Bir gazete haberi… 12 Eylül öncesinin işkenceci polislerinden Enver Şişman, bir kuyumcu soygununda öldürüldü. Enver ha… Şu Enver…

*****

–Vay vay vay! Kimler gelmiş, hoş gelmiş, sefa gelmiş?

Kim bu adam ya? Tanımıyorum ki ben bunu ama adam beni tanıyor, hem de oldukça iyi tanıyor. Yalnız sesindeki tını hoş değil. Bir ironi var sanki. Umarım yanılıyorumdur.

Yok, yok yanılmam ben… Emniyet Müdürlüğünün 7. Katında, gecenin bu saatinde –sahi saat tam olarak kaç ki, gün ışıdı mı acaba- hem de ellerim kelepçeliyken, unutmadan arkadan kelepçeliyken, bu hoş geldinler hayra alamet değil. Hadi hayırlısı.. Her şey Allah’tan…

— Vay ki ne vay! Gökte ararken yerde buldum seni. Şimdi ben senin ananı…

Tamam işte… Fazla beklemeye gerek kalmadı. Açıldı Pandoranın kutusu… Bakalım içinden daha neler çıkacak.

— Gel bakalım gel, gel de ben senin…

— Baş komiserim, küfretmesek…

Allah allah, bu cümlenin sonunda çenemde patlayan balyozun beni yere sermesine neden olacak ne yaptım ki ben?

— Of, anam!

Sahi, anam ne yapıyor ki şu anda? Canım anam… Sivil ekipler beni yurttan aldığında vakit gece yarısını geçmişti. İki araba gelmişti. Yolda birisi kaybolmuştu peşimizden ya da ben göremiyordum. Arkadan kelepçelemişlerdi ellerimi. Çok ama çok acımıştı ama biraz sonra acı yerini uyuşmaya terk etmişti. Elimi oynatmadan durursam uyuşuk, bir şey hissetmediğim iki duyarsız eldiven gibiydi ellerim. Ama azıcık oynarsa acı sil baştan başlıyordu.

Oynamadan duracağım da bir izin verseler… Yarışa girmişlerdi birbirleriyle… Dirsekleriyle vurma yarışına… Kim daha çok bağırtacak diye… İnat bu ya, bağırmıyordum işte! Dışarıya bağırmıyordum ama içimde çığlıkların bini bir para… Onlarda da küfürlerin… Tabii ki onlarınki dıştan…

— Küfretmesek!

İyi de bu sözde ne var ki? Bu  söz için,  şoförün yanında oturanın dönüp suratımın ortasına indirmesine, daha doğrusu indirmeye çalışmasına ne gerek vardı? Refleksle eğilince, yumruk kafamın üstüne gelmişti. Eli acımıştı herifin… Böğürmüştü resmen. Kafamı öpesim gelmişti o an…

— Senin ananı…

Anamı bilir misin sen benim anamı? Hacı anamı… Beni, kardeşlerimi büyütmek için kışın o soğuklarında hasır dokuyan, elleri nasırlı anamı tanır mısın? Şimdi şu saatlerde muhtemelen ibadet halinde olan garip anamı… Bilsen, tanısan küfür mü edersin böyle? Bilmem benden gecenin bu saatinde neyin acısını çıkartıyorsunuz ama ne kadar kötü olursanız olun, anamı tanısanız, siz de elini öpersiniz onun.  Okuması yazması olmayan anamın bizi okutmak için çektikleri sizin yüreğinizde bile destan olur. O destanı okursunuz gün boyu…

Aklımdan  geçenlerimi mi anladılar, anamın duaları mı geçti bilmiyorum. Sakinleşti arabadakiler… Şöyle bir bakma fırsatı buldum. O kadar apar topar almışlardı ki beni, yüzlerine bile bakamamıştım. Kantinde oturuyorduk bir iki arkadaşla… Sırtım giriş kapısına dönük… Aslında alışkanlık, hep girişi görecek şekilde otururum her yerde ama bu defa ters oturmuşum. Bir an masadaki arkadaşların bakışlarının donduğunu, benim başımdan tutulduğunu, başımın masaya sertçe vurulduğunu, ellerime kelepçe takıldığını hatırlıyorum. Sonra da arabaya, yurdun önündeki değil, onun önündeki arabaya bindirildiğimi hatırlıyorum ve oradan uzaklaştığımızı…

Şoförü ilk görüyordum. Gözlerinde acıyan bir ışıltı bile gördüm ya da gördüğümü sandım. Gecenin bu saatinde nasıl görünecekti gözün ışıltısı.. Olsa olsa karşıdan vuran farlardan dolayı gözde bir yaşarma varsa o hissedilebilirdi ama tanımadığım bu adam kim, bana acıması neyin nesi? Saçma…

Şoförün yanındaki adam… Hemen tanıdım… Alper… Komiser Alper…. Sıkıyönetim dönemi olmasına rağmen en az askerler kadar etkili bir polis… Kinci, acımasız… Daha söylenecek pek çok sıfat var da küfürler için ağzımda kırmızı biber var… Bundan sonrası ancak küfürle anlatılabilir.

Alper’i ilkin okulda bir olayda tanımıştım. Bir iki arkadaşla tuvaletten geliyorduk. Pis bıyık bir tip karşıdan bize yaklaşıyordu. Omuz attı geçerken.. Birbirimize doğru döner dönmez kafayı çaktım. İlk vuranın kazanacağını öğrenmiştim acı tecrübelerle… Sırt üstü düştü. Bağırıyordu bir yandan…

–İmdat! Öldürüyorlar…

Hayda…. Adama bak! Derken biri koluma girdi. Bir başkası da arkadaşımın… Doğru Gençlik Parkı’nın yanındaki karakola götürdüler…

İşte o gün koluma girip götüren bu Alper’di. Daha sonra bir iki karşılaşmamız daha olmuştu.

— Beni tanıdın mı ulan? Gerçi kendimi unutturmayacak bir şey yapamadım sana ama sizin alemde şöhretim yaygındır.

— Tanıyamadım müdürüm…

Bu “müdür” lafı çok işe yarar.

— Ne müdürü ulan?

Bu defa işe yaramadığı kesin. Adamın sesinin şiddetinden araba zıplayacak neredeyse… En iyisi gerçeğe dönmek…

— Tanıdım Alper komiserim…

— Hah şöyle, yola gel. Bak ben seni unutuyor muyum?

Haydaaa! Adamın beni unutmayacağı hiç aklıma gelmemişti. Bir karakol olayı vardı, bir kere de toplum polisinden aldığı copla aramıza dalmıştı.  Az kalsın unutuyordum bir üçüncüsü vardı. En kötü olanı bence…

Beşevler’de yürüyorduk. Kalabalık bir grup… Gırgır şamata… Bir de baktık ışıklardan karşıya geçiyor. Hiç planlamadan, anında bir refleksle tam geçeceği yere toplandık. Bizi fark etti ama geri de dönmedi veya dönemedi. Ne de olsa efsaneydi… Kimse ona dokunamazdı.. Ama biz dokunduk. Sardık çevresini. Onunla yürümeye başladık. Çok korkmuştu serseri… Belindeki silahı aldı bir arkadaş… Ver onu dedim. Verdi. Eğildim kulağına:

— Merak etme Alper! Senin namusuna el uzattırmam.

Arkasına bile bakmadan uzaklaşmıştı oradan.

İşte bu üçüncüsü fena… Bu defa ben üç buçuk atmaya başladım. Eyvah, dedim; bu işin sonu kötü.

— Seni ve Haluk’u Gençlik Parkı’nın yanındaki karakola götürmüştük hani?

Yuh! Hadi Haluk’u hatırlıyorsun. Okul başkanı… Beni ne demeye hatırlıyorsun be adam!

— Neydi o karakolun adı: Solmaz Kılıçtepe. Tamam işte orada size bir fiske bile vuramadan salmıştık ya sizi… O gün benim içime oturdu. Oysa ne planlarım vardı sizin için.. Ama o gün teftiş varmış orada, ne şanslısınız siz.. Tutanakla teslim edip gitmek zorunda kaldık. Biri başkan, biri eğitimci… Ağzınıza sıçacaktık sizin..

Adama bak ya! Hakkımızdaki her şeyi biliyor.

Pis bir kahkahayla lafa karıştı yanımdaki:

— Bugün uygularız komiserim, ne fark eder? Hazır Gölbaşı’na doğru gidiyoruz işte…

Gölbaşı mı? İşte bu boktan bir haber… Gazetelerde neredeyse her gün aynı şey:

“Gölbaşı’nda göl kıyısında bir ceset bulundu. Polis olayı ayrıntılı bir biçimde araştırıyor.”

Yalan! Araştıran falan yok. Şu ana kadar bu bölgedeki faili meçhullerin hiçbiri aydınlanamadı. İçim cız etti. Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Babam, abilerim, ablam, yeğenlerim, arkadaşlarım… Yaşadıklarım, her şey…

Fena adam değildim bence. Öbür tarafa gittiğimde alnım ak olacaktı. İnançlıydım, vatanımı sevmiştim, milletime aşıktım, aileme bağlıydım. Ne yaptıysam bu değerler için yapmıştım. Pişman da değildim. Bir şehadet getirme fırsatım olursa o yeterdi bana…

— Ne uygulaması ulan? Bu paketi – benden paket diye söz ediyordu manyak- sağ salim yerine teslim edeceğiz. Merkezde bekliyorlar.

Alper bunları söylerken ilginç bir şey dikkatimi çekti. Yanımda oturana arabayı kullananı işaret etmiş gibi gelmişti bana.

— Tamam komiserim, ne dersen o! O zaman götürürüz merkeze…

Bir pis kahkaha daha attı hayvan… Ağzımı bozduruyor bana, şu ağzımdaki kırmızı biberi yok etmeye az kaldı zaten… Bu defa kahkahaya Alper de katıldı. Diğer yanımdaki de gülüyordu ama çok içten olmadığını hissediyordum. Bir tek şoförün ağzını bıçak açmıyordu. Tepkisini ölçemiyordum. Gözlerinde az önceki ifade duruyor mu çok merak ettim doğrusu.

— Hadi artık dolaşmayı bırakıyoruz, merkeze…

–Emredersiniz komiserim.

Şoförün sesini ilk kez duyuyordum. Munis bir sesti bence.. Ya da bana öyle gelmişti. Arabada tek ona güvenyordum. O hale gelmiştim ki bileklerimdeki kelepçeyi, uyuşmayı, kafamdaki acıyı, her şeyai unutmuştum. Denizin ortasında yılan görsem sarılacaktım.

Çok geçmedi… İskitler’de Konya Yolu’ndaki Emniyet Müdürlüğü’ne geldik. İte kaka indirdiler beni. Ellerim yine çok acıdı. Delikanlılığa sığmasa ağlayacağım. Öyle çok acıyor yani… Doğru asansöre götürdüler… Bu kötü haberdi. Bodruma götürseler, en geç ertesi günü salarlardı ama 7. kata gidiyorduk.

  1. kat nezarethaneleri iki bölümdü. Girişte sağda kalan bölüm, içinde tahta bankların olduğu, genellikle şu veya bu gruptan yirmi otuz kişinin bulunduğu genişçe bir yerdi. Buranın parmaklılklı yüksek pencerelerinden Konya Yolu’nu görebiliyordunuz. Girişte sol tarafta ise tek kişilik hücrelerin olduğu bölüm vardı. Şu ana kadar oraya gitmemiştim. Bodruma ve geniş salona uğramışlığım vardı. Sol tarafta bir de tuvaletler vardı. Bir iki defa o tuvaletlere gitmiş, tek kişilik hücrelerin önünden geçmiştim. Gitmedim dediğim hücrelerin içiydi.
  2. kat nezarethanelerinin önüne geldik. Kapı açıldı. Şimdi burada sağ tarafa gidersek kötünün iyisiydi. Biraz sopa, biraz göz korkutma sonrası mahkemeye götürülür, sonra serbest kalırdın. Sol taraf boktan bir yerdi. İşte benim dilimdeki kırmızı biberin sonu.

Kapı açıldı. Alper kolumdan çekiyordu. Bileklerim acıyordu, hem de çok…

Sağa Alper sağa.. Hadi sağa… Alper dinlemedi beni. Sol tarafa sürükledi. Şok halindeydim.

İlginç olanı, neden buraya getirildiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Ve sol tarafın kapısı açıldı.

Olsun ya.. Belki tuvalete götürecektir beni. Şimdi bileğimdeki kelepçeleri açacak, yürü yap ulan çişini diyecek, sonra da sağ tarafa götürecektir.

Yürüdük… Tuvaletler solumuzda kaldı. Soran bile yok. Tuvalete gitsem, dedim. Donuna yap dedi adını bilmediğim pis kahkahalı olanı. Sonra yine pis bir kahkaha attı..

Bir odanın kapısının önünde durduk.

Kapıyı vurmadan içeri girdi Alper… Pis kahkahalıyla dışarıda kaldık biz. Zaman geçmiyordu. Ne olacaksa olsundu, bileklerim acıyordu.

Ve kapı açıldı. Alper’le biri daha çıktı içerden. Daha genç biri… Ama daha okumuşu anladığım:

–Vay vay vay! Kimler gelmiş, hoş gelmiş, sefa gelmiş?

Ve küfür… Ve yumruk… Ve sırtüstü düşüş… Ve Pandora’nın kutusu…. Ve anam…

Yumruğun acısı daha geçmemişti. Üzerinden ne kadar süre geçmişti hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, yurdun kantininden alınışımdan itibaren tüm olanların gözümün önünden tek tek geçmesiydi. Bir de anam… Bir de bileklerimin acısı..

— Sağ ol Alper abi, bundan sonrası benim işim… Gözün arkada kalmasın.

Göz kırptı uğurlarken Alper’i… Kaybetmezsek bulduk. Kimdi bu adam ya? Gerçi biraz gözüm ısırıyordu ama… Dur bakalım..

— Kaldırın şu pisliği…

Kolumdan asılarak kaldırdı biri… Dudağımı hissetmiyordum. Ağzımda bir kan tadı vardı. Kim bilir ne haldeydi suratım…

— Beni tanıdın mı ulan?

Haydaaa! Bu gece aynı soru , aynı kelimelerle ikinci defa karşımda.

— Kusura bakmayın müdürüm, çıkaramadım.

Bu defa “müdür” işe yaradı galiba…

— Ben sana kim olduğumu hatırlatacağım merak etme? Pelin yurtta mı hala?

Aha! Jeton düştü. Bu tip, Polis Enstitüsünde öğrenciyken yurttan Pelin diye bir öğrenciyle çıkıyordu. Bizim gençler de bir alt sokakta bunu sıkıştırmışlar. Mahalle raconu işte… Gelip bana da anlatmışlardı da ben pek umursamamıştım. Demek ki adam benden biliyor. Yurt müdürüyüz ya… Tam da tatlı tatlı yemenin, acı acı… hikayesi işte.

İyi de bunun için koskoca polis teşklilatı yurdu basacak, beni alıp getirecek değil ya…

— İsmail, gel buraya… Al bunu, at hücreye… Şu elimdeki iş bitsin, bununla ben ilgileneceğim. Enver Abi almasın elimden… Ben de söylerim ama sen de bana özel olduğunu hatırlat.

Sonra bana döndü:

— Beni nasılsa bundan sonra hiç unutamayacaksın. Adım Oktay… Unutma Oktay… Seni dünyaya geldiğine pişman edeceğim. Al bunu İsmail…

Herhalde burası yolun sonu… Allah taksiratımı affetsin. Artık yapılacak tek şey dua. Bekleyelim ve görelim.

****

— Gel kardeşim…

Allah Allah, akşamdan beri duyduğum ilk insanca söz. Kim bu deyip baktım, İsmail. İsmail’i hiç unutmadım ve unutmayacağım.

Koridoru dönünce İsmail’in ilk işi kelepçeleri çıkarmak oldu. Kan oturmuştu yerlerine… Tuvalete götürdü. Su tuttuk izlerin üzerine…

— Ben kantinde bulursam buz getiririm. Buz koyarsın, dedi.

Tuvalete girdim, hiçbir şey yapamadım. Gene İsmail, normal olduğunu, gece nöbetçi olduğunu, ihtiyacım olduğunda kapıya vurmamın yeterli olduğunu söyledi. Bir hücrenin önüne geldik. Tam karşıda duvara dayalı, hasta muayene masası gibi üzeri muşamba kaplı bir sedir vardı. İster otur ister uzan. Onunla kapı arası da iki adım. İstediğin kadar tur at.

Ve bir kilit sesi… Yalnızım, kendimle baş başa, hücredeyim.

Az sonra, yine bir kilit sesi.. Ürküyorum… Yine İsmail:

– Al şu buzu.. Şu da battaniye.. Yalnız Oktay  ya da Alper’e göstermemeye çalış. Görürlerse de önceden kalmış, de. Benim gücüm onlara yetmez. Ekmek parası, evde çoluk çocuk…

–İsmail abi… Sen fazlasını bile yaptın. Allah razı olsun. Bize gereken tek şey sabır… Gitmeden son bir şey, saat kaç?

— Dört buçuk, yaklaşık..

Yine yalnızlık… Uyku… derin bir uyku…

Çığlıklar.. Küfürler… Bir kulağımda “Allahım sabır ver!” diğerinde kahkahalar… Hangisi önce, hangisi sonra? Gerçek mi, değil mi?

Gözlerimi açtım. Hücredeyim hala… Rüya değil ama… Çığlıklar devam ediyor, sonra küfürler ve o pis kahkaha… Bu kahkahayı unutamam.  Bu arabadaki kahkaha… Ey pis kahkaha, seni ciğerinden fışkırtan o vücudun adını öğreneceğim, kesin öğreneceğim.

Çığlık, küfür, kahkaha… Kaç saat geçti ya da kaç gün, bilmiyorum. Hücrenin tepesndeki lamba bazen yanıyor, bazen etraf zifiri karanlık. Bir kere yemek geldi… Buz gibi olmuş bir Adana ama çok lezzetliydi. Ayran da vardı. Ayranı pek sevmem fakat ayran da çok güzeldi.

Çığlık, küfür kahkaha… Yeter artık ya… Buna katlanamıyorum. Alın beni de artık. İşkence mi yaparsınız, öldürür müsünüz? Yeter… Allah’ım sabır ver!

Çığlık, küfür, kahkaha… Keşke kemerimi almasalardı. Yukarıya uzanır mıydı kemerim acaba? Keşke cüzdanımda bir jilet taşısaydım. Gerçi cüzdanı da aldılar ya…

Aman Allah’ım! Aklıma gelenlere bak. Tövbe ya Rabbi! Sakin olup düşünmeliyim:

Beni neden aldılar buraya? Bilmiyorum ama herhalde ergen gençlerin sorunu olan bir kız meselesi için değil. Bir suç yönelteceklerdir. Yapmadığım için suçu kabullenmesem ne olur? Sonu işkence… Peki kabullensem, sonu cezaevi… Peki delil var mı? Yok. Savcı ifadesinde polis ifadesini reddetsem ne olur? Savcılığa resmi girişim olduysa yeni ifade alınır. Zayıf bir ihtimalle de geriye, buraya dönüş veya faili meçhul… İhtimalleri yeniden sıralayalım: Cezaevi, ölüm, işkence… En kötüsü ne: İşkence!

O zaman benim stratejim belli: İfade almaya gittiğimde ne derlerse kabul edeceğim. Sonrası Allah kerim.

İlginç, bu kararı alınca biraz daha rahatladım. Daha uzun ve işkence sesiyle bölünmeyen bir uyku.

Ve kilit sesi. Hücrenin kapısı açıldı. Acıyan iki göz ve ezik bir ses:

— Oktay Komiserim bekliyor.

Net, rahat ve kararlı bir ses tonuyla:

— Gidelim.

Çok şaşırdığını hissedebiliyorum bana eşlik eden polisin. Korkan bir ses tonu bekliyordu büyük ihtimalle… Yavaş adımlarla gittik yan koridora… Bir odaya girdik. Filistin askısı bir tarafta, akü ve kablolar bir tarafta… Bir masa, hasta sedyesi gibi… Kör bir ışık…

Bir başka polis geldi odaya… Oktay Bey, odasında bekliyor dedi. Anlam veremedim ama çıktık oradan. Odanınn önüne geldik. Kapıyı vurdu polis, İçeri girdik. Oktay:

— Gel bakalım, şanslı p…., dedi. Aynen iade ettim ama içimden.

— Bugün çok kuvvetli bir torpil devreye girdi; dua et bugüne kadar elimdeki iş yetişmemişti, seninle ilgilenemedim ama hep aklımda olacaksın. Bugün mahkemeye çıkman gerekiyor. Şu kağıttaki soruyu oku, altına ifadeni yaz. Bu defa kurtuldun ama bir dahakine seni kimse elimden alamayacak.

Galiba daha bir şeyler söyledi ama bir kulağımdan girdi bir kulağımdan çıktı. Kağıdı aldım elime merakla. Yurdun yukarısındaki mahallede bir kahvehane taranmış. 1. 80 boylarında esmer ve gözlüklü biri aşağıya doğru koşmuş. O tarafta da yurt varmış.

Saçmalığın daniskası… Gözlük dışında beni çağrıştıracak hiçbir şey yok…

Neyse kurtuldum ya boş ver…

Şükür, çok şükür ya Rabbim..

— Şimdi buradan doğru Mamak Sıkıyönetim Mahkemesine gidiyorsunuz. Bundan sonrası savcının işi.. Ben anlamam. Al şu kutudan cüzdanını, kemerini… Defol!

Telefona sarıldı Oktay. Alper Abi dedi… Eyvah, dedim. Alın emaneti, dedi. Gölbaşı muhabbetini hatırladım. Artık gerisi sizin işiniz, dedi. Faili meçhuller gözümün önüne geldi.

Aynı araca bindik… Baktım şoför yerindeydi, solumdaki sessiz adam da… Pis kahkahalı da … En son öne Alper oturdu. Enver emaneti sıkı tut, diye tembihledi. Pis kahkahalı, Merak etme, dedi.

Ve ben adını öğrendim… Enver, Piç Enver… 12 Eylül öncesinin işkence uzmanı Enver… Adını duyardım da seni hiç görmemiştim Enver… Allah belanı versin Enver.

Araba hareket etti… Nerede olduğumu görmem ve anlamam çok zordu. Kafamı oynatmama izin vermiyorlardı. Gene kelepçe, gene acı… Aklım oraya da takılıyordu.

Derken araba durdu: Eğildim baktım, bir nizamiye:

Mamak Muhabere Okulu… İçeride de Sıkıyönetim savcılığı, mahkemeleri ve ceza evi…

Ve ben buraya ulaştım diye neredeyse çığlık atacaktım. Mutluluk çığlığı…

Ve içeri adım atınca ilk askere sarılacaktım. Bir yumruk yeme pahasına…

 

ERCAN ÇALIŞKAN

 

 

 

 

Contributor
Do you like Ercan ÇALIŞKAN's articles? Follow on social!
Yorum bulunmamaktadır.
Konu: Çığlık ve Karanlık

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.