Dr. İbrahim KARAER

Özet

Ömer Seyfettin milli edebiyatın kurucularından olup Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem ile birlikte Türk dilinin sadeleştirilmesi hareketini başlatmış; Türkçenin kendi kurallarına uygun yazılması, Arapça ve Farsça sözlüklerden arındırılması için çalışmıştır. Ömer Seyfettin, edebi kişiliğinin yanı sıra savunduğu “Türkçü” fikirleri ile de öne çıkmış; yazdığı şiir, hikaye ve fikir yazılarında Türklük bilincinin uyanmasına büyük katkı sağlamıştır.  Onun geride bıraktığı eserler, edebiyat ve düşünce hayatımızda derin iz bırakmıştır. Bu sebeple ölümünün üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen kendisinden sitayişle bahsediyoruz. Ömer Seyfettin, “bütün Türklük” fikrine sahipti; dünyada Türk dilini konuşan 100 milyon Türkün varlığına inanıyordu. Ona göre; Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti öncülüğünde bütün Türkler tek bayrak altında birleşecek, Osmanlı Hakanı bütün Türklerin İlhanı olacaktı. Doğudan Batıya, İstanbul’dan Pekin’e büyük Türk medeniyeti yeniden kurulacaktı. Ancak Ömer Seyfettin savaşın sonunda yanıldığını anlamış; Türk Birliğinin gerçekleşmesi için silahtan önce, dile, eğitim ve bilime önem verilerek kültür birliğinin sağlanması gerektiğini söylemiştir.

Ömer Seyfettin Hakkında

Ömer Seyfettin, 28 Şubat 1884 tarihinde Gönen’de doğdu, 6 Mart 1920’de İstanbul’da öldü. Onu, ölümünün 100. yılında şükran ve rahmetle anıyoruz. Ömer Seyfettin, 1903’te Harbiye Mektebinden mezun oldu. Teğmen rütbesiyle orduya katıldı. Bir süre sonra askerlikten ayrıldı. Selanik’te yayımlanan “Genç Kalemler” dergisindeki yazıları ile ünlendi. Balkan Savaşı sırasında tekrar askerlik görevine döndü, daha sonra askerlikten ayrılarak edebiyat öğretmeni ve yazar olarak hayatını sürdürdü. Yazılarında yalın ve halkın konuştuğu dili kullandı. Türkçenin kendi kurallarına uygun yazılmasını, Arapça ve Farsça sözlüklerden arındırılmasını istedi. 36 yaşında vefat eden Ömer Seyfettin 3 roman, 150’den fazla hikaye, 3 piyes, 90’dan fazla şiir, 20 tercüme, 2 hatıra defteri, 200’den fazla makale ve Türkçülüğe dair 3 risale (kitapçık) yazdı. Ömer Seyfettin siyasi görüşleri itibariyle İttihat ve Terakki taraftarı idi. Yazı yazdığı gazete ve dergilerin bir kısmı İttihat ve Terakki Partisi ile irtibatlı idi. 1914’te yayımlanan “Yarınki Turan Devleti”, “Mektep Çocuklarında Türklük Mefkuresi” adlı risalelerinde bir taraftan Ziya Gökalp gibi partiler üstü bir anlayışla Türklüğün uyanışı ve uzak hedefleri için fikri meseleleri ele aldı. 1914 yılında yayımlanan “Milli Tecrübelerden çıkarılmış Ameli Siyaset” adlı eserinde olduğu gibi, zaman zaman İttihat ve Terakki’nin propagandasını yapan yazılar ve risaleler de yazmıştır (Ömer Seyfettin, 2015: 30) .

Osmanlı Devletinde Türkçülük / Turancılık

Ömer Seyfettin’in düşüncelerini anlayabilmek için, Meşrutiyet dönemindeki siyasi olayları ve düşünce hayatını göz önünde bulundurmak gerekir. XIX. yüzyılın ikinci yarısında edebiyat sahasında gelişmeye başlayan Türkçülük fikri; Balkan yenilgisinden sonra siyasi kimlik kazanarak Osmanlı Devleti sınırlarını aştı. Bu gelişmede Ziya Gökalp, İsmail Gaspıralı, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali Turan, Ömer Seyfettin gibi Türkçüler ile Türk Ocağı gibi kuruluşların, İttihat ve Terakki Partisi ile uluslararası siyasetin etkisi oldu. Bu dönemde Pantürkizm (Türk Birliği) ve Turancılık tartışmaları alevlendi. Bütün Turani kavimlerin, Ural-Altay halklarının bir bayrak altında birleşmesini savunan ve Macaristan’da gelişen “Turan” fikri, Türkçüler tarafından da sıkça dile getirildi. Ancak Türkçüler, Turan’ı, daha dar anlamda “Türk Birliği”nin karşılığı olarak kullanıyorlardı. Türkçülere göre; “Turan”, Türklerin yaşadığı milli vatandır ve bütün Türkleri tek bir bayrak altında birleştirme ülküsüdür. “Turan”, tarihte ilk kez Hun İmparatoru Mete tarafından gerçekleştirilmiş; son olarak XV. yüzyılın başında, Asya içlerinden Anadolu’ya uzanan Timur orduları da bütün Türkleri tek bayrak altında toplamayı başarmıştır.

Ömer Seyfettin de, Turan’ı Türklerin oturduğu, Türk vatanı olarak tanımlamıştır. Ona göre; Acemistan’da, Afganistan’da, Türkistan’da, Buhara’da, Kaşgar’da, Çin’de, Kafkasya’da, Kırım’da, Rusya’da ne kadar Türkçe konuşan Müslüman varsa bizim milletimizdir. Ve onların oturdukları yerlerin hepsine birden “Türk Vatanı” anlamında “Turan” denir. Anadolu, Turan’ın bir parçasıdır. Balkan yenilgisi, büyük toprak kaybının yanı sıra psikolojik yıkıma da sebep olmuştu. Osmanlı Devletinin kurtuluşu için yeni bir ruha ihtiyaç vardı. Bütün ümitlerin söndüğü bir ortamda, güneş gibi doğan Türkçülük / Turancılık fikri, birçok edebi ve tarihi eserin konusunu oluşturdu, aydınları ve gençleri derinden etkiledi. Ömer Seyfettin’in Primo Türk Çocuğu (1910), Aka Gündüz’ün Türk Kalbi (1911) ve Türk’ün Kitabı (1911), Halide Edip’in Yeni Turan (1912), Ziya Gökalp’in Kızılelma (1914), Mehmet Emin’in Ey Türk Uyan (1914) ve Turan’a Doğru (1918), Müfide Ferit’in Aydemir (1918), adlı eserleri örnek gösterilebilir. Ziya Gökalp şiir ve makalelerinde, Tekin müstear adıyla Ahmet Ferit Tek “Turan” (1914), Ömer Seyfettin “Yarınki Turan Devleti” (1914) adlı eserlerinde; Türklerin tek bayrak altında siyasi birlikteliğinden söz ediyordu. Yeni doğan çocuklara, yeni açılan okullara, ticarethanelere “Turan” adı veriliyor; bazı köylerin adları “Turan” olarak değiştiriliyordu.

Meşrutiyet döneminde Turancılık, dış Türkleri Osmanlı’ya, Osmanlı Türklerini de dış Türklere bağlayan yeni bir umut köprüsü olmuştu. Bu ülkü, aydınlar ve gençlik üzerinde büyük etki yaratmış ve İttihat Terakki iktidarı vasıtasıyla –üstü kapalı- bir devlet politikasına dönüştürülmüştü. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile birlikte savaşa girmesi siyasi Turancılık söylemlerini arttırmıştı. Almanya’nın gelişen ekonomi ve teknolojik gücü ile birleşen Türk ordusunun; Rusya’daki esir Türkleri kurtarıp Türk Birliğinin kurulacağına; İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalindeki Mısır, Cezayir, Tunus ve Libya’nın tekrar Osmanlı topraklarına katılacağına dair toplumda bir kanaat oluşmuştu. Bu durum, Turancılık fikrine ilgiyi artırmış, gazete ve dergilerde yazılar yazılmış, kitaplar yayımlanmıştır. Ziya Gökalp, Ahmet Ferit (Tek), Moiz Kohen (Tekin Alp), Halide Edip (Adıvar) gibi Türkçü yazarların eserlerinde; savaşın sonunda esir Türklerin esaretten kurtulacağı, “Turan Devleti”nin kurulacağına dair beklenti içinde oldukları görülmektedir. Ömer Seyfettin de, savaş yıllarında bu inancı paylaşan ve savunan bir Türkçü idi. Bazı Türkçüler, siyasi birliğin kurulması için şartların olgunlaşmadığını düşünmekte idi. Henüz emekleme çağındaki Türkçülüğün güçlenmesi, ayağa kalkması, kendi kendine yeterli haline gelmesi gerekmekte idi. Türkçülüğün babası İsmail Gaspıralı’ya göre siyasi birliği şimdiden tartışmak erken ve gereksizdi. Türkler arasında dil birliği, kültürel birlik gerçekleştikten sonra, siyasi birlik de mümkün olacaktı (Kurtuluş Günlerinde, 15 Mayıs 1918: 184-186).

Birinci Dünya Savaşı esnasında iktidarı elinde tutanlar, millete moral aşılamak, yeni bir ümit ışığı yakmak adına Türkçülüğün son hedefi; Turan’ı “bütün Türkleri tek bayrak altında birleştirme hedefini” öne geçirdiler. Savaşa “İslam Birliği” ve “Turan Devleti” kurmak için girildiğini söylediler. Ancak Osmanlı Devleti buna hazır değildi. Osmanlı ordusu, aydınlar ve İttihatçı liderler; Turan Devletinin kurulması için gerekli bilgi birikimine, herhangi bir plan ve programa sahip değillerdi. Devletin ekonomisi çökmüş, halk eğitimsiz ve yoksuldu. Savaşın sonunda maalesef İsmail Gaspıralı gibi düşünen Türkçülerin haklı oldukları anlaşıldı.

Ömer Seyfettin’in Millet Anlayışı

Ömer Seyfettin’e göre; Millet: Bir dil konuşan, bir din, bir terbiye, bir maarifle birbirine bağlı insanların mevcududur. Bir milleti siyasi sınırlarlar asla ayıramaz.” Ona göre, “Türk” derken ırk ve kan bakımından fazla araştırmaya gerek yoktur. “Bir ferdin Türk olmak için Türkçe konuşması, Müslüman olması, Türk terbiye ve örfünün içinde yaşaması yeterlidir ve Anadolu’da Türkçe konuşan on dört, on beş milyon Müslüman vardır ki hepsi Türk’tür.” (Ömer Seyfettin, 1330: 13. 2020: 103) Ona göre, milletin halk arasında karşılığı “dini dinime, dili dilime uyan”dır.

Ömer Seyfettin, Tanzimat ürünü Osmanlılık fikrine şiddetle karşı çıkmıştır. “Ashab-ı Kehfimiz” adlı eserinin önsözünde; Osmanlı Devleti idaresinde yaşayan her ferdin ırk ve mezhep ayırımı yapılmaksızın Osmanlı milletine mensup olduğu görüşünün, ‘Tanzimat eğitiminin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehim ve hayalden ibaret’ olduğunu belirtmiştir. Ona göre; dili, dini, eğitimi ve kültürü ayrı olan fertlerin toplamından ortak bir millet teşekkül etmesinin imkânı yoktu. “Osmanlılık” gerçekte devletimizin adından başka bir şey değildi. Almanlara Habsburg milleti denilemeyeceği gibi, “Türkçe konuşan bizler de beş bin senelik bir tarihin, hatta pek eski bir mitolojinin sahibi olan bir millettik. Osmanlı Devletinin memleketinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Buhara’da, Kaşgar’da, hasılı nerede yaşarsak yaşayalım yine halis muhlis Türk’tük” (Ömer Seyfettin, 2015: 299-300). Ömer Seyfettin, 1913 yılında Türk Yurdu dergisinde yayımlanan “Hürriyet Bayrakları” hikâyesinde, her biri farklı bir millet olan Araplar, Arnavutlar, Bulgarlar, Ermeniler, Sırplar, Ulahlar ve Yahudileri “Osmanlı” adı altında birleştirmenin imkânsızlığını vurgulamıştır. Milletin tanımında dili ve dini öne çıkaran Ömer Seyfettin, elbette soya da önem veriyordu. “Piç” hikâyesinde “Lakin İstanbul’da doğan, anası Türk, babası Türk olan, Türkçe konuşan bir aileden çıkan, damarlarında Türk kanı akan bir Ahmed Nihad milliyetini değiştiremez” cümlesi, onun milliyette soya verdiği önemi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. (Ömer Seyfeddin, 1980: 7-8.) O, “Yarınki Turan Devleti” adlı eserinde, Osmanlı ülkesinde yok sayılan Türk milletinin, Azerbaycan’dan başlayarak Asya’nın büyük bir kısmında halen yaşamakta olduğunu coşkuyla anlatır. Türkistan coğrafyası hep Türk milletiyle doludur, hepsi Müslüman olup, Türkçeden başka dil bilmezler. Kuzey Türkleri de, Türkçe konuşur ama arada küçük şive farkı vardır. Onlar bizim parçamızdır. Ömer Seyfettin’in anlatımı ile Türkistan, Sibirya ve Altay eteklerinde ve Pamir’deki 70 milyon Türk sanki okuyucu ile kucaklaşmaya hazırdır. O, Türk dünyasını anlatırken Anadolu şehirleri arasında yolculuk yapıyormuşçasına samimi ve içtendir (Ömer Seyfettin, 1330: 13-15. 2020: 103-105).

Ömer Seyfettin, Türk Dili ve Türk Birliği Düşüncesi

Ömer Seyfettin, millet hayatında dilin önemini en iyi kavrayan Türkçülerden biridir. O, Türkçeyi manevi ve mukaddes vatanımız olarak nitelendirmiş, fiili vatanımızı düşmanlardan koruduğumuz gibi, yabancı kelime ve kurallardan onu arındırmamız gerektiğini söylemiştir. Türkçeyi, Türk Birliğinin sağlanmasında en önemli unsur olarak görmüş, bütün Türklerin İstanbul şivesini ortak dil olarak kabul etmesi gerektiğini savunmuştur. 29 Mart 1327 (1911) tarihli Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” başlıklı yazısında; İşkodra’dan Bağdat’a kadar Osmanlı memleketinde yaşayan Türklerin kuvvetli ve ciddi bir gelişme ile varlıklarını ve egemenliklerini sürdürebileceklerini belirtir. Gelişme ise, bilim, edebiyat ve fennin fertler arasında yayılmasına bağlıdır. Bunları yaymak için öncelikle milli bir dile ihtiyaç vardır (Ömer Seyfettin, 2020: 37-38) Bütün Türklük fikrini savunan Ömer Seyfettin’e göre dünyadaki bütün Türkler birbirlerini tanımalı, anlamalı ve birleşmeliydi. Bunun için dil önemliydi. 6 Mayıs 1327 (1911) tarihli Genç Kalemler dergisinde çıkan “Yeni Lisan” başlıklı yazısında; yüz milyon Türk’ün birbirini tanımadığını belirtiyor; bunun sebebini “Dillerini kaybetmişler; ondan!” diye cevaplıyordu. (Ömer Seyfettin, 2020: 45) 25 Aralık 1908’de kurulan Türk Derneğinin hedefleri arasında dil anlayışında halkçılık ile beraber milliyet ilkesine de yer verilmiştir. Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının başlattığı “Yeni Lisan” hareketi, hedefleri itibarıyla Türk Derneği çizgisindedir; dil anlayışını “milliyet” esasına oturtmuştur. Yeni Lisan hareketi, dile çeki-düzen vermeye çalışırken bütün dünya Türklüğünü aynı yazı dili çerçevesinde birleştirmek istemiştir. Polat’a göre, Türkçenin, Türk Birliği (Turan) fikrinin bir unsuru olmasında, Ömer Seyfettin’in önemli bir yeri ve hizmetleri vardır (Polat, 1998: 36-38).

Ömer Seyfettin, Yeni Lisan hareketini ve Türkçenin yabancı kelime ve kurallardan arındırılmasını işlediği yazılarında Osmanlılık ve Osmanlıca savunucularına şiddetle karşı çıkmış; Türkçe, Türk milliyeti, Türklük ve Turan’ı öne çıkarmıştır. Gaspıralı İsmail Bey gibi, o da, İstanbul şivesinin bütün Türkler arasında ortaklaşa kullanılmasını istemiştir. 17 Ağustos 1911 tarihli Dicle gazetesinde yayımlanan “Yeni Lisan” başlıklı yazısında; Batıda, Turan’ın evlatlarına büyük bir düşmanlık olduğunu belirterek, Türk gençlerini “Turanın varisleri yükselmez, onlar gibi olmazsanız, mahv ve perişan olacaksınız” diyerek uyarmıştır. Ömer Seyfetin’e göre, düşmana karşı koymak için asrın yeni silahlarını kullanmak gerekir. Yeni asrın silahları bilim, fen, edebiyat ve felsefedir ki her şey onlardan doğar. Ve onlara sahip olmak için halkın anladığı dil önemlidir. Yazar yazısını, Ziya Gökalp’in “Turan” şiirinden aldığı

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…”

mısraları ile bitirmiştir (Polat, : 1998: 116-117). Yazar, Ziya Gökalp’in “Turan” şiirine; “Yarınki Turan Devleti” adlı eserinde, makalelerinde ve hikayelerinde sıkça yer vermiştir. Yazarın bu tavrı, “Turan’a verdiği önem ve onu hafızalara yerleştirme gayreti” olarak yorumlanabilir.

Ömer Seyfettin, 7 Mayıs 1914 tarihli Türk Sözü gazetesinde yayımlanan “Umumi ve Hususi Türkçe” başlıklı yazısında; Abdullah Tukayef’in yazdığı şiirleri örnek göstererek, bütün Türkler arasında İstanbul şivesinin ortak kullanılmasını istemiştir. Yazara göre, milli vatanın yani Turan’ın şairleri İstanbul Türkçesini öğrenmeğe gayret etmeli, Türkçe dilbilgisi kurallarına uymalıdırlar. Milliyet demek, dil ve milli eğitim demektir. Ortak edebi dili olmayan bir millet rabıtasız sürüler sayılır. Dil, en güçlü bağdır. Bu bağı örmek bütün Turan edebiyatlarının en mukaddes bir vazifesidir. Yazarların da büyük görevleri vardır. Manevi vatan olan dilin savunucuları, askerleri, kahramanları onlardır. Ve dil öyle bir vatandır ki bozulursa artık ne millet kalır, ne devlet (Ömer Seyfettin, 2016: 331-332). 14 Mayıs 1914 tarihinde kaleme aldığı “Türkçeye Karşı Enderunca” başlıklı yazısında; Türklerin milliyetlerini idrake başladığını; iki üç sene içinde Turan, Kızılelma adını taşıyan ticarethaneler açıldığını, ailelerin çocuklarına Türkçe adlar koyduklarını belirtir. Yazara göre, bu milli uyanıklıktan vatan sevgisi, vatan sevgisinden de dil sevgisi doğmuştur. Türkçe bizim manevi ve kutsal vatanımızdır. Bu manevi vatanın bağımsızlığı, kuvveti, resmi ve milli vatanımızın bağımsızlığından daha önemlidir. Bir millet bağımsızlığını kaybetse bile, dilini kaybetmediği takdirde yeniden bağımsızlığını kazanabilir. Enderun edebiyatı, Türkçede ikilik yaratmıştır. Konuşma dili, Türkçe kalmış, yazma dili Arapça, Farsça, Acemce ve biraz Türkçe karışımı milliyetsiz bir şey olmuştur. Türkçe, Türklüğün malıdır ve herkes Türkçenin kurallarına uymalıdır (Ömer Seyfettin, 2016: 333-336).

Ömer Seyfettin, 21 Mayıs 1914 tarihli Türk Sözü’nde yayımlanan “Osmanlıca Değil Türkçe” başlıklı yazısında; milliyetlerin dil ve milli kültür ile ayrıldıklarını, Türk milletinin dilinin de Türkçe olduğunu ve bütün Turan’da bu dilin konuşulduğunu belirtmiştir. Ona göre, İstanbul şivesini şiirde ve düz yazıda ölçü olarak almalı ve yine bu şiveyi bütün Turan’a edebi, mümtaz ve umumi bir edebiyat dili olmak üzere kabul ettirmelidir. “Osmanlı dili” diye bir dilin olmadığını söyleyen yazar, Şemseddin Sami’nin fen nazarında bir Osmanlı dili olamayacağını açıklayan yazısını paylaşır. Şemseddin Sami ile aralarındaki farkı; “O, fen namına söylerken, bizim kalbimizdeki mukaddes Turan heyecanını duymuyordu” sözleriyle “Turan”a, “bütün Türklük” düşüncesine olan inancını ortaya koymuştur (Ömer Seyfettin, 2016: 342-343). 2 Haziran 1914 tarihli Tanin gazetesinde yayımlanan “Güzel Türkçe-2” başlıklı yazısında; Türkçeyi savunurken, Osmanlı sınırları haricindeki Türklerin esaret altında yaşadıklarına vurgu yapmıştır. Yazara göre; Osmanlı Devletindeki Arapların dili nasıl “Arapça” ise, Türklerin dili de “Türkçe”dir ve “Osmanlıca” değildir. Arapça, Osmanlı Devletinin haricindeki esir ve perişan Arapların dili olduğu gibi, “Türkçe” de, Osmanlı Devletinin haricindeki esir ve perişan Türklerin, bütün Türk milletinin, bütün Turan’ın dilidir (Ömer Seyfettin, 2016: 348-349).

Ömer Seyfettin, 4 Haziran 1914 tarihli Türk Sözü gazetesinde yayımlanan “Türkçeye Kimler “Osmanlıca” Der?” başlıklı yazısında; “Osmanlılık bir devlettir. Türklük bir milliyettir. Türklerin dili Osmanlıca değil Türkçedir” diyerek İstanbul Türkçesinin bütün Türklerin edebi dili olduğunu belirtir. Türk Birliğine giden yolu şöyle açıklar: “konuşulan saf, sade, güzel ve kuvvetli İstanbul Türkçesiyle doğacak olan milli Türk edebiyatı, milli bir harsı (culture nationale), dağınık ve perişan kalan büyük milletin içtimai birliğini temin edecek, seksen milyon kardeşimizi muasırlaştıracaktır. Fakat bu kadar mukaddes ve büyük gayeye ancak canlı ve tabii bir dil ile gidilebilir. O da daima tekrar ediyoruz, o kadar sevdiğimiz, konuşurken mahzuz olduğumuz (zevk aldığımız), latif ve ahenkli İstanbul Türkçesidir” (Ömer Seyfettin, 2016: 357-358). 23 Temmuz 1914 tarihli Türk Sözü gazetesinde yayımlanan “İstanbul Türkçesi Hangisidir I” başlıklı yazısına; “Dünyada Türkler kadar lisanca ve coğrafyaca birliklerini muhafaza etmiş bir millet yoktur” cümlesiyle başlamıştır. Yazara göre, “Anadolu’dan, Azerbaycan’dan, Kafkasya’dan, Türkistan’dan geçiniz. Mançuri’ye gidiniz. Hiç tercümana muhtaç olmayacaksınız. Bütün Altay dağlarının çevresinde, Çin’in Kamgo vilayetinde bile Türkçe konuşulur. Fakat her dil gibi Türkçenin de mahalli şiveleri vardır. Fransız milleti Paris şivesini genel dil kabul etmiş olup, mahalli şivelerde gazete ve kitap yayımlanmasını yasaklamıştır. “Biz de İstanbul Türkçesini bütün Türkler için, bütün Turan için milli ve genel dil haline getirmeliyiz” der. (Ömer Seyfettin, 2016: 379)

Ömer Seyfettin, 1914 yılında yayımlanan Nevsal-i Milli’de yayımlanan “Ali Canip Bey ve Sanatı” başlık yazısının başında; yavaş yavaş milli edebiyatın uyanmağa başladığını, konuşulan saf, sade ve güzel Türkçe ile şiirler, edebi parçalar okumak mutluluğuna nail olduğunu belirterek, “her millet kendi dilinde yaşar. Dil, vatan kadar kutsaldır. Filli vatanımız olan Türkiye’de, milli vatanımız olan Turan’da nasıl yabancı düşmanlar bulunmasını istemezsek; dilimizde de Türkleşmemiş yabancı kelimeleri, yabancı kuralları istemeyiz” demiştir (Ömer Seyfettin, 2016: 398). 5 Şubat 1919 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan “Lisan Bağı” başlıklı yazısında, bir milliyet için siyasi sınırların hiç önemli olmadığını, Türk birliğinin en sağlam bağının dil olduğunu belirtmiştir (Polat, 1998: 120). Ömer Seyfettin, 18 Şubat 1919 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan “Milli Kuvvetimiz” başlıklı yazısında; Turan coğrafyasında yaşayan seksen milyon Türk için dil birliğinin önemine işaret etmiştir. Ona göre, büyük Turan’ın kuvveti, nüfusundan ziyade işte bu dil birliğidir. Bu birlik o kadar önemlidir ki yanında askeri, siyasi kıymetlerin hiçbir önemi yoktur. Dil birliği, kültür birliğini meydana getirir. Kültüründe birlik bulunan bir milleti siyasi, askeri hiçbir kuvvet parçalayamaz. (Polat, : 1998: 123)

Ömer Seyfettin’in Hikayelerinde Türk Birliği Düşüncesi

Ömer Seyfettin, Türk edebiyatında en çok hikayeleri ile tanınmış bir yazarımızdır. Onun hikayelerinde kullandığı sade dil, ele aldığı konular ve arka plandaki milliyetçi düşünce önemlidir. Ömer Seyfettin’deki milliyetçi düşünce; millet, dil, din ve ülkü üzerine inşa edilmiştir. Hikayelerinde Osmanlılık düşüncesine karşı çıkmış, Türklük bilincini uyandırmaya çalışmıştır. Ömer Seyfettin’in hikayeleri gerçek yaşamdan kopuk değildir. O, mesleği dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin çöküşüne ve 20.yy’da asırlarca Türk egemenliği altında yaşayan halkların kışkırtma sonucu nasıl Türk devletine düşman haline geldiğine şahit olmuştur. O, milli şuur eksikliğini Osmanlı’daki gerilemenin esas sebebi olarak görmüştür. Bundan dolayı Türkçülük ideolojisini hayatının ve edebiyatının tam ortasına koymuştur (Bahadıroğlu, 16 Kasım 2016). Türkçülük düşüncesini işlediği hikayeleri arasında en ünlüleri Beyaz Lale, Bomba, Hürriyet Bayrakları, Ashab-ı Kehfimiz, Bahar ve Kelebekler, Primo Türk Çocuğu, Çanakkale’den Sonra, Fon Sadristay’nın Oğlu gibi hikayelerini saymak mümkündür. Milli bilinci canlandırmak için Türk tarihindeki kahramanlıkları işleyen Ferman, Kütük, Vire, Başını Vermeyen Şehit, Pembe İncili Kaftan, Kızıl Elma Neresi, Forsa, Topuz, Büyücü, Teke Tek gibi hikayeler de yazmıştır. Yazarın bu tür hikayeler yazmasındaki gayesi; yeni bir Türk ruhu oluşturmaktır. Kahramanlık hikayelerinde yarattığı karakterler; şahsi menfaatten uzak, fedakar, cesur, milletin birliği, devletin yaşaması için kendi canlarını seve seve feda eden insanlardır.

Ömer Seyfettin 1911 yılında yayımlanan “Primo Türk Çocuğu” adlı hikayesine Ziya Gökalp’in “Turan” ülküsünü yansıtan mısralarıyla başladığını görüyoruz. Hikayenin konusu; babası Türk, annesi İtalyan olan bir çocuğun tercihini Türk olmaktan yana kullanması oluşturur. Orhan ile tanışmadan önce Türk olduğunu bilmeyen hatta Türkçe bile konuşamayan Primo, geçirdiği hızlı dönüşüm sonucunda tam bir Türk milliyetçisi olur. Önce ismini değiştirip Oğuz yapar. Kısa zamanda Türkçe öğrenir ve Leon Cahun’un “Gök Bayrak” adlı kitabını okur, Türklüğüyle daha fazla gurur duymaya başlar. Yazar bu hikayesinde; sıkça “Turan”dan söz eder. “Grazia; muzaffer, genç, kuvvetli ve uyanık Turanın karşısında muhakkak yenilgiyle ezilecek olan miskin Batının korkak ve kadından bir sembolü gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu” (…) “Bizim hükümetimizi kuran Ertuğrul ve Osmanoğulları, Turan’dan, Horasan’dan, Altundağından, kalkarak Anadolu’ya gitmişler. Anadolu’da ne kadar Türk varsa birleştirmişler” (…) Balkan bozgunu sonunda Selanik’in elden çıkması üzerine subayları suçlayan hikaye kahramanına babası; bu subayların suçları olmadığını söyler ve “kabahat bize Türklüğümüzü unutturan sebeplerde.” Bu zavallı subayların Turan’ın ne demek olduğunu birbirlerine soracak kadar milliyetlerinden haberleri yoktu. Türk tarihinin bir harfini bile bilmiyorlardı” diye cevap verir. (…) “Doğudan, Turan tarafından bir hilal mavi göğe yükseliyor. İçinde mini mini bir yıldız var” ifadelerinin yer aldığı görülmektedir. (Ömer Seyfettin, 2005: 48,53,69,86,87)

Ömer Seyfettin, 1914 yılında yayımlanan “Turan Masalları: İhtiyarlıkta mı Gençlikte mi” adlı eserinde; Hasan Bey ailesi üzerinden Turan’ın Türk milleti için bir kurtuluş olduğu mesajını vermiştir. Hikayede Azerbaycan, Türkistan, Bağdat, Şam, Anadolu ve Rum’da birçok mal varlığı olan bir Türk Beyinin başından geçenler anlatılır. Hasan Bey, Uluç Bikem adlı güzel eşi, Turgut ve Korkut adlı ikiz çocukları ile mutlu bir hayat yaşarken, gün gelir her şeyini kaybeder. Eşini ve çocuklarını aramak için Acemistan’a gider. Bir gün yolda kendi aralarında tartışan insanlarla karşılaşır. Meğer bu kalabalık İran şehnamesine nazire olarak Turan şehnamesi yazmak için tartışırlarmış. “Hasan Bey, “Ya biraderler, ben de kalem ehlindenim, isterseniz bu destanı ben yazayım” der. Orada bulunanlar “Bre herif! Sen bir Türk’sün! Ata binmekten, kılıç sallamaktan başka bir şey bilemezsin, var git işine…” derler. Hasan Bey, “Ben Türk’üm, ama elim kılıç kadar kalem de tutar. Bir kere tecrübe ediniz. Yazayım, beğenmezseniz, yırtar atar, beni kovarsınız” diyerek bir hamlede Turan destanının birinci koşmasını yazar. Okuyanlar şaşar, bu destanı Acemler sanki kendileri yazmışlar gibi şaha takdim ederler. Şah, “Böyle manzumeyi bizim ilimizde yazan yoktur, kim yazdıysa bulun getirin” diye emir verir. Acemler hakikati saklayamazlar. Hasan Beyi bulup, şahın huzuruna çıkarırlar. Ve şah Hasan Beyi ödül olarak kendisine baş şair yapar ve Turan şehnamesini yazmaya memur eder. Bundan sonra Hasan Beyin talihi değişir, eşine ve çocuklarına kavuşur, Acemistan’a Başvezir olur. Hikaye, “Şahın evladı yoktu, Baş vezirini veliaht etmişti. Bir yıl sonra öldü ve Hasan Bey bir yıl sonra Acem diyarına şah oldu. Bu suretle bütün Asya’nın tahtları gibi Acem tahtı da büyük Türk soyuna geçmişti. Ve hala, bütün Asya’nın tahtlarında olduğu gibi Acem tahtında da büyük Türk soyunun bir evladı oturur” cümlesi ile sona ermiştir. (Ömer Seyfettin, 2015: 258-268)

Ömer Seyfettin’in hikayelerinde Türk’e, Türklüğe ve Turan’a dair bol miktarda malzeme bulmak mümkündür. Ağustos 1329 (1913) tarihli Türk Yurdu dergisinde yayımlanan “Piç” adlı hikayesinde; Bingazi muharebelerine katılmak için Mısıra giden kahramanın ağzından “Bütün Turan, bütün Hindistan esirdi. İngiltere Kralı yeniden, Hindistan’daki eski Türk İmparatorluğunun tahtına oturmak için Mısır müstemlekesinden geçerken şimdi cihan politikasında bir gölge halinde kalan büyük hakanın oğlunu ayağına getiriyordu. Türklerle beraber Araplar da eziliyor, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve nihayet Trablus ve Bingazi’de alınıyordu” cümlesinde görüldüğü gibi Turan’ın ve İslam beldelerinin esaretinden duyduğu acıyı ifade eder (Ömer Seyfettin, 2015: 237-248). 31 Ocak 1918 tarihli Yeni Mecmua’da yayımlanan “Fon Sadriştay’nın Oğlu” hikayesinde; büyük bir üne kavuşan şair ve yazar Orhan’ın doğum günü bayram ilan edilerek törenlerle kutlanır. Orhan hakkında gazetelerde yazılar yazılır. Bu yazılarda; Orhan’ın, milleti gaflet uykusundan uyandırdığı ifade edilir. Orhan “sanat millet içindir” felsefesini benimsediği için halkın içinde yaşamış, halkın duygu ve düşüncelerini yansıtan on ciltlik bir eser yazmıştır. O, İstanbul lehçesini bütün Türk milletine sevdirmiş, Türklerin yaşadığı her yerde tanınmıştır. Orhan’ın doğum günü kutlamaları için Turanın her tarafından onu selamlamak için heyetler gelmiştir. Kaşgar’dan, Buhara’dan Fergana’dan, Hive’den, Altay şehirlerinden, her yerden… (Ömer Seyfettin, 2015: 686-698). Orhan’ı büyük yapan, “Türkçeyi ortak bir dil haline getirmeyi başarması; Hive, Buhara, Semerkant, Kaşgar, Kafkasya, Azerbaycan, Anadolu, İstanbul’da yaşayan Türklerin birbirini anlamasını” sağlamasıdır (Işık, 2020: 275).

Ömer Seyfettin, 3 Nisan 1330 (1914) tarihli “Yirminci Asırda Zeka” dergisinde yayımlanan “Şimeler” adlı hikayesinde, Türkçülük fikrine karşı çıkan dönemin aydınlarını; “musibetçi” ve “muhabbetçi” olarak nitelemiş, yabancılara yaranmak ve kendi menfaatleri uğruna ortaya koydukları fikirleri alaylı bir dille eleştirmiştir. Hikayenin sonunda, muhabbetçi ve musibetçi iki adamı barıştırmak için bir araya getiren büyük adamın, Osmanlılık hakkındaki düşüncesi ve iki tarafa tavsiyesi ibretlik bir olaydır: Büyük adam, “Osmanlılık; Türkleri, Türklük cemaat ve mefkuresinden ayırarak ve milliyetperverlerin mesaisini akim bırakarak insaniyet fikrine çalışmaktaki asaleti izah ediyordu. Bu medeni ve garbi hareketi bütün samimi dostlarımız Avrupalılar takdir edeceklerdi. İşte şime-i muhabbet ile şime-i husumetin birleşmesinden şime-i menfaatin çıktığını söyler. Bu terkibi ben buldum ve ikinizin de felsefesi bu terkibin içinde. İster misiniz size, yani bize bir şiar bulayım. Buldum işte der ve Ziya Gökalp’in “Turan” şiirindeki

“Vatan ne Türkiye’dir, Türklere, ne Türkistan /

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: saman” (saman: zenginlik, rahatlık) olarak değiştirir (Ömer Seyfettin, 2015: 364-366). Yazar, bu hikayesinde milli ülküye karşı olanların iç dünyalarını ortaya koymuş, bunların sadece kendi menfaatlerini düşündüklerini vurgulamıştır. Ömer Seyfettin, sosyal roman olarak nitelendirdiği 1918 yılında yayımlanan “Ashab-ı Kehfimiz” adlı eserinde de; Osmanlılık fikrini diriltmeğe, Türklüğü yok sayma girişimlerine karşı çıkmıştır. 1908 yılından itibaren Osmanlı’da yaşanan siyasi olayları ve düşünce hareketlerini hikayeci gözüyle hicveden yazara göre; bir millete özellikle Türklüğe “sen yoksun” demek ateşli bir küfürdür. Türkiye’de son felaketlerin uyandırdığı milli ruh büyümüş, alevlenmiş, her tarafı sarmıştır. Anadolu’nun en ücra köşelerinde bile bütün Türk çocukları “Turan Turan” diye bağırmaktadır (Ömer Seyfettin, 2015: 337,339).

Ömer Seyfettin’in Fikri Eserlerinde Türk Birliği Düşüncesi

Ömer Seyfettin, yayımladığı küçük hacimli kitapçıklarla Türklüğün uyanmasına çalışmıştır. Ülkünün, millet hayatındaki önemini ve Türklük ülküsünün ne olduğunu açıklamıştır. Özellikle “Yarınki Turan Devleti” adlı kitapçıkta, Türkler arasında siyasi birlikteliğin nasıl kurulacağı, bu devletin nasıl işleyeceği; büyük Turan medeniyeti hakkında kısa bir yol haritası çizmiştir.

Genç Kalemler Tahrir Heyeti adına kaleme aldığı 1911 yılında yayımlanan “Milli Jimnastik –Kuvvetli Ol, Kavga Et…” adlı eserinde, Ömer Seyfettin taklidin gelişmeye mani olduğunu, taklitçilerin büyük Türklükten koptuklarını belirtir. Yazar, bu taklitçilerin “milliyetten, büyük Türklükten bahsedenleri budala, cahil, kaba, eşek addettiklerini” söyler. Sakın onların yanında Turan’ın büyüklüğünden söz etmeyiniz. “Sus hain budala” diye haykırır ve ihtimal sizi –eğer korkmasa- döver, diye uyarır. Geçmişte büyük imparatorluklarımız, büyük cihangirlerimiz, büyük kahramanlarımız vardı. Cesaret, kuvvet, itidal, yenme, üstünlük milli ve özel faziletlerimiz idi. Bu faziletlere bugün yeniden sahip olabilirsek Turan medeniyetini ihya edeceğiz. “Milli Türk jimnastiğini yaratmak zorundayız” diyen yazar; aksi taktirde yüz milyonluk büyük Türk soyunun, zavallı Turan ırkının, galiplerin ayakları altında perişan olacağını söyler (Ömer Seyfettin, 2016: 231-233,236,240-241).

Ömer Seyfettin, Tarhan müstear adıyla 1914 yılında yayımladığı “Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset” adlı eserinde Ermeni, Rum, Yahudi, Çerkez, Boşnak, Arnavut, Arap ve Kürtlerin Osmanlı Devletine bağlılıklarını değerlendirir. Turan fikrinden söz edilmeyen bu eserde, Türklerin milli mefkuresi: Terakki edip, kuvvetlenip kan kardeşlerini kurtarmak ve nihayet ‘İslam Birliği’ni yani ‘İslam beynelmileliyeti’ni vücuda getirip, Müslüman milletleri Hıristiyan milletlere karşı müdafaa etmektir” şeklinde tanımlar (Tarhan, 1330: 8-16. Ömer Seyfettin, 2020: 133-142). Yazar, daha sonra Ermeni ve Rumların Anadolu üzerindeki emellerine dikkat çeker. Rumların milli ülküsü: Yunanistan tarafından İstanbul zapt edildikten sonra eski büyük Bizans imparatorluğunu teşkil ve Türkleri Kızılırmak nehrinin sağ tarafına atmaktır. Ermenilerin milli ülküsü ise, doğu vilayetlerinde Rusya’nın yardımıyla özerklik elde etmek ve Kürt unsurunu temsilden sonra Dikran’ın hükümetini teşkil ile Türkleri Kızılırmak’ın sol tarafına atmaktır. Bu iki ülkü gerçek olursa Batı Türkleri, yani Osmanlı Türkleri tamamıyla yok olacaktır (Tarhan, 1330:17. Ömer Seyfettin, 2020: 139-140). Yazara göre; Hıristiyan beynelmileliyeti karşısında Kürtler ve Araplar Türklerle birlikte hareket edecektir. “Türk ve Arap’ın mefkuresi birdir. Türk me ülküsü aynı fikirle doğuya doğru gitmek Asya’yı kurtarmaktır. Arap’ın ülküsü yine aynı fikirle batıya doğru gitmek Afrika’yı kurtarmaktır. Asya’daki ve Afrika’daki esir İslam dünyasını ancak bu iki kardeş ve dindaş kurtaracaktır.”  (Tarhan, 1330: 30. Ömer Seyfettin, 2020: 150). Ömer Seyfettin, aynı eserinde, Balkan yenilgisi, hükümet değişikliği ve yeni bir muhalif parti girişimleri hakkındaki görüşlerini de ortaya koymuştur. Ona göre düşmanlar Genç Türklere karşı “Hürriyet ve İtilaf” gibi yeni bir muhalif parti teşkil ederek ülkeyi karıştırmak istemektedir. Türklüğü kuvvetlendirmek, yükseltmek ve ‘İslam beynelmileliyeti”ni teşkil etmeyi gaye edinen İttihat Terakki Partisinden vicdanlı hangi Türk ayrılabilir? Ömer Seyfettin, muhalif partinin başına geçecek kişiyi Türk Tanrısının cezalandıracağını ve uyanan Türklüğün buna izin vermeyeceğini söyler. “Muhal olarak birtakım alçak ve milliyetini inkar etmiş Türkler çıkıp da yalancıktan muhalif bir fırka teşkil etseler bile yine asla Türk azmini, Türk uyanışını, Türk ticaretini kıramayacaklardır. Çünkü bu milliyet cereyanı onların zannettiği gibi birkaç adamın işi değil, büyük ve yaralı bir milletin büyük ve müthiş felaketlerle daldığı gaflet uykusundan uyanışıdır. Uyanan Türklük, politika heyecanları ile birbirinin boğazına düşüp ticaretini, ziraatını, servetini hainlere kaptırmayacaktır.” (Tarhan, 1330: 23-28. Ömer Seyfettin, 2020: 144-148). Ömer Seyfettin, bu eserinde Türklük ile İttihat Terakki Partisini adeta özdeşleştirmiştir. Bir Türk’ün İttihat Terakki Partisinden ayrılmasını cinayet olarak nitelemiş ve bu insanların Türkiye’de yaşamaya haklarının olup olmadığını sorgulamıştır. Ona göre, “bir Türk’ün, bir Müslümanın İttihat ve Terakki’den ayrılarak ve asla mantıki olmayan “şahsı içtihat” davası çıkararak patrikhaneler grubuna katılması en affolunmaz bir cinayettir.” (Tarhan, 1330: 30-31,37. Ömer Seyfettin, 2020: 150,155). Yazar, eserin sonunda kanlı hatıralarını asla unutamayacağımız milli tecrübelerden artık uygulanabilir bir siyasetin çıktığını, bunun Türk ve Müslüman siyaseti olduğunu vurgular. Ona göre “Türkiye ancak bu iki kuvvet sayesinde yaşayacak… Türklük kuvvetlenip yükseldikçe milli ve dini ülküsüne yaklaşacak ve her dakika kuvvet lazım olduğunu ve kuvvetin de ancak birlikten doğduğunu kuvvetlendikçe daha ziyade anlayacaktır.” (Tarhan, 1330: 38. Ömer Seyfettin, 2020: 156).

Ömer Seyfettin’in, milliyetçilik anlayışında “Mefkure” (Ülkü) kavramı, merkezi bir yere sahiptir. O mefkureyi; “her milletin evvela kendi millettaşlarıyla dilini, edebiyatını, kültürünü muntazam birleştirmesi, bütün millettaşlarını medenileştirip, aynı medeniyete sokması, en nihayet coğrafi birliğin gerektirdiği siyasi birliği de yavaş yavaş uygulamaya koymasıdır. Milletlerin de, insanlar gibi içtimai ruhları, hisleri ve vicdanları olduğunu ifade eden Ömer Seyfettin’e göre ülküler, milletlerin vicdanlarından doğar, asla birkaç kişinin eseri değillerdir. Nerede bir millet varsa orada bir milliyet ülküsü vardır. Milletler, ülküleri sayesinde yaşar. Osmanlının gerilemesi ve felaketlerin sebebi de ülkü eksikliğidir. O halde, bu kötü gidişi durdurmak için Türklerin de bir ülküsü olmalıdır. Ömer Seyfettin, ülkü kavramını Ziya Gökalp ile benzer bir anlamda kullanır. Ülkü, kolektif vicdanı oluşturan ve harekete geçiren bir olgudur. Bireysel çıkarlardan tamamen arınmış kolektif bilinçtir. (Işık, 2020: 89-90,214-215) Ömer Seyfettin’in önerdiği milli ülkü; hem Osmanlı Devletinin kurtuluşunu sağlayacak, hem de bütün dünyadaki Türklerin birleşmesinin yolunu açacaktır.

Ömer Seyfettin, 1914 yılında basıldığı tahmin edilen “Mektep Çocuklarında Türklük Mefkuresi” adlı eserinde; ülkü kavramının üzerinde durur. Ona göre, bir milletin fertleri dağınık ve perişan kaldı mı mefkuresiz kaldı demektir. Her milletin bir milli ülküsü vardır. “Türklük ülküsü”, Türklerin hep birlikte geçirdikleri millet hayatını (Türklüğü) kuvvetlendirmek, dünyadaki galiplerin üstüne çıkarmak, ona yıkılmaz bir gelecek hazırlamaktır. Asırlardır Türkler milli mefkuresiz yaşıyorlardı. Türkiye’deki Türkler kendi milliyetlerini inkar ederek “Osmanlı” adını takınmışlardı. Halbuki dünyada “Osmanlı” adı altında bir millet yoktu. Osmanlılık, Osman oğullarının kurduğu hükümete verdiği bir addı. Dil muhabbeti, millet ve din muhabbeti ile vatan muhabbetinden büyük ülküler doğar. Türkçemizi sevmeye, bu dili edebiyatta kullanmaya “dil muhabbeti” denir. Dil, milletin manevi vatanıdır. Her millet kendi millettaşlarını sever. Türkiye’de bazı Türkler şahsi ve politika menfaatleriyle hudut haricindeki millettaşlarını inkar ederler. Onlara bakmamalı Onlar hodperestlerdir. Milliyetini duyan bir adam bütün dünyada Türkçe konuşan insanları Türk bilir ve hiç ayırt etmeden hepsini sever. Türklerin hepsi Müslümandır. Türklüğü sevmek Müslümanlığı da sevmek demektir. Dinini seven milletini de sevmelidir. Çünkü din ruh ise, milliyet vücuttur. Vücut sağlam olursa, ruh rahat eder. Ömer Seyfettin, üç türlü vatandan söz eder: Milli vatan, dini vatan, fiili vatan. Milli vatan; Türkçe konuşan bütün Müslümanların oturduğu yerlerdir. Buralara “Turan” denir. Hangi devlet idaresine girerse girsin Turan Türklerindir… Anadolu, bu Turan’ın bir parçasıdır. İstanbul, dünyada bir tanecik olan Türk hakanlığının merkezidir. İstanbul’un şivesini bütün Turan halkı genel dil olarak kabul etmiştir. Milletini seven milli vatanını sever. Milli vatanın sınırları etnografya (kavmiyat) haritalarında çizilidir. İstanbul’daki Türk hakanını manevi olarak bütün Türkler tanır ve severler (Ömer Seyfettin, 2020: 112-122). Osmanlı (Anadolu)’da 15-16 milyon, bütün dünyada dilleri Türkçe, dinleri İslam olmak üzere 100 milyon Türk mevcuttur. Türkler, bütün Turan’da çokluğu teşkil ederler. Aralarında başka büyük milletler yoktur. İstanbul’dan kalkan bir adam Azerbaycan, Kafkasya, Türkistan yoluyla ta Mançuri’ye kadar Türklerin arasında Türkçe konuşarak gidebilir (Ömer Seyfettin, 2020: 115-118). Her Türkün bilime, fenne, iktisada ve sanata son derece önem vermesini isteyen Ömer Seyfettin; daha sonra yapılması gerekenleri şöyle sıralar: Her Türk okuyup yazmak öğrendikten sonra sanata, ticarete girmeli, milleti için zengin olmalıdır. Bilime önem veren milletler zengindir. Fertleri ayrı ayrı zengin olan milletler, en kuvvetli milletlerdir. Türk milleti iyice uyanmak parlamak için: edebiyat, güzel sanatlar, bilim, teknoloji, ticaret ve ekonomide gelişmelidir. Sonra canlanan ve zenginleşen millet ülküsünü kendi kendine duyar. O ülküde de şudur: Büyük milletler gibi terakki etmek, kan ve din kardeşlerimizi sırasıyla esirlikten kurtarmak… Türk namını tarihte tekrar parlatıp Türklükle beraber Müslümanlığa da eski ehemmiyetini verdirmek…” (Ömer Seyfettin, 2020: 123-124).

Ömer Seyfettin’in Turan ile ilgili düşüncesini daha ayrıntılı ele aldığı “Yarınki Turan Devleti” adlı risalesi, 1914 yılında Türk Yurdu Kitaphanesi tarafından yayınlanmıştır. Risalenin ön dış ve ön iç kapağında “Bir devletin tabii hudutları, dağlar ve ırmaklar değildir. İstinat ettiği milliyetin lisanı ve dini sınırlarıdır” sözü; ön iç kapağın arkasında ise;

Moskofun ülkesi viran olacak

Türkiye büyüyüp Turan olacak!” mısraları yer almıştır.

Ömer Seyfettin’in bu kitapçığı; Turan düşüncesini işleyen Meşrutiyet döneminde yazılmış en önemli kaynaklardan biridir. Yazar, “Milletler Birbirleriyle Niçin Harp Ederler? başlığı altında, sosyal bir varlık olan milletlerin asıl gayesinin büyümek ve genişlemek olduğunu ve savaşların da bu sebepten çıktığını ifade eder. Ona göre savaş sosyal bir kurumdur ve milletlerin başlıca hayat nişaneleri olan büyümek ve yayılmak karakterleri arasında kaçınılamaz bir çarpışmadan başka bir şey değildir. Milletler içtimai hayatlarını sürdürdükçe, büyümek ve yayılmak arzusu da yaşayacak ve bunun neticesi olarak savaş; yaşatan ve kuvvet veren bir kurum halinde payidar olacaktır. (Ömer Seyfettin, 1330: 4-5. 2020: 95-96). Yazar, “Bugünkü Muharebenin Sebebi” başlığı altında; Birinci Dünya Savaşının sebebini sorgular. Rus Çarı Deli Petro’nun vasiyetnamesinden örnekler verir. Nüfus ve ekonomik bakımından büyümek isteyen Rusya, İngiltere ve Fransa zapt ettikleri yerlerin Müslüman halkını ümitsiz esir sürüleri haline koymak için İslam hilafetini kaldırmak, Türkiye’yi yok etmek istemektedir. Almanya’nın büyümesi ve yayılmak istemesi Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tepkisini çekmiştir. Yazar, “Milletlerin Mefkureleri” başlığı altında; büyük ülkülerin doğmasına sebep olan temel değerler üzerinde durmuştur. Bir insanın nasıl ruhu, hissi ve vicdanı varsa; milletlerin de sosyal ruhları, duyguları ve vicdanları vardır. Ve ülküler, milletlerin bu vicdanından doğar. Asla birkaç kişinin eseri değildir. Ülküsü olmayan bir millet ölmüş demektir. Milletlerin ülküleri dil, din, terbiye, can ve his kardeşlerini birleştirip hepsini siyasi bir sınır içinde toplamak ve her türlü menfaatlerini sağlamaktan başka bir şey değildir. Türklerin ülküsü milliyet gayesini ihmal eden kör ve aç, azgın ve zalim bir emperyalizm, bir cihangirlik değildir. Türklerin ülküsü: “Asya’da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının gölgesine toplayarak büyük ve kuvvetli bir “İlhanlık” teşkil etmektir” (Ömer Seyfeddin, 1330: 6-11. 2020: 96-101) “Çin ve Hint Yolları Türk Mefkuresinin İktisadi ve Siyasi Cihetleri” başlığı altında; Tanzimat eğitimi ile yetişen, Batılılaşma fikrini savunan ve Avrupa hayranı Tanzimatçılara eleştirilerde bulunan yazar, saf ırkın artık söz konusu olmadığını, milletlerin var olduğunu ve dil, terbiye, maarif ve din gibi birleştirici sosyolojik değişkenlerin önemli olduğunu söyler. Bu anlamda Türk’ün kan ve ırk değişkenlerini derinlemesine araştırmak yerine, bir bireyin Türkçe konuşmasının, Müslüman olmasının Türk terbiye ve geleneği içinde yaşamasının yeterli olduğunu belirtir. Türkçe konuşan toplulukların Turanı temsil ettiğini ise şu cümlelerle vurgular; “Anadolu’da Türkçe konuşan on dört, on beş milyon Müslüman vardır ki hepsi Türk’tür. Anadolu’dan sonra Azerbaycan… Burada dört buçuk beş milyon Türkçe konuşan Müslüman ve Türk vardır. Kafkasya’dan sonra büyük Türk dünyası başlar. Buhara, Semarkant, Taşkent, Kaşgar, Yarkent, Hotan, Aksu, Turfan, hasılı ta Karakurum’a, Mançuri çitlerine kadar bu geniş yerler hep Türk milletiyle doludur. Hepsi Müslüman olduğu gibi dilleri de Türkçedir. Buralara Türkistan denir. Bütün Türkistan’ın dili o kadar saf ve mükemmel bir Türkçedir ki şivece bile İstanbul lehçesiyle büyük bir fark göstermez. “Sonra “Kuzey Türkleri… Kazan ve Ufa’ya kadar Volga boyunca yayılmış kardeşlerimiz dilleri Türkçe olmasına rağmen şivece biraz bizim lehçemizden ayrılır” ifadesinin ardından Tatar şivesi de umumî Türk edebiyatı sayesinde İstanbul Türkçesine yaklaşacak diyerek Turan mefkûresinde dil birliğini vurgular. Musa Bigef’in ve daha pek çok Türk ülküsüne inanan düşünürün İstanbul Türkçesi ile yazdığını ve İsmail Gaspıralı’nın “Dilde, işte, fikirde birlik” ülküsünün tüm Türk dünyasının ülküsü olduğunu belirtir ve Turanı işaret eder. Ayrıca Türklerin Çin ve Hint yollarını kontrol altına alması ile inşa edilecek yeni demir yolları ile Turana ulaşılıp dil gibi ülkülerin de birleşeceğini ekler. Türkistan Türkleri ile münasebetin bölgedeki Çin ve Rus etkisini sileceğini, bu sayede “bayrağımızın büyük Turanın tüm kalelerinde dalgalanacağını” ifade eder. İktisada bağlı sosyolojik değişkenlerin, kültüre bağlı sosyolojik değişkenlerle bütünlük içinde Turan ülküsünü gerçekleştirebileceğini savunur. İktisadi Turan idealinin gerçekleşmesi ile Turan ülküsünün, millî eğitim ve biliminin de oluşacağını söyler. Kervancılık ve akıncılık ile değil ileri ulaşım imkânları ile Doğu ile Batı arasında bilim, fen ve maddî zenginliğin değiş tokuşunun sağlanacağını bunun da Turan ideali gerçekleşmiş büyük Türk Medeniyetinin temeli olacağını belirtir. (Okay: 2019: 274-275) Turan mefkuresi feyiz buldukça milli maarif ve irfanımız da teşekkül ve tekamül edecek. Türkçeleştirilmemiş hiçbir köşe, hiçbir müessese kalmayacaktır. Bu seferki şark ve garp yoluna hakimliğimiz eski asırlardaki gibi yalnız kervancılık ve akıncılık olmayacak, İstanbul’dan kalkan şimendiferlerimiz Erzurum’dan, Tebriz’den, Merv’den, Buhara’dan, Semarkant’tan, Kaşgar’dan, Turfan’dan geçerek Karakurum’a, Pekin’e gidecek, şarkın servetini garba, garbın irfan ve fennini şarka götürerek, yeni büyük, ali (yüksek) bir Türk medeniyetinin kavi (güçlü) ve muhteşem temellerini kuracaktır.” (Ömer Seyfettin, 1330: 17. 2020: 106). Aynı başlık altında yazar, doğudan batıya doğru Asya’nın ortasını kaplayan saf ve temiz 70 milyon Türk’ün; “bir kısmı Çin’in, bir kısmı Rus’un idaresinde (esir); bir kısmı da hala kabileler halinde hür ve serbest” olduğunu belirtir. Türklerin Rusya ve Çin esaretinde yaşamasına, “Dili ve dini bir olan yetmiş milyonluk bir millet zekaca, tarihçe, şanca, şerefçe kendinden aşağı olan Rus ve Çin gibi medeniyetsiz devletin esiri kalabilir mi?” diye sorarak isyan eder (Ömer Seyfettin, 2020: 105).

Ömer Seyfettin, “Turan Devleti” başlığı altında; Bütün Müslümanların ve bilhassa bütün Türklerin düşmanı olan “İtilaf-ı Müselles” hükümetlerine açtığı bu savaşın (Birinci Dünya Savaşı), bir din savaşı olduğunu söyler. Ona göre; “bu savaşı kazanırsak Irak’ı, Mısır’ı, Hindistan’ı İngilizlerin; Tunus’u, Fas’ı, Cezayir’i Fransızların kahrından kurtaracağız. Oradaki din kardeşlerimiz olan Araplar esirlikten kurtararak milli ve dini hürriyetlerini kazanacaklar, kendi kendilerini idare ederek milli medeniyetlerine yeniden hayat verecekler… Bu harp ikinci olarak bir millet ve ülkü muharebesidir. Ve yine böyle olmakla beraber aynı zamanda din muharebesidir de… Çünkü evvela Rusların zulmü altındaki yıllardan beri kıvranan din ve dil kardeşlerimizi, yani millettaşlarımız olan Türkleri kurtararak siyasi hududumuzun içine alacağız. Ruslardan ilk hamlede Kafkasyayı zapt edip, yavaş yavaş ana vatanımız olan ve 50 milyon Müslüman Türk’le dolu olan Türkistan’a yürümeye başlayacağız. Kalemle, fikirle, edebiyatla, bomba ile büyük bir mefkure muharebesi açılacak. Dünyada artık esir Türk olmayacak. Turan’daki yabancı Rus ve Çin memurları kovulacak. İlk devrede alacağımız Kafkasya ile 14 milyon Türkçe konuşan Türk ve Müslüman ahaliye sahip olan Osmanlı Devletinin milli kuvveti hemen bir misli daha büyüyecek. Osmanlı hükümeti 25 milyon Türkçe konuşan Türklerin müessesesi olacak. Ve bir gün – bu mukaddes gün o kadar yakın ki – Orta Asya; Türkistan ve Cenubi Sibirya, Pamir de bizim siyasi hudutlarımız içine girince Garp Türklerinin hükümeti artık Osmanlılıktan tamamıyla çıkıp hakiki ve büyük bir Türk ve Müslüman Hükümeti, bir TURAN devleti olacaktır. Osmanlıların hakanı ve bütün Müslümanların halifesi olan zat, bütün arz (yeryüzü) üzerindeki Türklere hükmettiği vakit, hakanlıktan çıkacak, hakanlar hakanı yani, “İLHAN” namını alacaktır. Ömer Seyfettin, Turan Devletinin işleyişini şöyle anlatmıştır: Dünyadaki bütün Müslüman Türklerden teşekkül eden Turan Hükümeti dindaşları olan Arapların, Farsların, Berberilerin Hıristiyanlar tarafından esir ve perişan edilmelerine müsaade etmediği gibi kendi de onların milliyet ve hürriyetlerine asla dokunmayacaktır. Turan Devletinin muazzam “İlhanı” bütün dünyadaki Müslümanların da halifesi olacak Türk milleti gibi, her Müslüman milletin milliyet ve istiklaline, milli ve dini medeniyetinin gelişmesine çalışacaktır.” (Ömer Seyfettin, 1330: 18-19. 2020: 106-108). Yazar, risalenin son kısmında bazı okuyucuların bu yazılanların birer hayal olduğunu söyleyerek karşı çıkabileceğini; ancak her fikrin ve idealin hayalle başladığını, millî ve kutsal ülkü için harekete geçilmesi gerektiğini söylemiştir.

Ömer Seyfettin’in Makalelerinde Türk Birliği Düşüncesi

Ömer Seyfettin, bazı makalelerinde milli ülküden, Türklerin yaşadığı Turan’dan, Turan Devletinin nasıl hayata geçirilebileceğinden, Türk Birliğinin sağlanmasında Türkçenin öneminden söz etmiştir. 5 Mart 1914 tarihli Tanin gazetesinde yayımlanan “Türklerin Millî Bayramı: Yeni Gün, Mart 9” adlı makalesinde; Türklerin milliyetlerine ait değerleri unuttukları için, milli bayramlarını da unuttuklarını belirtir. Türklerin geçmişte “Yeni Gün” olarak kutladıkları bayramı, Acemlerin “Nevruz Bayramı” olarak benimsediğini söyler. Daha sonra Oğuz Kağan ve Ergenekon destanlarından, Türklerle Çinliler arasındaki mücadelelerden söz eder. Türklerin 400 yıl yaşadıkları Ergenekon’dan çıkışlarını, Turan’a kavuştukları 9 Mart gününü, “Yeni Gün Bayramı” olarak kutladıklarını anlatır. Yeni Günde hakan milli ocağın önüne gelir, bir demir parçasını kızdırır, sonra örs üzerine koyarak çekiçle döverdi. Balkan yenilgisi üzerine bir şairin kaleme aldığı şiirden dörtlükler paylaşan yazar; şairin bugünkü Türklüğün perişan ve esir halini “Ergenekon”a benzettiğini, bir kurtarıcı, bir bozkurt, bir Börteçine beklediğini söyler. Yazar, “şairin heyecan ve ümidini biz Türkler kalbimizde duyarsak pek çabuk milli ülkümüzü kuvvetlendirecek, yeisten, iradesizlikten bir anda kurtulacağız” cümlesi ile milliyetin ve milli ülkünün önemine dikkat çeker. Yazar, Türk gençlerinin yüz milyon Türk’ün milli bayramını, 9 Mart gününü, en büyük, en anlamlı günlerin sırasına koymasını, bayram olarak kutlamalarını ister (Ömer Seyfettin, 2016: 313-319). 14 Nisan 1914 tarihli Tanin gazetesinde yayımlanan “Kasti Anlaşmazlıklar” başlıklı yazısında; “Takip ve Tenkit” adlı risalede, Yusuf Akçura ve Türk Yurdu dergisine yöneltilen eleştirilere cevap vermiştir. Yazar, bütün Türklüğün 1-Milli Vatan, 2-Dini Vatan, 3-Fiili Vatan olmak üzere üç sınıf vatanı olduğunu belirterek milli vatan Turan’ı, “bütün Türklerin bulunduğu, Türklerin yaşadıkları ve tarihin içinde bir defa olsun ayaklarını bastıkları yerler” olarak tanımlamıştır (Ömer Seyfettin, 2016: 318).

Ömer Seyfettin 1915 yılında yazdığı “Ameli Turan Nasıl Doğabilir? 1 İstatistik Müdüriyeti Umumiyesi” başlıklı yazısında; Turan ülküsünün ilahi ve manevi bir güneş gibi doğduğunu, duygu ve heyecan devresinden, artık bilim sahasına geçmemiz gerektiğini, ne yapılması gerektiğini sorgular. “Yüz milyon Türkün milli vatanı olan Turan’ı öğreneceğiz” diyen yazar, bu konuda Turan’a dair bilinenlerin pek müphem, pek muğlak ve hemen hiç gibi olduğunu itiraf eder. Turan’ın iki kısım olduğunu ifade eden yazar,” biri Anadolucuların “iç il” dedikleri Türkiye… Öteki kahraman ordumuzun Kafkasya yoluyla girmeğe başladığı “dış il” yani siyasi sınırlarımızın dışındaki Türklerin oturduğu yerler… İşte bu dış ili iç ile katacak, esir kardeşlerimizi kurtaracak ancak hür ve bağımsız olan Türkiye’dir. Ömer Seyfettin, “lakin yazık ki biz Türkiye’yi de bilmiyoruz” diyerek hayıflanır. Toplumsal hayatta düzenin sağlanması, sağlıklı kararlar alınabilmesi için istatistiki verilerin önemli olduğunun altını çizer. Turan ülküsünü kuvveden fiile geçirebilmek için İstatistik Müdüriyet-i Umumiyesi’nin süratle kurulmasını ister. Yazara göre, İstatistik Genel Müdürlüğünde toplanacak doğru ve kesin bilgiler sayesinde Türkiye’den bir ilmi Turan doğacaktır. İmi Turan için istatistik, paha biçilmez bir meşaledir. Eğer yine bilime önem vermeyip eskisi gibi gevezelik ve nümayişlerle vakit geçirirsek, kahraman ordumuz bütün esir Türkleri bir hamlede siyasi sınırlarımız içine alsa bile, yine “Turan” gerçek olamayacak; ilmi Turan doğmazsa, siyasi Turan ancak şiirlerde yaşayan edebi bir serap halinde kalacaktır (Ömer Seyfettin, 2016: 462-464). Ömer Seyfettin, “Yarınki Turan Devleti” kitapçığında ve “Ameli Turan Nasıl Doğabilir?” başlıklı yazısında, milli ülkünün kuvveden fiile nasıl dönüşeceğini ortaya koymaya çalışmış; çok erken dönemde bu idealin bir bağımsızlık davası olduğunu; ama jeopolitik nitelikli kavram olan Turan’ın millî kimlik, ortak dil, ortak kültür esasına dayalı iktisadî niteliği de olan bir yapıda inşa edileceğinin altını çizmiştir (Okay: 2019: 276).

1918 yılına gelindiğinde Ömer Seyfettin’in Turan devleti, silahlı kuvvetler ve savaş hakkındaki düşüncelerinde köklü değişiklikler gözlenir. Yazarın, Türkler arasında siyasi birliktelikten kültürel birliğe yöneldiği görülür. Bu yönelişte savaşın acı gerçeklerinin elbette büyük payı vardır. Ömer Seyfettin, 2 Mayıs 1918 tarihli Kırım Mecmuası’nda yayımlanan “Büyük Türklüğü Parçalayan Kimlerdir?” adlı yazısında; Turanı, bir devlet yani siyasi birliktelik olarak değil, “kültürel milli vatan” olarak nitelemiş; Türk ülküsünün önündeki engelleri “Rus pençesi” ve “milli gaflet” olarak değerlendirmiştir. Türklerin birleşip güçlenmesinden korkan Rusya, Türk lehçelerindeki farklılığı ayrı ayrı diller olarak göstermekte; bu büyük milleti Türk, Tatar, Başkırt, Mişer, Kazak gibi en az kırk-elli parçaya ayırmakta; kesinlikle Tatar olmayan kuzey Türklerine “Siz Tatarsınız” diyerek onları Türklerden koparmaya çalışmaktadır. Halbuki Anadolular, İstanbullular ne kadar Türk ise; Türkistanlılar, Semerkantlılar, Buharalılar, Kaşgarlılar ne kadar Türk ise, kuzey Türkleri de o kadar Türk’tür. Yazara göre; Türklerin çeşitli ülkeleri, çeşitli devletleri olabilir. Fakat dilleri, dinleri, milliyetleri birdir. ‘Turan” bir devlet değil, kültürel milli bir vatandır. Türklerin oturduğu, çoğunluk oluşturduğu yerler hep Turan’dır. Siyasi sınırlar büyük Turan’ı parçalayamaz. Ömer Seyfettin, aynı yazısında ayrı ayrı Türk devletleri olabileceğini, fakat ayrı ayrı Türk milletleri olamayacağını; ayrı ayrı Türk lehçeleri olabileceğini, fakat ayrı ayrı Türkçe olamayacağını ifade ederek Türk milletinin ve Türk dilinin birliğine dikkat çekmiştir. Ona göre, Türklerin dil bakımından birleşmesi, bütün Turanın birleşmesi demektir (Ömer Seyfettin, 2002: 110-112).

Ömer Seyfettin, 20 Ekim 1918 tarihli Akşam gazetesinde yayımlanan, “Türkçüler ve Muharebe” başlıklı yazısında; “bizi savaşa sokan, milliyet cereyanıdır” şeklindeki görüşlerin doğru olmadığını, o zamanlar imparatorluk siyasetinin egemen olduğunu, Türkçülerin hiç istemedikleri savaşın ilanını hayretle karşıladıklarını, meydana gelen heyecandan yine milliyetçilik açısından yararlanmak istediklerini belirtmiştir. Ömer Seyfettin bu yazısında; ilk defa “tam Türkçüler”, “dar Türkçüler” tabirini kullanmış ve savaşın “yaşatan ve kuvvet veren” gücüne karşı çıkmıştır. Ona göre, Türkçüler, eski imparatorluk gailelerinden kurtulup Türk Yurdunda rahat kalınca terakki edeceklerini, Türkiye’de gelişecek kültürün, irfanın nurlarıyla, dünya yüzündeki bütün Türklerin cehalet karanlığından kurtulacaklarını ümit ediyorlardı. Bütün faaliyetleri yalnız kültür, yalnız edebiyat, yalnız ilim sahasına münhasırdı. Tam Türkçüler, yani dar Türkçüler, Türklerin nüfusunu, bomboş, geniş arazilerden daha ziyade düşündüklerinden katiyen muharebeyi istemiyorlardı. Tam Türkçülerden hiç kimse ne Meclise, ne hükümet mahfillerine, hasılı hiçbir yere girememişti. En kabadayısı nihayet lise öğretmeni idi. Biraz sesini yükseltse o saatte susturulabilirdi. İşte Türkçüler hiç istemedikleri muharebenin ilanını hayretle karşıladılar. Hasıl olan heyecandan yine milliyetperverlik nokta-i nazarına göre istifadeye kalktılar. Bir kere muharebeye girilmişti. İstiklalini kazanan diğer milletler gibi Kafkasya Türklerinin de hürriyetini istediler. Vukuunda kusurları olmayan bu muharebede işte Türkçülerin istediği şey: Ne ilhanlık/liderlik, ne ülke sahipliği, ne anasırı temsil etme… Yalnız her millete vaat olunmuş hürriyetten Türkler için de bir hisse idi. Yazar, yazısının sonunda savaşların, milletler için büyük tehlike olduğunu belirterek “milli hürriyet için büyük savaşlara lüzum yoktu. Bunu tam Türkçüler iyi biliyorlardı. Yalnız şuura, kültüre, irfana, ilme, yükselmeye ihtiyaç vardı; kılıçla alınan hürriyet zincirli idi. Fakat olgunlaşarak kendi kendine yavaşça kazanılacak hürriyet ebedi hakikatti. Toptan, tüfekten, ateşten evvel, darülfünun, mektep, muallim, edebiyat, sanat, bilim lazımdı. Bunlarsız ordu, bunlarsız savaş kesin bir felaketti. Muhakkak bir hezimetti. Fakat dertlerini kimseye anlatamadılar” şeklinde üzerinde çok düşünülmesi ve ders alınması gereken bir yorum yapmıştır (Ömer Seyfettin, 2002 : 119,121-123).

Ömer Seyfettin, 18 Şubat 1919 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan “Millî Kuvvetimiz” başlıklı yazısına “dünyada askeri bir kuvvet kadar çabuk fena bulan bir şey yoktur!” cümlesi ile başlamıştır. 1914’lü yıllarda yazdığı yazılarda savaşı ve silahlı kuvveti “milleti yaşatan” bir unsur olarak düşünen yazar, Birinci Dünya Savaşı sonunda savaşın yıkıcılığını, askeri gücün kısa sürede yok oluşunu; Almanya, Avusturya ve Rusya gibi büyük imparatorlukların tuzla buz olduğunu görmüştür. Savaşın yerine barışı, silahlı kuvvetin yerine insaniyeti / milliyeti koyan yazar; askerliğin, devletin, hükümetin ve istiklalin birer şekilden ibaret olduğunu belirtir. Yazara göre şekil geçici olup, ruh yani milliyet kalıcıdır. “Osmanlı Devletinde hep askerlikten, devletten, hükümetten kuvvet istemişiz. Bunların fani olduğunu hiç düşünmeyerek ebedi olan benliğimize, ruhumuza ve milliyetimize önem vermemişiz,” der. Milletler bağımsızlıklarını kaybetseler bile, milliyet duyguna sahip oldukları takdirde tekrar bağımsızlıklarını ve gelişmelerini sağlayabilirler. Ömer Seyfettin, Osmanlı Türklerinin savaştan mağlup çıktığı bir dönemde yine Turan’dan söz eder, dil birliğinin önemini vurgular: Cihan harbinin sarsıntıları bütün milletlerle beraber bizi de uyandırdığını, artık Türklükten, milliyetimizden başka itimat olunacak bir kuvvet bulunmadığını söyler. Ona göre, siyasi sınırların ayıramayacağı birbirine bitişik ülkelerden oluşan koca bir Turan vardır ki Türkiye’den Sibirya’ya kadar devam eder. Turan denen bu dünyada seksen milyona yakın Türk vardır. Bu seksen milyonun dinleri, dilleri birdir. İstanbullu ile Ferganalının dilleri arasında yalnız şive farkı vardır. Fransa’da yüz kilometrelik bir mesafenin ayırdığı iki Fransız birbiri ile konuşup anlaşamaz. Fakat bizim Buharalı bir Hacı ile anlaşmamız çok kolaydır. Büyük Turan’ın kuvveti, nüfusundan ziyade işte bu “dil birliği”dir. Bu birlik o kadar önemlidir ki yanında askeri, siyasi kıymetlerin hiçbir önemi yoktur. Kültüründe birlik bulunan bir milleti siyasi, askeri hiçbir kuvvet parçalayamaz. Biz artık varlığımızın bu büyük kuvvetine, Türkçenin seksen milyonluk bir milletin öz malı olduğunu asla hatırdan çıkarmamalıyız, diyerek milletin benliğine ve diline sahip çıkmasını ister (Ömer Seyfettin: 2016: 679-680)

Ömer Seyfettin, Büyük Mecmua’nın 13 Mart 1919 tarihli 2. sayısında yayımlanan “Memlekete Mektup” adlı yazısında; Anadolu, Azerbaycan, Kafkasya ve Türkistan’da yaşayan dini, dili bir Türklerin kardeşliğinden söz etmiş İttihatçıları liyakatsiz, Enver ve Cemal Paşaları milliyet gerçeğini anlamayan cahil kişiler olarak nitelendirmiştir. Yazar, Anadolu halkının Meşrutiyeti ilan eden İttihatçılara güvendiğini belirterek, onlardan bir kısmının halkı soyup soğana çevirip zenginleştiğinden şikayet etmiştir (Ömer Seyfettin, 2015: 927,929) Ömer Seyfettin, Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul’un milliyet endişelerinden uzak yaşantısından rahatsız olur, bu aymazlığa karşı; “Bizim bir ruhumuz var ki “öldü, öldü” sanılır da yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar. Türkleri komşu milletler gibi sanıyorlar. Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Türkistan’ı, Buhara’yı dolduran fertlerin “dini bir, dili bir” kardeş olduklarını İstanbullular anlamıyorlar. İstanbullular Wilson umdelerine akıl erdiremiyorlar. Milleti ırktan ayırt edemiyorlar. Hepsinin düşünme gücü ‘devlet mefhumu’ içinde zebun! Halbuki siyasi hudutların ne ehemmiyeti olabilir. Bunları insan yapar. Milliyeti, milliyet denen birliği Allah yapmıştır. Hiçbir kuvvet onu parçalayamaz!” sözleri ile milliyetin gücünü ifade ederek gelecekten ümitli olduğunu belirtmiştir (Ömer Seyfettin, 2015: 932). Gelişen olaylar, Ömer Seyfettin’in haklı olduğunu göstermiştir. Ne yazık ki, 1920 yılında kaybettiğimiz yazar, milliyet fikrini esas alarak Mustafa Kemal Paşa önderliğinde kazanılan Büyük Zaferi ve yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunu görememiştir.

Ömer Seyfettin, 20 Eylül 1919 tarihli İfham’da yayımlanan “Türkçülük Fikri” başlıklı yazısında; Türkçülük ve Turancılık ile ilgili bazı konularda açıklamalar yapmıştır. Yazara göre, yanlış fikirlerden birisi, Türkçülük yani milliyetçilik ile İttihat ve Terakki arasında bir bağ kurmaktır. Türkçülükle Turancılığı da birbirine karıştırmamak gerekir. Turancılık bir idealdir. Siyasi gerçeklikle pek az ilgisi vardır. Turan, Türklerle meskun olan yerlere denir. Turan’ın sınırları tamamıyla bellidir, müspettir (kanıtlanmıştır), mesturdur (tarih sayfalarında yazılıdır), hatta mahkuktur (kazılarak yazılmıştır). Ahmet Ferit Tek, “Tekin” müstear adıyla yazdığı ve ilk defa 1914 yılında yayımlanan “Turan” adlı eserinde, ideal vatanın yalnız sınırını değil, hatta en küçük coğrafi, iktisadi, tarihi ayrıntısını bile göstermiştir. On iki formalık hacimce küçük bu eserin, bilimsel değeri pek büyüktür. Yazar, Turancılık ülküsünün kaynağını Ziya Gökalp’e atfetmenin büyük hata olduğunu, Turan ülküsünü etraflıca ortaya atan Tekin (Ahmet Ferit Tek)’in, bu eseri siyaset için değil, yalnız ideal için yazdığını belirtmiştir (Ömer Seyfettin, 2016: 756-758). 1 Aralık 1919 tarihinde İnci’de yayımlanan “İnkılaplarda Kadın” başlıklı yazısında; bir toplumda yeniliklerin kadınlar vasıtasıyla yayıldığına işaret etmiş, Halide Edip’in “Yeni Turan” romanında öncelikle Osmanlı Türklerini yükseltmek; Müfide Hanımın “Aydemir” romanında ise, Turan ülküsünün hayali genişliklerini tasvir ettiklerini belirtmiştir. Ömer Seyfettin bu yazısında, büyük Türklük ülküsünün, yükselen Türk kadınlığı sayesinde bütün Turan’a yayılacağı mesajını vermiştir (Ömer Seyfettin, 2016: 791-793)

Ömer Seyfettin’in Azerbaycan’ın İstiklâli Münasebetiyle” başlıklı yazısı, ölümünden yaklaşık 35 gün önce 29 Ocak 1920 tarihli Haftalık Türk Dünyası dergisinde çıkmıştır. Azerbaycan Cumhuriyetinin 28 Mayıs 1918 tarihinde bağımsızlığını ilan etmesi, Ömer Seyfettin’i Türklük adına umutlandırmıştır. Yazar ömrünün son günlerinde bile Turan’ı yazmış; Azerbaycan’ın bağımsızlığının, Turan’ın bağımsızlığına giden yolu açacağını düşünmüştür. Yazının başında, Azerbaycan’daki kardeşlerin bağımsızlığından büyük mutluluk duyduğunu ifade eden yazar; Azerbaycan’da yaşayan Türklerin, bilim, ekonomi, edebiyat ve özellikle fen alanında Osmanlı Türklerinden daha ileri olduklarını ifade eder. Azeri kardeşlerimizle bizim şivemizin ayrı olduğunu, ancak buna rağmen konuşup pek güzel anlaşabileceğimizi; Türkler arasındaki şive farklılığının ortadan kaldırılması için bütün Turan’ın, edebiyat dilini İstanbul şivesine yaklaştırmağa uğraştığını belirtir. Yazara göre, Azerbaycan’daki gençler, İstanbul’daki konuşma dilini kendilerine örnek almışlardır. Mesela Azerbaycanlı şair Ahmet Cevat’ın “Koşmalar” adlı şiir kitabı, sanki İstanbul’da yazılmış gibidir. Yazar bizdeki milli edebiyat akımının Azerbaycan’a kadar yayıldığını, Azerbaycan’da Türkçe’nin resmi dil olarak kabul edildiğini, bir tiyatro okulu açıldığını, ülkenin okullarla doldurulduğunu,  Azerbaycan tarihini yazmak için ödüllü bir yarışma düzenlendiğini haber verir. Ömer Seyfettin, Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla Türk sanatkarları için İstanbul gibi, hatta İstanbul’dan daha serbest bir vatan açıldığını belirterek, “coğrafi sınırlarımızın dışındaki kardeşlerimizi yabancı zannetmeyelim” diye uyarır. Osmanlı Devletinin sınırları içindeki Türkler de Türk’tür; Azerbaycan, Kuzey Kafkasya, Türkistan, Hive, Buhara, Semerkant, Fergana’daki Türkler de Türk’tür. Milli edebiyat aradaki şive farklarını bir iki asır geçmeden ortadan kaldıracaktır. Yazara göre, Azerbaycan, gelecekte bizim milli edebiyatımızı bütün Turan sahasına, yani Türklerin yaşadıkları ülkelere yaymakta önemli bir görev üstlenecektir. Onun için Azerbaycan’ın bağımsızlığı, hemen bütün Turan’ın bağımsızlığı demektir (Ömer Seyfettin, 2016: 830-832). Ömer Seyfettin’in Azerbaycan ve Hazar denizi ötesine ait düşünceleri, maalesef Kızıl Ordu’nun 28 Nisan 1920 tarihinde Azerbaycan’ı işgal ile gerçekleşmemiştir. Yetmiş yıl komünizm zulmü altında yok edilmeye çalışılan Türklük, 1990 yılından sonra yeniden hayat bulmuş; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini oluşturan beş Türk Cumhuriyeti bağımsızlıklarına; çok sayıda özerk Türk cumhuriyeti de kimliklerine kavuşmuştur.

Sonuç

Ömer Seyfettin eserlerinde, “Osmanlılık” düşüncesine karşı çıkmış, Türklük bilincini uyandırmaya çalışmış; Azerbaycan, Kafkasya, Türkistan’da yaşayan Türkler ile Anadolu’da yaşayan Türklerin aynı milletin mensupları olduğunu savunmuştur. Kutsal vatan” olarak nitelendirdiği Türk dilinin yabancı kelime ve kurallardan arındırılmasını, halkın konuştuğu Türkçenin, yazı dili olarak kullanılmasını istemiştir. Anadolu’da, Azerbaycan’da, Kafkasya’da, Kazan’da, Türkistan’da yüz milyon Müslüman Türk’ün Türkçe konuştuğunu; sınırlar farklı da olsa, Türk dilinin ve Türk milletinin bir olduğunu savunmuştur. Ona göre, Türk dili, Türk Birliğinin sağlanmasında en büyük unsurdur. Ancak, şive farklılıkları vardır. Bu farklılıkların ortadan kalkması için bütün Turan edebiyatı, İstanbul şivesine yaklaşmalıdır. O, dil sevgisi, millet sevgisi, din sevgisi ve vatan sevgisinden büyük ülkülerin doğduğuna; milli ülküye sahip Türk milletinin ebediyen yaşayacağına inanıyordu. Balkan yenilgisinden sonra Türklerde milliyet fikri yeniden gelişmeye başlamıştı. Uyanan Türklük, yeryüzünde yaşayan diğer kardeşleriyle tanışmak, buluşmak ve birleşmek istemekteydi. Yazara göre bu birleşme; Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşecek, Osmanlı hakanı, bütün Türklerin İlhanı olacaktı. Yazar, 1914’lü yıllarda yazdığı eserlerinde, savaşı; “milleti yaşatan ve kuvvet veren” sosyal bir kurum olarak görmüş ve desteklemiştir. Ancak 1918 yılından sonra yazdığı yazılarda, askeri güç, hükümet ve istiklalin şekilden ibaret geçici şeyler olduğunu; millet hayatında kalıcı olanın ruh, insaniyet yani milliyet olduğunu vurgulamıştır.

Ömer Seyfettin’in milliyetçilik anlayışında “Mefkure” (Ülkü) kavramı merkezi bir yere sahiptir. Ona göre, “Türklük ülküsü”, Türklerin hep birlikte geçirdikleri millet hayatını (Türklüğü) kuvvetlendirmek, dünyadaki galiplerin üstüne çıkarmak, ona yıkılmaz bir gelecek hazırlamaktır. Başka bir yazısında, Türklerin ülküsünü, “Terakki edip, kuvvetlenip kan kardeşlerini kurtarmak ve nihayet ‘İslam Birliği’ni yani ‘İslam beynelmileliyeti’ni vücuda getirip, Müslüman milletleri Hıristiyan milletlere karşı müdafaa etmektir” şeklinde tanımlamıştır. Milletlerin de, insanlar gibi içtimai ruhları, duyguları ve vicdanları olduğunu ifade eden Ömer Seyfettin’e göre milli ülküler, milletlerin vicdanlarından doğar, asla birkaç kişinin eseri değildir. Nerede bir millet varsa orada bir milliyet ülküsü vardır. Milletler, ülküleri sayesinde yaşar. Osmanlı’nın gerilemesi ve felaketlerin sebebi de ülkü eksikliğidir. Ömer Seyfettin’in önerdiği milli ülkü; hem Osmanlı Devletinin kurtuluşunu sağlayacak, hem de bütün dünyadaki Türklerin birleşmesinin yolunu açacaktır.

Ömer Seyfettin, 1918 yılından itibaren yazdığı yazılarda, önceki yıllarda yazdıklarının aksine savaşı sorgulamış; bir milletin kurtuluşunun ruhuna, yani milli değerlerine sahip çıkmakla mümkün olacağını ifade etmiştir. “Türkçülerin istemedikleri Birinci Dünya Savaşına, milliyetçilik duyguları ile destek verdiklerini, her millete vaat edilen hürriyetten Türkler için bir pay istediklerini belirtmiş; milli hürriyet için, yani Turanın gerçekleşmesi için büyük savaşlara gerek olmadığını; eğitim ve bilimin önemli olduğu” değerlendirmesini yapmıştır.  Ona göre, bir millet esaret altına düşmüş olsa bile, milli ruhuna sahip çıkması halinde, tekrar bağımsızlığına kavuşabilir ve medeni dünyada gelişmesini sürdürebilirdi. Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşından yenik çıkması üzerine, Tekin Alp, Halide Edip Adıvar, Yusuf Akçura gibi bazı Türkçüler; Turan düşüncesinden vazgeçerek Anadolu insanına öncelik verilmesini istemişlerdir. Ömer Seyfettin ise, Turan fikrinden vazgeçmemiş, ancak Turan’ı bir devlet, yani siyasi birliktelikten ziyade, kültürel vatan olarak değerlendirmiştir. Turanın gerçekleşmesi için dil birliğine, bilim ve fennin gelişmesine önem verilmesi gerektiğini söylemiştir. Ona göre, bütün Türkler arasında dil ve kültür birliği sağlandığında Turan kurulmuş olacaktır.

Bugün dünyada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dahil, yedi bağımız Türk Cumhuriyeti, 17 özerk Türk devleti bulunmaktadır. Türk Birliğine yüz yıl öncesinden daha yakınız. Artık bu dava sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti yönetici ve aydınlarının değil, bütün Türk dünyası yönetici ve aydınlarının davasıdır… Her köşeden “Türk Birliği” sesleri yükseliyor… Birliğe doğru atılan adımlar sıklaşıyor… Dünya Türklüğü, sonsuza dek varlığını sürdürebilmek için asırların tecrübesi ve dijital çağın gereklerini dikkate alarak yeni projeler geliştirip, hep birlikte Türk Birliğini inşa etmelidir.

e-posta: [email protected]

KAYNAKLAR

Bahadıroğlu, Diba 16 Kasım 2016, https:www.makaleler. com/omer –seyfettin- kimdir

-Işık, Mehmet (2020). Ömer Seyfettin Hikayelerinde Milliyetçi Söylem ve Özne, İstanbul: İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı (Doktora Tezi)

“Kurtuluş Günlerinde Kardeş Musahabeleri”, (15 Mayıs 1918). Türk Yurdu, sayı: 157.

-Okay, Yeliz (2019). Ömer Seyfeddin’in Eserlerinin Sosyolojik Temalar Açısından İncelenmesi, Malatya: İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Doktora Tezi

-Ömer Seyfettin (1330). Yarınki Turan Devleti, İstanbul, Türk Yurdu Kitaphanesi

-Ömer Seyfeddin (1980). Turan Devleti, 3.bsk. İstanbul: Su Yayınları

Ömer Seyfettin (2002). Türklük Üzerine Yazılar / yay. Haz. Muzaffer Uyguner, Ankara: Bilgi Yayınevi

-Ömer Seyfettin (2005). Primo Türk Çocuğu, İstanbul, Damla Yayınları 

-Ömer Seyfettin (2015). Bütün Hikayeleri, 2.bsk. / haz. Nazım Hikmet Polat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

-Ömer Seyfettin (2016). Ömer Seyfettin’in Bütün Nesirleri / haz. Nazım Hikmet Polat, Ankara: Türk Dil Kurumu

-Ömer Seyfettin (2020). Türk Ülküsü / haz. Arslan Tekin, İstanbul, Bilge Kültür-Sanat

Polat, Nazım H. (1998). Külliyatına Girmemiş Yazılarıyla Ömer Seyfeddin, İstanbul: Arma Yayınları

Tarhan, (1330). Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset, İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekası

Yöntem, Ali Canip (1947). Ömer Seyfettin, Hayatı, Karakteri, Edebiyatı, İdeali ve Eserlerinden Numuneler, İstanbul: Remzi Kitabevi

Dr. İbrahim KARAER

e-mail: [email protected] 

 

Contributor
Yorum bulunmamaktadır.
Konu: Ömer Seyfettin’in Eserlerinde Turan / Türk Birliği Düşüncesi

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.