Ercan ÇALIŞKAN

 

Özet

1. Giriş

“11 Mart 1884’te Gönen’de doğdu. 6 Mart 1920’de İstanbul’da henüz 36 yaşındayken yaşamını yitirdi. Çağdaş Türk hikâyeciliğinin ve “Milli Edebiyat Akımı”nın kurucularındandır.”

Aslında yukarıdaki üç küçük cümle Ömer Seyfettin’in Türk kültürüne yaptığı ciltler dolusu katkının yalın bir ifadesidir. İlk nefesinden son nefesine kadar 36 yıl süren bir ömürde kültüre yaptığı katkıyı iki ana kola ayırabiliriz:

1.       Maupassant tarzı yani olaya dayalı hikâyeciliğimizin kurucusu ve en başarılı isimlerinden biridir.

2.       Türkçülük Hareketi’nin ve Milli Edebiyat Akımı’nın kurucularından ve etkin yazarlarından biridir.

Ömer Seyfettin ile ilgili bu yazının girişinde, başka bir cümle ya da açıklamaya ihtiyaç hissettirmeyen iki maddeye yer verdiğimi düşünüyorum. İlk şiiri “Hiss-i Müncemid” “Ömer” imzasıyla 1900’de “Mecmua-i Edebiye”de yayımlandı. İlk öyküsü “İhtiyarın Tenezzühü” 1902’de Sabah gazetesinde yer aldı. 1911 Nisan’ında Genç Kalemler dergisinde yayımlanan meşhur “Sade Lisan” makalesi Milli Edebiyat ve Türkçülük hareketinin başlangıç bildirgesi oldu.

Bu kadar kısa bir sürede bu kadar etkili olmuş bir başka yazarımız ve fikir adamımız olmadı, bana göre olabilirliği de görünmüyor.

Ömer Seyfettin konusunda beni “Ömer Seyfeddin ve Çocuklar Üzerine Etkisi” konulu bir yazı yazmaya yönlendiren, onun yaptığı katkıları araştırmaya yönelik bir ihtiyaç olmadı; çünkü katkısı dağlar kadardı ve ayan beyan ortadaydı. Beni yönlendiren bir çocukluk anım oldu:

İlkokul 3. Veya 4. sınıf bitmiş, yaz tatili henüz başlamıştı. Evimizin karşısındaki bir arsada “ebe gömmece” oynuyorduk. Çocuklardan biri çığlık çığlığa bağırdı:

— Abin geliyor abin!..

Abim… Üniversitede okuyan abim… Bir yandan gazetecilik yapar, bir yandan okurdu can abim… Koştum sarıldım ona. Sanki taşıyabilecekmişim gibi bavuluna sarıldım. Bırak, ben taşırım.” dedi. Ve girdik birlikte. Ahşap evimizin üst katında yatacağı odaya eşyalarını bıraktıktan sonra bir paketle döndü. “Bunlar senin…” dedi. Açtım heyecanla… “Ömer Seyfettin Külliyatı, 10 cilt”

Çok sevindim. Okumayı sevdiğimi unutmamıştı abim. Demek ki onun için önemliydim.

“Yalnız, bu defa farklı bir şey isteyeceğim senden.” dedi ve eline Eski Kahramanlar cildini alıp ilave etti: “ Bu kitaptan üç hikâyeyi seçip onların özetini çıkaracaksın. Ben de sana karşılığında bir çikolata alacağım.”

“Gerçek çikolata mı, Ahmet Amca’nın dükkânının vitrininde olandan mı?” diye sordum. Müthiş bir cevap: Evet!

Çikolata mı? Çikolata ha! Hem de gerçek olanı… Ahmet Amca’nın vitrininde olandan… Hani okul çıkışı önünde toplandığımız, hayaller kurduğumuz çikolatadan… Ekonomik durumu iyi olan arkadaşlarımızın tadını ballandıra ballandıra anlattığı çikolatadan… O güne kadar benim hiç yemediğim çikolatadan…

Kitapları alıp ahşap evimizin üst katına nasıl koştuğumu, sene içinde tam bitmemiş defterlerimi karıştırıp en çok sayfa olanını nasıl seçtiğimi ve kitapların arasından “Eski Kahramanlar ”ı nasıl seçtiğimi anlatamam. Hani Mehmet Akif’in dediği gibi: Şâir olsam yine tasvîri olur bence muhâl…

Kitabın içinde kaybolmuştum kısa bir süre sonra… Bir kere okumayı çok seviyordum. Sonra kahramanlık hikâyeleri çok ilgimi çekiyordu. Ve üstelik işin ucunda çikolata vardı.

Birkaç gün ya geçmiş ya geçmemişti. Sokaktan gelen oyun çağrılarına bile kulaklarımı kapamıştım bu süre boyunca… Kapının önünde, elimde defterle abimin karşısına çıktığımda defterin içinde değil üç hikâyenin özeti, tüm hikâyelerin özeti vardı.

Abim, deftere baktı, başını salladı. Sevgi ve övgü dolu bir “Aferin!” döküldü ağzından… Sonra eve girdik, akşam yemeğini yedik hep birlikte… Konuyla ilgili bir tek kelime çıkmadı abimin ağzından… Sonra da evden çıktı gitti. O akşam geç vakte kadar uyuyamadım ama ben uyuyuncaya kadar eve gelmemişti. Sabah kahvaltısı içinde “çikolata” kelimesi geçmeyen muhabbetler içinde yapıldı. Artık kafamın içinde, “Benim çikolata herhalde vitrinde kalacak.” düşüncesi yerleşmeye başlamıştı.

Ve akşam oldu yine… Karşıdan abim göründü. Acaba… Belki… Olabilir mi?

İyice yaklaştı abim, başımı okşadı; elini ceketinin iç cebine attı. Gazete kâğıdına sarılı bir paket uzattı. Heyecandan bütün kanım yüzümde toplanmıştı. “Bu ne?” dedim. “Çikolata!” dedi.

Alıp fırladım üst kata… Teşekkür falan hak getire… Paketin dışındaki gazete kâğıdını yırtıp attım. O zamanlar her şey okunmuş gazete kağıtlarına sarılırdı. Aman Allah’ım! O, vitrinde gördüğümüz, üzerine hayaller kurduğumuz, kocaman çikolata! Ve benim… Bana ait… Bu defa yırtmadım paketi, özenle açtım. Küçük kareler halindeydi. Bir tanesini kırıp dilimin üstüne koydum. O tadı, o lezzeti 50 sene geçti hala unutamıyorum. O tat, o lezzet bitinceye kadar bana her gün bir küçük kare olarak eşlik etmeye devam etti.

İşte “Ömer Seyfeddin ve Çocuklar Üzerine Etkisi” konusunda yazmamın tetikleyici faktörü bu benim için unutulmaz anı oldu.

2. Araştırmanın Amacı ve Önemi

Ömer Seyfettin’in “Bir çocuğun hayatındaki yeri, önemi, etkisi nedir?” sorusuna cevap olabilecek her şeyi yaşadım. Ömer Seyfettin’in yazdığı kitaplarla,

a)       Okumayı daha çok sevdim.

b)      Yazmanın büyük bir mutluluk kaynağı olduğunu öğrendim.

c)       Kendimi yazılı ve sözlü olarak daha iyi ifade edebilir hale geldim.

d)      Arkadaş ve arkadaşlığın değerinin ne olduğunu anladım.

e)      Türk’ü, Türklüğü, millet sevgisini yüreğimde hissettim.

Daha sonraki süreçte kişiliğimin oluşmasında ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak hayata atılmamda büyük etkisi olduğunu düşündüğüm yukarıda anlattığım anının genelde bütün çocuklar üzerinde etkisi olabilecek bir uygulama biçimine dönüşmesi gerektiğine inancım tam olmuştur.

Bu uygulamanın hayata geçirilmesi ve uygulanabilmesi için tek etki saham öğretmenliğimi yaptığım okullardı. Bu etki sahasını, mesleğimi yaptığım yıllar boyunca verimli olarak kullandım. Bu bağlamda çok sayıda öğrencinin hayatına dokunduğumu biliyorum.

Bilindiği gibi günümüzde çocukların okuma alışkanlığı ciddi manada sorgulanabilir bir noktadadır. Toplumun her yerini bilgisayar, tablet, telefon gibi elektronik aygıtların sardığı, internet vasıtasıyla teknolojik iletişimin hayatın her aşamasına girdiği bu dünyada çocukların okumadan uzaklaştığı acı bir gerçektir. Bu gerçeğin tespitinden sonra okuyan çocukların varlığından da burada söz etmek gerekir ki bu yazının temel amacı o sayının nasıl artırılabileceğine cevap bulmaktır.

Çocukların okuduğu kitaplar arasında hikâye ve roman türünden eserler ilk sırada yer almaktadır. Okunurluğu artırmak için kullanılacak önemli bir unsur bu tespittir. Bu tespiti, hikâye ve romanın

1.       Hayal dünyasını zenginleştirmede etkili olduğu,

2.       Çocukların sınırlı hayat tecrübelerini zenginleştirme yolu olduğu,

3.       Yerleştirilmesi gerekli olan değer yargılarının netlik kazanmasını sağladığı,

4.       Okuma alışkanlığı ve zevkinin gelişmesiyle boş zamanların yararlı biçimde değerlendirilmesini sağladığı gerçekleriyle birleştirdiğiniz zaman

a)  Çocuklarda okuma alışkanlığını artırmak için hikâye ve romandan faydalanılmalıdır,

b)  Ömer Seyfettin’in hikâyeleri bu açıdan önemlidir sonuçlarına kolayca ulaşabiliriz.

3. Araştırmanın Yöntemi

Bu çalışma bir anıya dayalı olarak meslek yaşamında okuma alışkanlığını yerleştirmek ve geliştirmek için yapılan bir uygulamanın değerlendirilmesiyle oluşturulmuştur. Çalışmada, akademik verilere dayalı istatistiki çalışmalara yer verilmemiştir. Örnek seçilen hikâyelerden elde edilen bulgular, “etkileme ve değerlendirme alt başlıklarında kısa kısa ele alınmıştır. Daha çok gözlemleme ve deneyimleme yöntemi kullanılmıştır. Örnek hikâyelerin hem aslına hem de özetine yer verilmiştir ki okuyucunun sözü edilen hikâye ile daha önce tanışmamışsa hikâyenin tamamını okuması, daha önce okumuşsa özetini okuyarak zihninde çabucak canlandırması amaçlanmıştır.

4. Örnek Hikâye, Özeti, Etkileme Yönü ve Değerlendirmesi

Bu bölümde Ömer Seyfettin’in “Bir çocuğun hayatındaki yeri, önemi, etkisi nedir?” konusu ile ilgili olarak örnek hikâyelerden elde edilen bulgular yer almaktadır.

 

4.1. Hikâyelerde Görülen Kahramanlık Temalarının Çocuklar Üzerindeki Etkileri

Yazının girişinde özet çıkarmak için “Eski Kahramanlar” kitabını seçtiğimden söz etmiştim. Neden “Eski Kahramanlar?” diye sonraları çok düşündüm. Bunun nedeni sanırım, her çocuk gözünde kahramanlık temasının etkili olmasıydı. “Başını Vermeyen Şehit, Forsa, Pembe İncili Kaftan, Diyet” gibi hikâye isimleri de aynı nedenle belleğimde yer almıştır.

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

Hikaye: Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son kuşatmasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar, yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu.

Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınlı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.

Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre diyorlardı. Bağırdı:

– Oynamayın şu hayvanla… Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı:

– Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları. Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.… Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.

– Hey, çavuşbaşı… Hey!… Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rast geldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:

– Ne var?

– Kaleden düşman çıkıyor. Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.

– Bize geliyorlar… dedi: Çavuşa döndü:

– Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder. Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Hâlbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:

– Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı:

– Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi. Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu. Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi:

Deli Mehmet, Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler:

“İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükâfat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar, kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevli gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı:

– Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:

– İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… Üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.

– Öyleyse hazır olalım. Haydi… Bir gürültüdür koptu;

– Hazırız…

– Hepimiz, hepimiz…

– Hepimiz, hepimiz hazırız.

– Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.

– Oklarımız havlı

– Yatağanlarımız keskin…

– Bugün nusret bizim.

– Âmin, âmin… Kuru Kadı, “Ey âlemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:

– Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular. Bir ağızdan:

– Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar. Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.

– Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün Cuma, hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?

– Hayır.

– Hayır, asla…

– Hayır.

– O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?

– Hay hay!

– Uygun…

– Pekâlâ! Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı. Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti. Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu. Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Hâlbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.… Bozgun başladı. Deli Mehmet’le Deli Hüsrev’in takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu.

Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’in alayına dalmış kesiyor, kesiyor, inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,

– Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Başını verme Mehmet!…

Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki…

Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Her kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,

– Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.

– Nasıl, gördün mü bu civanı?

– Görmedin mi? Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.

– Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının;

– Gaziler hisara! Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam on dokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri savdı. Bu taze mezarın başına çöktü.

Ezberden “Yasin” okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı. Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:

– Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir. Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir Türkü söylüyordu. Seslendi:

– Hüsrev.

– Efendim? Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başıkabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,

– Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.

– Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?

– “Gözlüye hod gizli yoktur!” Küttedek kapıyı, kapadı. Yine Türküsüne başladı. … Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu. Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme, sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için de yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı.

Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsrev’e rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arkasına dokundu.

– Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:

– Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?

– Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.

– Kimdir?

– Bilemezsin…

– Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?

– A şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!

Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı. Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu. Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra…

Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrev’in bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, aksakallı, yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.

O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski derviş kadısı mıydı?

 

Özet: Ömer Seyfettin’in tarihi bir hikayesi olan Başını Vermeyen Şehit’ te yüz on kişilik Osmanlı mücahit gücünün savunduğu Grijgal Kalesi (1555 yıllarında) bini aşkın düşmanın saldırısına uğramıştır. Bu savaşta Deli Mehmet isimli bir derviş şehit düşmüş ve başı düşman tarafından bedeninden ayrılmıştır. Bunu gören yakın arkadaşı Deli Hüsrev “Canını verdin, başını verme!” diye bağırınca kesik başlı beden yerinden fırlamış ve kendi kellesini götüren atlı şövalyenin arkasından gidip başını almıştır. İşte bu olağanüstü olay buna şahit olan Grijgal kadısı Kuru Mehmet tarafından destansı bir hikayeyle anlatılmıştır. Yaşanmış gerçeği anlatan bu destanın yüz beyit kadarı da Peçevî Tarihi’nde yer almıştır. Usta hikâyeci Ömer Seyfettin ise (ö.1920) bu tarihî hadiseyi Peçevî’den alarak “Başını Vermeyen Şehit” adıyla on beş sayfalık güzel bir hikâye şekline çevirmiştir.

Etkileme: Bu hikâyenin çocuklar üzerinde doğrudan kahramanlık duygularını artırma, vatan savunması duygusunu pekiştirme, vatan için yapılan fedakârlıklar gibi önemli etkileri söz konusudur; dolaylı olarak ise Türkçeyi kullanma becerisini geliştirdiği gözlemlenebilen bir gerçektir.

Değerlendirme: Ömer Seyfettin, “Başını Vermeyen Şehit” adlı öyküsünde Türk milletinin kendi olma bilincini ve varoluşsal mücadelesini ortaya koymuştur. Sade bir dil ile Türk milletinin millî şuurunu tekrardan harekete geçiren yazar, kendi kimliğini de Türk edebiyatının içinde sabitleştirmeyi başarmıştır.

Forsa

Özet: Kara Memiş adında yaşlı bir Osmanlı gemici varmış. Bu gemici tek başına hayatını devam ettirir ve gemilerde yaşarmış. Bu Kara Memiş’in bir de oğlu varmış ancak oğlu ile küçük yaştayken bağlarını koparmıştır bu nedenle de tek başına yaşıyormuş. Günlerden bir gün Kara Memiş, Osmanlı düşmanlarının gemilerinde esir düşmüştür ve uzun yıllar boyunca korsan kadırgalarında esir düşmüştür. Bu süre içinde Karar Memiş, vatanına büyük bir özlem duymuştur bununla birlikte çektiği eziyetler de onu oldukça yormuştur ancak Kara Memiş kişiliğini ve karakterini hiç bozmamıştır ve bir gün elbet bu esaretten kurtulacağını ve bir gün Osmanlı gemilerinin onu bu esaretten kurtaracağını düşünerek kendisini teselli etmiştir.

Kara Memiş’in uzun yıllar sonra yaşlanması üzerine düşman gemiciler Osmanlı gemicisi olan Karar Memiş’i yalnız bir adaya bırakıp terk etmişlerdir. Bu adada kaldığı süre içinde gözünü ufuklardan almayan Kara Memiş asla ve asla umudunu yitirmemiştir ve günlerden bir gün bir Osmanlı gemisinin yaklaştığını görmüştür ve bu geminin kaptanı da yıllardır görmediği oğlu Turgut çıkmıştır.

Etkileme: Bu hikâyenin çocuklar üzerinde doğrudan kahramanlık duygularını artırma, vatan için katlanılan özveriler, vatan için çekilen çileler gibi önemli etkileri söz konusudur; dolaylı olarak ise Türkçeyi kullanma becerisini geliştirdiği gözlemlenebilen bir gerçektir.

Değerlendirme: Forsa adlı hikâyede olayları birbirine bağlayan unsurlar hikâyenin de yapısını oluşturan kişiler, zaman ve mekândır. Forsa hikâyesini  farklı bir mekânda yeniden kurgularsak hikâye aynı etkiyi göstermez. Çünkü metindeki kişiler ve mekânlar bir bütünlük oluşturacak şekilde kurgulanmıştır. Farklı mekânlar bu bütünlüğü bozacağı için hikâye aynı anlam bütünlüğüne ve etkiye sahip olmaz

 

4.2. Hikâyelerde Görülen Şahsiyet, Onurlu Davranış Temalarının Çocuklar Üzerindeki Etkileri

Pembe İncili Kaftan

Özet: Şah İsmail’e gönderilmek üzere bir elçi aranmaktadır. Gönderilecek elçinin yiğit, cesur ve devletin onurunu koruyacak biri olması gerekmektedir. Şah İsmail çok zalim ve gaddar biridir. Divan toplantısında vezir Şah İsmail’in kötülüklerinden bahseder.

Muhsin Çelebi vaktini kitap okumakla geçiren devlete çok bağlı zengin biridir. Elçi arandığını öğrenince sadrazama giderek gönüllü elçi olacağını söyler. Sadrazam önce Muhsin Çelebi’yi deli zanneder. Muhsin Çelebi sıra dışı cesur, pervasız, tam aradıkları bir insandır. Muhsin Çelebi elçiliği tek bir şartla kabul eder. Tüm masrafları kendi cebinden karşılayacaktır. Çiftliğini, mandırasını ipotek eder. Adından çok söz edilen, çok pahalı pembe incili kaftanı satın alır. Şah İsmail’in sarayına gider… Şah İsmail, Osmanlı elçisini beklemektedir. Sarayında tahtının arkasına cellatlar diker… Muhsin Çelebi gelir ve Şah İsmail’in eteğini öpmeden Yavuz Sultan Selim’den getirdiği fermanı uzatır.

Şah İsmail onun bu gururlu tavrına çok sinirlenir. Muhsin Çelebi bununla da yetinmez. Üzerinde muhteşem kaftanı yere serer ve Şah İsmail’in karşısında kaftanın üstüne oturur. Çıkarken de gururlu bir şekilde kaftanı orada bırakır. Şah İsmail sinirinden hiçbir şey yapamaz.

Muhsin Çelebi her şeyini uğruna sattığı kaftanı İran sarayında ülkesi uğruna bırakmıştır. Ülkesine döndüğünde her şeyini kaybetmiş; fakat devletinin şanını yüceltmiş biri olarak hayatına devam eder.

Etkileme: Bu hikâyenin çocuklar üzerinde, onurlu davranma, şahsiyete değer verme, doğrudan cesaret duygularını artırma, vatan için katlanılan özveriler, vatan için çekilen çileler gibi önemli etkileri söz konusudur; dolaylı olarak ise Türkçeyi kullanma becerisini geliştirdiği gözlemlenebilen bir gerçektir.

Değerlendirme: Hikâyede yazarın kabulleri ile temel değerleri örtüşmektedir. Hikâyenin kahramanı devletini temsil etmede karşılık beklememenin ve özverinin muhteşem bir örneğini vermiştir.

DİYET

Hikâye: Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “Ali Usta’nın işi” damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su vermek” sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.

– Bizim Ali…

– Bizim koca usta…

– Dünyada eşi yoktur…

– Zülfikâr’ın sırrı ondadır!.. derlerdi.

Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali’nin yaratılışında “başkasına gönül borcu olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum’da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde “kutsal ateş”ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.

– Tak!

– Tak, tak!…

– Tak, tak!

İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü… Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.

Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıl taşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:

– Kimdir o?… diye bağırdı.

Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:

– Yabancı yok!

– Kimsin?

– Ali…

Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:

– Koca Ali… Koca Ali, be!

– Sen misin, Ali Usta?

– Benim!

– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…

Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçi başı:

– Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.

– Yok.

– Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?

– Biliyorum.

– Ee, ne arıyorsun buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç…

Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:

– Haydi yerine git, dolaşma… dediler.

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.

İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…

İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:

– Kim o? diye haykırdı.

– Aç çabuk.

Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:

– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:

– Niçin?…

– Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.

– Ee, bana ne?…

– Onun için işte dükkânı arayacağız.

– O hırsızlıktan bana ne?

– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

– Bana ne?…

– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!

Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

– Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.

Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:

– Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna

girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:

– Ay! İşte, işte…

Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:

– Çaldığın paraları nereye sakladın?

– Ben para çalmadım.

– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.

– Ya kim koydu?

– Bilmiyorum.

Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali’nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:

– Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.

Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.

– Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz…

Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.

Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.

İşte herkes onu seviyordu.

Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet’e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.

– Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.

– Ne gibi? diye sordular.

– Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa…

– Pekâlâ, pekâlâ…

Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’ın önerisini Koca Ali’ye söylediler. O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:

– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, ölümlü dünyada “birisine gönül borcu duymak” acıların en büyüğüydü.

O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:

– Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.

Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.

Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap’ın ikide bir:

– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:

– Kolunun diyetini ben verdim.

– …

– Şimdi çolak kalacaktın, ha…

– …

– Benim sayemde kolun var.

– …

Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?

Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…

Hacı Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine “Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.

“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:

– Ne yapıyorsun be?…

Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:

– Bıçakları biliyorum, dedi.

– Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?

Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

– Ne bakıyorsun?

– …

Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:

– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…

Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap’ın önüne:

– Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.

Özet: “Diyet” hikâyesinde Koca Ali, gösterişten, “kendisini pazarlamak ”tan uzak sessiz, sakin ve onurlu işini yapan, “çeliğe çifte su vermesini bilen” bir kılıç ustasıdır. Tamamen işiyle ve ibadetiyle meşgul olan, araç değerlerin ise çok açık bir şekilde karşısında olan Koca Ali’ye iftira edilir; o, hırsızlıkla suçlanır. Bir süre sonra kanun karşısına çıkarılan ve yargılanan, şer’î kanunlara göre ancak diyetini ödeyerek itham edilen suçtan aklanabilecek olan Koca Ali, parası olmadığı için cezaya razı olur. Ancak onun dürüst bir insan olduğunu düşünen çevresi, parası olan kasap Hacı Mehmet’ten Koca Ali’nin diyetini ödemesini ister. “Hacı Kasap”, Koca Ali’nin diyetini öder, borcunu ödemesi için onu yanına hizmetçi olarak alır. Koca Ali, hamisinin her dediğini yapar; ancak gördüğü kötü muamele karşısında bir gün dayanamayacak kadar öfkelenir. Kendisinden sürekli diyetini ödemesini isteyen kasap Hacı Mehmet’e sol kolunu bileğinden keserek sunar; yeniden özgürlüğüne kavuşur. Dürüst, sadık, vefalı bir insan olan Koca Ali, borç duygusuyla yaşamayı kabul edemez. Eylemiyle hem yüksek değerlerin belirlemesinde olduğunu gösterir hem de bu değerlerden yana tavır koymuş olur.

Etkileme: Bu hikâyenin çocuklar üzerinde, onurlu davranma, şahsiyete değer verme, doğrudan cesaret duygularını artırma gibi önemli etkileri söz konusudur; dolaylı olarak ise Türkçeyi kullanma becerisini geliştirdiği gözlemlenebilen bir gerçektir.

Değerlendirme: Diyet hikâyesi de bir çocuğun kişiliğinin oluşmasında çok etkili olabilecek dürüstlük duygusunu kahramanın kabulleri ve uygulaması çerçevesinde en iyi biçimde ortaya koymaktadır.

 

4. 3.  Hikâyelerde Görülen Eğitim, Eğitim Sistemi Temalarının Çocuklar Üzerindeki Etkileri

FALAKA

Hikâye: Her sabah Çarşı Camisinin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi, cıvıl cıvıl neşeli geçerdik. Okul biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı, etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından Hoca girmeden Efendinin olup olmadığını, şöyle bir bakar, anlardık:

-Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?

-Gelmiş, gelmiş…

Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendinin eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan… Her sabah bizler gibi erkenden okula gelir, akşama kadar kalır. Evlerimizden, sırasıyla getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek okulda bir ayrıcalıktı. Hoca Efendiye kim yaranırsa bunu mükâfat olarak kazanırdı. Okulun kapısına dar, taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşı tarafta Hoca Efendinin rahlesi vardı. Rahlenin önünde top yavrusu, müthiş tuhaf bir kürek gibi siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere almışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbeyi, amme`yi her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün dersimiz sıkıcı genellikle bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleriydi. Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz kış, her zaman cüppesiz abdest almaya hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıplak,  sıvalı, yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii’ni süpürmeye gidip sonra hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, çiğdem gibi şeyler satardı.

Gönen’den geldiğimiz günden beri her gün okula devam ediyordum. En başta gelen zevkim falaka tutmak!… Fakat bir gün Hakim Efendi ile setre pantolonlu, asık suratlı biri geldi.

-Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! dediler.

Sakalsız esmer, uzun boylu, aksi birisi. Kapıdan girdiği anda Hoca Efendinin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisi çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak biri yerimize oturttu. Hepimizi tek tek gözden geçirdi. Bir kaçımızı okutmak istedi. Oysa bizler tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere baktı ve başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendinin başında asılı duran falakayı dikti, baktı baktı. Sanki ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkat kesilerek öylece baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken:

– Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?… dedi.

Hoca Efendi korkarak divan duruyor gibi kollarını önüne kavuşturarak yürüdü. Hakim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarıda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ama falaka ertesi gün yine yoktu.

Falaka yasak olmuş…’ diyorlardı. Sözde, Kaymakam Bey etmiş!

Dayak korkusu kaldırılınca bizler kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki…. Ne yaptığımızı bilmez hale geldik, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, yalvartıyorduk…

Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efemdi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Bu defa başucuna asmadı, oturduğu minderi arkasına gizledi. Fakat şimdi kim kabahat ederse, eskisinden daha fena dövüyordu.

Çok iyi hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz birliğiz. Aramızda bizi ele veren birisi çıkmıyor. Hoca Efendiye karşı tek bir vücut gibi hareket eder olmuştuk.  Bir gün bahçede söz birliği ettik. İçeride hepimiz birden esnemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar oracıkta uyuyuverdi. O zaman yerimizden kalkıp rahlenin üzerindeki enfiye kutusu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmalar başladı. Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Hep bir ağızdan ahenkle:

– Bilmiyoruz, bilmiyoruz, dedik

– Hepinizi falakaya çekeceğim.

– Bilmiyoruz, bilmiyoruz!

– Kimse söylemeyecek mi?

– Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki!…

– Bilmiyorsunuz, öyle mi! Necip, git camiden falakayı çağır, çabuk.

Beş on dakika sonra falaka geldi. Korkunç bir sahne başlamıştı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Artık nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler. O günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sanıyordu. Hele hapşırmak… kazara, kendiliğinden hapşıranı, ‘benimle eğleniyor musunuz?’ diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dayak atıyordu. Aksi gibi benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum. Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bürün kuvveti ile rahlesine vuruyor:

– Bundan sonra kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim! Diye bağırıyordu.

– …

– Şart olsun, kim hapşırırsa…

‘Şart olsun!’  Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açıldı.

– Çok büyük yemin! Dedi.

– Yalan yere bu temini eden çarpılır mı?

– Hayır.

– Ya ne olur?

– Daha kötü

– Nasıl?

– Karısı boş düşer.

Tam anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini okulda

Okulda çocuklara bütün ayrıntıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi,

Yalan doğru, bizde ‘şart olsun!’ yemine başladık. ’Vallahi, billahi’ unutuldu. Hoca Efendi de artık her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor.

–   Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm! Diye tekrarlıyordu.

Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik.

Her zamanki gibi derin bir uğultu… Ben baktım. Hoca Efendi dalmış güzel güzel uyuyor. Hemen ayağa kalktım. Çocuklara dönüp, şahadet parmağımı dudaklarıma götürerek:

-Susunuz!… İşaretimi verdim. Seda kesildi. Hepsi dikkat kesilmiş ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran bir taba kadar büyük enfiye kutusu ilişmişti.

Yavaşça yürüdüm, ayaklarımın ucuna basa basa yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyelerin hepsini kitap yapraklarının arasına boşattım. Kutuyu yine olduğu gibi yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.

-Hayır, bu defa biz çekmeyeceğiz, dedim. Sonra hapşırırız. Uyanır.

-Ya sen ne yapacaksın?

-Görürsünüz…

-Ne yapacaksın, ne yapacaksın?

-Söylemem dedim. Çok güleceğiz.

Öyle bir şeytanlık aklıma gelmişti ki, daha yapmadan, gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Bizim gülüşmelerimizden çıkan sese Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı. İçinde enfiye yok… Sinirlendi.

– Kim aldıysa söyleyin, şart olsun gebertirim.

Hep bir ağızdan, ahenkle:

-Şart olsun, haberimiz yok! dedik.

-Kim aldı? Söyleyiniz.

-Bilmiyoruz, bilmiyoruz!…

-Pekala, bunu size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıkacağım. Sonra da öldürünceye kadar döveceğim.

Kazara hapşıracağız diye hepimizin korkudan sesi soluğu kesilmişti.

-Şart olsun… Ah bugün içinizden biri hapşırırsa… Şart olsun, öldüreceğim…

-…

-Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa…

Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını kapatıp, çoraplarını, mesini giydi. Cüppesini omzuna aldı hep bir ağızdan, çarpım cetvelinin tekrarından sonra ilahiye başladık. En sonuna doğru yanımdaki çocuğa dürterek ayağa kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:

-Ne var?

-Abdurrahman Çelebiyi hazırlayalım mı?

-Haydi, ama çabuk!

Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendinin izin verdiği iki çocuk önceden çıkar,  eşeğin yularını, semerini vururdu.

Taş merdiveni hızla indik. Abdurrahman Çelebi yiyemediği otların üzerine uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek yerinden kaldırdık. Yularını, semerini vurduk. Artık ilahi sesleri kesilmişti. Ben cebimden içi enfiye dolu kağıt boruları çıkardım. Usulca eğildim Abdurrahman Çelebi bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı. İkinci boruyu üfleyemedim. Yularından sıkıca tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor, gülmemek için sıkı sıkı eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cüppesini giymiş, ağır başlıkla, yavaş yavaş merdivenlerden iniyordu. Çocukların hepsi bir kuş dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek   şaha kalkıyordu.

– Ne olmuş bu hayvana?

– Bilmem efendim, uyuyordu…

– Gemini yanlış vurmuşsunuz.

– Hayır.

– Getirin bakayım.

Bütün çocuklar da hayretle bakıyordu. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi ‘Pişih pişih’ diye başını sarstı, bütün çocuklar kahkahaya başladı. Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin etkisiyle Abdurrahman Çelebi habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:

– Sizinle eğleniyor efendim, dedim.

Halt etmişsin…

Daha da küstahlaştım:

– Bunu da falakaya yıkmalısınız.

– O, o hayvan…

Kahkahalarla katılan çocuklar:

-‘Falaka, falaka…’ diye bağrışıyorlardı. Ben onlardan cesaret alarak dedim ki:

-Ama Hoca Efendi, bu gün okulda, ‘Kim hapşırırsa, şart olsun falakaya yıkacağım.’dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi’yi affederseniz karınız boş düşer.

Çocuklar, ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:

-Karınız boş düşer! Karınız boş düşer diye haykırıyorlardı.

Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar, ‘Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Abdurrahman Çelebi!’ diye diye sevgiyle okşadığı eşeğine dehşetle baktı. Kapının yanından çocuğun biri içeri koşmuş falakayı, değneği çıkartmıştı. Abdurrahman Çelebicik düzensiz aralıklarla durmadan hapşırıyordu, burnunu yere sürmek istiyordu.

Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendinin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlardı.      Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!… diye ahenkle durmadan tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kızdığını bilmeyen Hoca Efendi,elinde olmadan:

-Yıkınız! emrini verdi.

Belki yirmi çocuk Abdurrahman Celebi’nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşmadan sonra yere yapıştırdık! Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı. Nallar gibi ‘tak tak’ vurmaya başladı. Eşek debeleniyor, çocuklar bağırıyor, gülüyor, naralar atıyorlardı. Müthiş bir gürültü… Ansızın arkadan bir çocuk:

-Kaymakam Bey! diye bağırdı.

Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çevirdik; siyah pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam… Sağında solunda birer koltuk görevlisi, dimdik öylece duruyordu.         -Ne oluyor, Hoca Efendi? diye sordu.

-…

Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar ise bıraktılar. Kurtulan, ürkmüş zavallı eşek çifte ata ata, kestane ağaçlarının altına doğru kaçıyor, avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Okulun önüne geldi. Kaşlarını çatarak hiddetle tekrar sordu:

– Ne yapıyordunuz?

– Şey… efendim…

Hoca Efendi kekeliyordu.

– Ne?

– Şart etmiştim.

– Ne demek?

– Hapşıran için.

– Ne hapşıranı?

– Eşek hapşırdı.

– Eşek mi hapşırdı?

– !…

– !!!

– Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüyordu. Kaymakam, ağır başlılığına dokunan bu arsızlığa hiddetlendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek:

-Defolun bakıyım oradan, terbiyesizler!… dedi.

Biz korktuğumuz için, hemen sustuk.

Sonra şaşkın, perişan halde yere bakan Hoca Efendiye döndü:

-Benimle beraber geliniz.

-Kaymakam önde, koltuk görevlileriyle Hoca Efendi arkada, çıkıp gittiler.
Bu olup bitenlerden sonra, okulda ne falaka gördük, nede Hoca Efendiyi!

Şimdi kimi hapşırırken görsem, küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz tuhaf bir acı sızlar. Benim yaptıklarımdan dolayı hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu aksakallı, fakır ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Aradan zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha da büyüyen bir vicdan azabı duyarım.

Fakat…

Fakat bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir acı gerçek yok mudur?

 

 

Özet: Kahramanımız kırk arkadaşı ile bir kuran kursuna gitmektedir. Burada huysuz bir hoca bulunmaktadır. Bu hoca çocuklara iyi bir eğitim veremediği gibi onları da falakaya çekiyordur. Bir de bu hocanın her gün camiye gidip geldiği eşeği bulunmaktadır, çocuklar ona Abdurrahman Çelebi ismini takmışlardır.

Bir gün bu kursu kaymakam denetlemeye gelir birkaç çocuğa kuran okutmak istese de başarısızlık ortadadır. Sinirlenen kaymakam hoca efendiyle konuşarak orada bulunan falakayı kaldırmasını ister. Falakanın kalktığını gören çocuklar günden güne daha da arsızlaşır hocaya yapmadıklarını bırakmazlar. Bunun üzerine hoca falakayı geri çıkararak çocukları eskisinden daha çok ve sert dövmeye başlar.

 

Hocanın bir de kullandığı enfiye denilen bir toz vardır. Bu toz buruna çekilince fena bir şekilde  hapşırtmaktadır. Bizim afacanlar tabi yerinde durmaz bir gün esneme numarası ile hocayı uyuturlar, Hocanın tozunu alıp hep birlikte buruna çekmeye ve hapşırmaya başlarlar. Gürültüye uyanan hoca çok sinirlenir ve çocukları bir güzel döver ve onlara bir daha hapşıran ve esneyen olursa şart olsun ki  onları öldüresiye döveceğini söyler.

Bu söz kahramanımızın kafasına çok takılır annesine söyler. Annesi bunun büyük bir yemin olduğunu söyler. Artık bu kelime çocukların diline dolanmıştır bir şey olduğu zaman şart olsun demeye başlarlar. Kahramanımız camide bulundukları bir esnada hocanın enfiyesini alıp bir kâğıda döker, gidip bunu da hocanın eşeğinin burnuna üfler, hayvancağız tozun etkisi ile şahlanıp hapşırmaya başlar. Oraya gelen hoca eşeğe ne olduğunu sorar çocuklar hapşırdığını, şart koştuğu için onu falakaya yatırması gerektiğini söyleyip dururlar. Ne yapacağını bilemeyen hoca eşeği falakaya yatırır. O esnada oradan geçen kaymakam olayı görüp gelir ve hocaya onunla gelmesini söyler. O günden bugüne kahramanımız ne o hocayı ne de falakayı görmemiştir. O günden sonra her hapşıranı gördüğünde vicdan azabı duymaktadır.

Etkileme: Bu hikâyenin çocuklara doğrudan, vicdan duygusunun önemini anlattığı; dolaylı olarak ise Türkçeyi kullanma becerisini geliştirdiği gözlemlenebilen bir gerçektir.

Değerlendirme:  Yazarın zamanın eğitim sistemi ile ilgili ipuçları veren en önemli eseri Falaka’dır.  Hikâyeden o dönemin eğitim ortamına ve sürecine ilişkin çeşitli bilgileri edinebilmekteyiz.  Modern eğitim öncesi eğitim öğretim ortamlarının nasıl olduğunu bir çocuğa en iyi anlatma yöntemi bu şekilde olur.

ANT

Hikâye: Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder… Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir…

Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

Büyük bir bahçe… Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev… Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda… Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana’nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, “Hayırdır inşallah…” dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim…

Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum… Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe… Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı… Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. “Büyük Hoca” dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. “Küçük Hoca” erkekti. Büyük Hoca’nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca’nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep “Ak Bey” derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da “Yüzbaşı oğlu” diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan “geldi – gitti” levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı…

Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak… Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca’nın ağır tokadı… Büyük Hoca’nın uzun sopası… ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, “Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?” diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü, okul dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:

– Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın…

– Ben koparmıştım.

– Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.

Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:

– Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.

– Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?

– Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.

Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:

– Ant ne?

– Bilmiyor musun?

– Bilmiyorum!

O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi:

– Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna “ant içmek” derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.

Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant, içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak… Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı:

– Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha… diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine, bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak’ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık… Bu sözcüğü söylerken tat duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki… Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık’ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.

Mustafa Mıstık,

Arabaya kıstık,

Üç mum yaktık,

Seyrine Baktık!

diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık’ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni… Hatta elleri… Bütün çocukları güreşte yenerdi… Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık’la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek… Parmağımın acısını unuttum, Mıstık’a,

– Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes…

Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:

– Olur mu ya… Ant için kol kesmek gerek…

– Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan… Haydi, haydi!…

Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay… Belki bir yıl… Mıstık’la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi… Mıstık’la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum… Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, “Kaçınız, kaçınız, ısıracak!..” diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, “Aman, kaçalım…” dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, “Sen arkama saklan!…” diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı.

İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık’ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, “Bir şey yok… Acımıyor… Biraz çizildi…” diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarımsak kokusundan aksırdım.

Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi… Anneme, Hacı Budak’lara gidip Mıstık’ı görmemizi söyledim.

– Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.

Ondan sonra ben her zaman Mıstık’ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.

Ne yazık ki, o hiç gelmedi… Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler. Oradan İstanbul’a göndereceklerdi.

Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş…

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.

Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlâk ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır… Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık’ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım…

Özet: Anlatıcı ve Mıstık öykünün ana karakterleridir. Anlatıcı ve Mıstık çok iyi anlaşmakta ve nereye giderlerse birlikte gitmektedirler. Bu iki kafadar her ne yaparlarsa birlikte yapmakta, yaramazlık yaparlarsa da birlikte yapmaktadırlar… Bir gün anlatıcı ile Mıstık kan kardeşi olmaya karar verirler.  Nihayetinde bir gün anlatıcının parmağı kanar ve Mıstık da parmağını kanatarak kan kardeşi olurlar.

Küçük bir and içme merasimi de düzenleyerek her zaman beraber olacaklarına, her zorluğa birlikte göğüs gereceklerine,  her zaman iyi bir dost olarak kalacaklarına, birbirlerine her zaman iyi davranacaklarına yemin ederler.

Kan kardeşi olduktan sonra daha da yakınlaşmışlardır. Nihayetinde bir gün Mıstık bir köpek tarafından ısırılmış, Mıstık ’ın durumu günden güne çok kötüye gitmiştir.  Anlatıcı kan kardeşi Mıstık’ın durumuna çok çok üzülmektedir.  En sonunda Mıstık’ın kuduz olduğu anlaşılır ve Mıstık ölür. Anlatıcı da bu olaydan sonra çok çok üzülmüş, elindeki yaraya her baktığında kan kardeşi Mıstık’ı hatırlamaktadır.

Etkileme: Bu hikâyenin çocuklara doğrudan, arkadaşlık duygusunun önemini anlattığı; dolaylı olarak ise Türkçeyi kullanma becerisini geliştirdiği gözlemlenebilen bir gerçektir.

Değerlendirme: Sanatçı, Falaka hikâyesinde olduğu gibi Ant hikâyesinde de dönemin en önemli sorunlarından biri olan eğitimde ceza konusuna değinmiş, dayak ve azarlamaya dayalı cezanın eğitim ortamında yer bulmaması gerektiğine vurgu yapmıştır. Ayrıca arkadaşlık temasının çocuk belleğinde yer edinebileceği en güzel ortamı hazırlamıştır.

 

 

5. Sonuçlar

A.      Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde çocukları etkileyecek kahramanlık hikâyelerine yer verilmiştir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde çocuklara kazandırılmaya çalışılan olumlu davranışlar arasında en önemli yeri milli değerler almaktadır. İşlenen kahramanlık temaları milli duyguların oluşmasına ve pekişmesine katkı sağlar.

B.      Hikâyeler millete ait olma duygusunu sağlamlaştırır. Vatan ve millet sevgisi, vatan ve millet için fedakârlık, Türklük bilinci en çok vurgulanan değerlerdir.

C.      Okul tasvirlerinde dönemin eğitim-öğretim ortamlarıyla ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgiler çocuğun günümüz eğitimindeki avantajları somut olarak algılamasını sağlar.

D.      Çocuk, o dönemlerle günümüzün öğretim imkânlarını karşılaştırma fırsatı bulur.

E.       Ahlaki değerler de hikâyelerin bir başka vurucu yönüdür. Dürüstlük, yalan söylememe, iftira atmama, yapılan iyilikleri başa kakmama, büyük sözü dinleme gibi değerler de, sıkça vurgulanmaktadır.

F.       Hikâyeler için seçilen çevre ve karakterler her zaman karşılaşılabilecek ortamları ve insanları yansıtmaktadır. Dolayısıyla çocuk “aynalama“ yöntemi ile kendisini o hikâyelerin içinde hisseder.

 

6.       Öneriler

A.      Hikâyelerin tavsiye edilmesi, okutulması, kompozisyon derslerinde kullanılması Türk kültürüne çok yönlü katkı sağlayacak özelliklere sahiptir. Bu nedenle hikâyeler, yaş gruplarına uygun seçimlerle ilk okuldan itibaren müfredatlarda yer almalıdır.

B.      Ömer Seyfettin hikâyeleri, tiyatro ve senaryo türlerine dönüştürülmeli, bu çalışmalara Milli Eğitim Bakanlığı öncülük etmelidir.

C.      Yazar, eserleri millî ve manevî değerleri kahramanların kişilik özellikleri içinde vermektedir. Bu tipler okullarda rol model olarak anlatılmalıdır.

D.      Ömer Seyfettin’in Osmanlı Devleti ve Kurtuluş Savaşı yıllarına hikâyeleri de vardır. Bu özellikleriyle hikâyeler, sadece Türkçe dersinde değil, Sosyal Bilgiler, T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük gibi derslerde de eğitim-öğretim materyali olarak kullanılmalıdır.

5.       İlköğretim Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersinin etkinliklerinde de, öğretim hedeflerine uygun hikayeler birer öğretim materyali olarak sınıfa getirilebilir.

 

 

 

Kaynaklar

Geçgel H. , Sarıçan Ersin, (2011) Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Çocuk ve Eğitim Teması

Gürel Z. ( 2009)   Ömer Seyfeddin Çocuk Edebiyatçısı mı?

Kaplan, M. (1986). Hikâye Tahlilleri. (3. Baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları.

MEB (2006): İlköğretim Türkçe Dersi (6, 7, 8. Sınıflar) Öğretim Programı. Ankara: Devlet Kitapları Müdürlüğü.

Polat, N. H. (2011). Bütün Hikâyeleri / Ömer Seyfettin. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

 

 

Contributor
Do you like Ercan ÇALIŞKAN's articles? Follow on social!
Yorum bulunmamaktadır.
Konu: Ömer Seyfettin’in Çocuklar Üzerine Etkisi

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.