Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığının 30. yıldönümünde Türk Keneşi İstanbul’da toplandı ve Türk Devletleri Teşkilatı adını aldı. Bunu sonra değerlendireceğiz. Önce nasıl bir otuz yıl geçirdiğimize bakmak lazım. TürkeşTürk Kurultayları‘nı başlattı. Demirel ve Özal‘ın Türk Cumhuriyetleri‘ne gösterdikleri ilgi yüksekti. Onlardan sonra, 2000’e girerken durağan bir döneme girildi. Yeni iktidarımızla ilgi sıfır noktasına kadar indi. Son yıllarda görülen canlılıkta iki husus rol oynadı: Birincisi bizimkilerin bütün dış politika tercihlerinin yanlış çıkması ve yalnızlığa düşmemizdir. İkincisi ve kurtarıcı rol oynayan Nazarbayev‘in akıllı zorlamasıdır. Onun fikir önderliğiyle bugüne gelindi.

Otuz yılda neleri yapıp neleri yapamadığımızı çok yönlü çalışarak ortaya çıkarmak ilk iştir.

 

Kapılar aralanınca

1990 yılından itibaren Sovyet coğrafyasındaki Türk bölgelerine gidenlerdenim. Türk’ün büyük evlâdı Turan Yazgan‘ın Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı‘nın düzenlediği gezilerle başladık. İlk seferimizde Azerbaycan, Özbekistan ve Tataristan’a gittik. Dönüşümüz Azerbaycan üzerindendi. 20 Ocak kırımını takip eden aylardaydı. Elçibey aranıyordu. Bir gece yarısı, rahmetli Halil Açıkgöz, “Sizi Elçibey’le görüştüreceğim” dedi. O gizli görüşmeyi videoya kaydettik ve deşifre edilerek yayınlandı.

Bir yıl sonraki gidişimiz yine Sovyet zamanındaydı. Sovyet Elçiliği’nin müsteşarlarından biri de bizimleydi. O şekilde izin vermişlerdi. Bağımsızlığın habercisi pek çok olaya şahit olduğumuz son gezi odur. Azerbaycan’da coşkunlukla karşılanmamıza şaşılmazdı. Kazakistan’da, Almatı Havaalanı’nın içinde Alaş Orda pankartıyla karşılanmamız büyük sürprizdi. Heyetimizde bulunan Radio Liberty‘de çalışan rahmetli Hasan Oraltay için de ayrı bir pankart açılmıştı.

Yakın görüşlerimiz ve bilgilenmemiz böyle başladı. İlk yıllar duygu yoğun geçti, normaldi. Kapılar açılınca, hayal ettiğimiz o âleme duygularımızla daldık. Bazılarıyla yüzyıllar süren ayrılığın son yetmiş yılı Sovyet idaresindeydi. Onlar da biz de değişmiştik. Bu değişmeleri iyi anlayamadık. Karşılaşmaların bir kısmı bundan dolayı olumlu sonuç vermedi. Zayıf kafalar, kırılgan inanışlarıyla bizi yordular. Türkçü Turancı görünen dostlarımızdan dökülenler oldu. Bu kırılmaların bize ayak bağı olduğunu da çok yaşadık. Bunlar olur.

On yıl içinde Moskova toparlanamazsa, bağımsızlığın devam edeceğini düşünenlerimiz çoğunluktaydı. Bu görüş Türk Cumhuriyetleri’nde yaygındı. Bütün gayretimiz o güce erişmemizi sağlayacak gelişmeleri sağlamak içindi.

1999’dan itibaren üç yıl TRT Avrasya Televizyonu‘nun(Şimdiki Avaz) başındaydım. Nevruz ve bağımsızlık bayramlarını Avrasya yanında diğer kanallarımızdan da yayınlamaya idarecilerimizi ikna ettim. Bu konuda -makam adını doğru hatırlamayabilirim- İkili İlişkiler Genel Müdürü, şimdi söyledikleri çok tartışılan Ünal Çeviköz‘ün de yardımı oldu. Kanal Sorumluluğu’na getirilince, Dışişleri Bakanlığı‘nı aradım, Ünal Bey‘i bağladılar. “Nevruz Bayramını Özbekistan’dan canlı yayınlasak nasıl olur?” dedim. “Çok iyi olur. İlişkilerimiz sıfır noktasında. Yol açılır. Siz bize hemen yazın..” dedi. “Henüz bu fikrimden bizimkilerin haberi yok, sizinle görüşmeye göre konuşacağım.” dedim. Ertesi gün, Ünal Çeviköz imzalı Dışişleri yazısı Genel Müdürümüzden havale edilmiş olarak önümdeydi. Durumumu anlamış olacak ki telefon görüşmemizden bahsederek hiç beklemeden kendisi yazmıştı.

Canlı yayınlara öyle başladık. Nevruz yayını yanında Kıbrıs ve Tacikistan’ı da dâhil ederek, 8 ülkenin iştirakiyle toplu ve Türkiye ile ikili konserler düzenledik. Özbekistan Müstakillik(Bağımsızlık) Bayramı‘nı yıllarca ve iki yılda bir yapılan Şark Terâneleri Müzik Yarışması‘nı Semerkand Registan Meydanı‘ndan üç dönem canlı yayınladık. Türkmenistan’ın Garaşsızlık Bayramı‘nı da aynı yıl vermeye başladık. Diğer ülkelerin bayram kutlamaları canlı yayına uygun olmadı ama haberlerini genişçe verdik, programlarımızda değerlendirdik.

 

Onuncu yıl psikolojik sınırdı

2001 yılının 31 Ağustosunda Özbekistan Müstakillik Bayramı‘nı TRT kanallarından naklen yayınlamak için gidişimde farklı bir hava yaşanıyordu. 10. yıl besbelli bir eşikti. Bir gün önce devlet yetkilileriyle son prova sırasında da bunu konuştuk. 19.30’da muhteşem tören başladı. İki saatlik yayını o heyecanla anlattım. Sonra Taşkent’in içinden akan Enhar boyunda bir lokantaya gittik. Masaya oturmadan, Özbekistan Radyo Televizyonu’nun Genel Müdür Yardımcısı Ferhat Ruziev omuzlarımdan kavradı ve sıkıca sarılarak “Yağmur Eke! İşte şimdi işi bitirdik…” dedi.

Onuncu yılda Türkiye’de de de paneller, konferanslar, konserler düzenlendi. Türk Ocakları Genel Merkezi‘nin sempozyumunda ben de konuştum. Sonunda şöyle dedim: “Biz olanı iletiriz. En çok ilettiğimiz temennilerdir.”

Evet, otuz yıl içinde hayalleri, temennileri hayata geçirmekte eksik kaldığımız doğru. Yapılanlar da kolay olmadı. On iki yıl önce Türk Konseyi‘nin (Türk Keneşi) kurulması önemli bir merhaleydi. Kurucu Genel Sekreterliği’ne Halil Akıncı‘nın getirilmesi büyük talihimizdi. Onun tayini doğrumuzdu; şimdi Binali Yıldırım‘ın “Aksakal” seçilmesi on katlı yanlışımızdır. Türkiye’nin bir büyük derdinin kayırmacılık ve bizim adam seçimi olduğu bir kere daha böyle yaşandı.

İsimler değişir. Yeter ki niyeti bozuklar meydandan çekilsin. Akıllı hareket edersek yeniden şekillenen dünyada, birliğin kuvvet ve kudretiyle Türk gücü hissedilecek.

Contributor
Yorum bulunmamaktadır.
Konu: Otuz yılın karnesi

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.