya hükmederken, yaradılışın temel kanunlarına ters hareket etmeyeceğini, herkesin hakkını gözeteceğini temin ediyordu. Muazzam bir idare ve inanış felsefesidir.
Devlet aklı
Osmanlı devlet aklı, protokolde Şeyhülislam‘ı, Sadrazam‘(Başbakan)dan hemen sonraya koyarken, dine ve bilime verdiği değeri gösteriyordu. Yalnız, din ve bilim adamlarına, devleti temsil eden Padişah üzerinden bir mesaj daha veriyordu: Dünyayı kurallarla -keyfî değil- idare edecek siyaset benim işimdir. Din hayatının düzenleyicisi ve koruyucusu da benim.
Bu dikkat devletimizde hep vardı. Fakat dinden gelen öyle dizgin tanımaz bir güç ki, oradan beslenenlerin semirmesine engel olmak zorun zorudur. Sistemi gayet iyi kursanız da bu güçle palazlananları tam kontrol edemezsiniz. Nitekim edemedik. Güç bağımlısı, hırsının kölesi, sahtenin sahtesi bozgunculardan bol çıktı. Ağır tecrübeler geçirdik. Batı ve dünya örnekleri de bizim yaşadıklarımızı doğruluyor. Orta zamanların sonunda, tarihi iyi bilen yönetici fikrin yapacağı tek şey kalıyordu: Din alanını siyasetten uzaklaştırmak ve devlet idaresinde tayin edici olmaktan kurtarmak.
Din diye diye
Bileceğimiz bir önemli husus daha var: Günümüz simsarlarının tarih kurgusu da kendilerine göredir ve hemen tamamıyla yanlıştır. Osmanlı hiçbir zaman İhvan, İşid, Taliban ve diğer istismarcılığı azgın bir sürü cemaatin anlayışında olmadı. Zerrece prim vermesi ihtimali de yoktu. Bizde, 18. asırdan itibaren bu tür hareketlere karşı uyanıklık iyiden iyiye artmıştır. Bunları bileceğiz.
İstismarın, yarım hoca karakterinden, samimiyet eksikliğinden beter sonuçlar doğurduğunu da bileceğiz. “Hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme” atalar kabulünü çok yazdım. Halkın bu düşünceye gelmesi için çok şey yaşanması lazımdır. Kötüler iyileri bastırmasa bu söz söylenmezdi. Hoca, yaptığı yapılacak bir örnek olmaktan çıkalı kim bilir kaç asır geçti.
Tarih ve yaşadıklarımız bize bir başka ayna daha tutuyor: Halkın safiyeti, samimi inancı, dini konulara ilgisi ve ihtiyacı devam ettiği sürece dinin sahtesi de rağbet görüyor. Din simsarlığına açık oluşun belki en önemli sebebi bu insan ve toplum yapısıdır. Her zaman aşılması zor engeldir. İletişim çağında bu sahteliklerin uzun süre saltanat sürmesi, maya tutturması zordur, denemez. Her devirde mutasyona uğrayarak hasta ettiği açık bir gerçek. İnsanoğlunun yaradılışla ilgili (ontolojik) problemlerine dinin hazır cevabı, gelecek kaygısını idare edecek şablonlar, ezoterik anlayışlar her zaman kabul görecektir. Bunu bilen din simsarları, korkular üzerine çalışır, endişe yaratır ve avlarını ağlarına düşürürler. Teslim olana, hipnoza uğrayana artık ne isterlerse yapar ve yaptırırlar. Uyanıncaya kadar.
“Din adamlığı” problemli
“Hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme!“ sözünün birinci kısmı da aslında yanlış. Türk irfanı, din fikrini korumak için böyle söyler. Yoksa “Hoca kısmı”nın, çoğunlukla doğru demediğini ve Âkif‘in hazin tespitiyle, “dini maskaraya çevirmek” istediğini görürdü. Bugün, her durumda Kitap‘a değil, gücü elinde bulunduranların ağzına bakanlar bu maskaralığa iman derecesinde bağlıdırlar. Din hayatımız, neredeyse bütünüyle bu sahteliğin kıskacındaysa düştüğümüz felaketli durum ortadadır.
Şartlar ne kadar kötüye giderse gitsin, Türk Milleti’nin cevherine güvenmek bizim için esastır. Kaldı ki, siyasetin emrine girmeyen, gördüğünü söyleyen namuslu din ve ilim adamları da eksik değil. Bu sahteliğin saltanatı uzun sürmez. Sosyolog Ali Şeriatî, “Dindar bir toplumu, din adına, ancak din âlimleri kandırabilirdi, öyle de oldu.“ diyor. Eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, 5 Ağustos 2016’da, “Şu anda fark etmeyebiliriz, ama bu olaylardan en büyük yarayı alan din ve din algımızdır.” demişti. Şimdi bu söz geniş bir kesim tarafından söyleniyor. O halde kesin bir dille söyleyeceğimiz açık: Dini kullanmayı ortadan kaldırmadan bu cangıldan çıkılmaz.
Yorum bulunmamaktadır.