Prof. Dr. İsmail ÖZÇELİK*

Özet

Ömer Seyfettin’in otuz altı yıllık kısa hayatında yazdığı birçok hikâye, tiyatro eseri, bazıları tamamlanamayan roman, masal, şiir, makale, tuttuğu günlükler ve hatıralar ile tercümelerin bir kısmı hayatta iken bazıları da ölümünden sonra yayınlandı. Türkiye’de kitapları en çok basılan ve okunan yazarlardan biri olan Ömer Seyfettin’in hikâyelerinin yanında çeşitli fikir kitapları, şiir ve hatıraları ile günlükleri de vardır. Yazmaya Edirne’deki öğrencilik yıllarında başlayan Ömer Seyfettin, “Hiss-i Müncemid” adı ve  “Ömer” imzasıyla 1900’de “Mecmua-i Edebiye”de ilk yazısını yayınladı. İlk hikayesi “İhtiyarın Tenezzühü” 1902’de Sabah gazetesinde yer aldı. Daha sonra İzmir ve Makedonya’da görevliyken yazdığı şiir, öykü ve makaleler farklı dergilerde yayınlandı. Askerliğe ara verdiği dönemde ise yazıları “Rumeli” gazetesi ve çeşitli dergilerde çıktı. Ömer Seyfettin daha çok Selanik’te yayınlanan “Genç Kalemler” dergisindeki yazılarıyla meşhur olup, tanındı. Genç Kalemler Dergisi’nin ikinci serisinin ilk sayısında ve Nisan 1911’de yayınlanan “Yeni Lisan” başlıklı yazısı “Milli Edebiyat” akımının başlangıç bildirgesi olarak sayılır. O, yazdığı metinlerde halkın konuştuğu, yalın ve anladığı bir dil kullanmak gerektiğini savundu. Ömer Seyfettin, Türkçe’nin kendi kurallarına uygun yazılmasını, Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını gerektiği düşüncesindedir. Bu bağlamda “Milli Edebiyat” akımının öncülüğünü Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem ile sürdürenlerden biri oldu. Ömer Seyfettin’in zaman içinde oluşan fikri birikiminin arka planını ve düşünce dünyasını büyük ölçüde şekillendiren tarihi süreç ve yaşadığı dönemin olayları oldu. Bu bağlamda kendisinin Türk Tarihi ve özellikle Osmanlı Tarihi ile son dönemlerde yaşanan olaylar, Balkanlarda yaşanan isyanlar, Balkan Savaşları ve devletin dağılmaya doğru gidişi ile bizzat içinde bulunduğu ortamdan yoğun olarak etkilendi. Açacak olursak, onu etkileyen gelişmeler, İttihat ve Terakki süreci içinde Türk Tarihi, II. Meşrutiyet döneminde yaşanan siyasi gelişmeler, II. Abdülhamit devrinin iç ve dış siyasi olayları, Hürriyet düşüncesinin gelişmesi Balkanlarda çıkan Sırp, Yunan ve Bulgar isyanları, Trablusgarp Harbi, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Cephesinde yaşana olayları sayabiliriz. Eserlerinin temasını oluşturan birçok hikayesi büyük ölçüde bu gelişmelerin tesiri altında kalınarak kaleme alındı. Bu araştırmada özellikle Ömer Seyfettin’in düşünce dünyasını oluşturan ve yukarıda saydığımız bu büyük dairenin bir pencereden değerlendirilerek, yazarın yaşadığı devir ve döneminin tarihi olayları üzerinde durulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki, Genç Kalemler, Milli Edebiyat, Genç Türkler.

 

Giriş

Çağdaş Türk hikâye yazarlarından ve Milli Edebiyat Akımının kurucularından biri olan Ömer Seyfettin, 11 Mart 1884’te Balıkesir-Gönen‘de doğduğu ve 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul’da henüz çok genç bir yaş olan 36 yaşında hayatını kaybetmiştir. Ailesi Dağıstan göçmeni olarak Anadolu’ya gelmiştir. Bilindiği gibi 19. Yüzyılın başında Kafkas-Rus Savaşları ve Rusların uyguladığı baskı ile iskân politikaları Kafkasya’nın etnik kimliğini büyük ölçüde değiştirmiştir. Halklar yerlerinden edilmiş ve özellikle Müslümanların önemli bir kısmı zorla Osmanlı topraklarına gönderilmişlerdir. İşte Ömer Seyfettin’in ailesi de 1822’de ilk göçmen kafilelerinden birisi olarak, Dağıstan’dan Osmanlı ülkesine gelenlerdendir. Böyle bir aileden olan Ömer Seyfettin’in babası Ömer Şevki Bey, askerlik mesleğini yapmış ve binbaşılığa kadar yükselmiş “Alaylı” bir subaydı. Annesi Fatma Hanım, İsfendiyaroğullarından Ankaralı topçu kaymakamı Mehmet Bey’in kızıdır. Mutlu bir çocukluk geçiren Ömer Seyfettin’in hayatında, annesinin çok önemli bir yeri vardır. Ömer Seyfettin, ikisi küçük yaşlarında vefat eden dört çocuklu bir ailenin evladıdır.

Ömer Seyfettin ilk öğrenimine Balıkesir-Gönen‘de başladı Ailesi, Ömer Seyfettin’in çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği Gönen ’den 1892 tarihinde ayrılmış ve babasının görevi sebebiyle İnebolu ve Ayancık gibi Karadeniz ’in farklı yerlerinde bulunmuştur. Buralardaki okul hayatının ve eğitim seviyesini beğenmeyen Fatma Hanım, kocasının Ayancık’a tayinini fırsat bilerek, Ömer Seyfettin’i alıp İstanbul ’a gelmiştir. Böylece Küçük Ömer, İstanbul’da annesiyle dedesinin Kocamustafapaşa’daki konağına yerleşti. Henüz 8-9 yaşlarındayken 1892’de İstanbul’un Aksaray semtindeki Mekteb-i Osmaniye’ye yazdırıldı.

Ancak Ömer Şevki Efendi, oğlunun da kendisi gibi bir subay olmasını istiyordu. Bunun için onu okuduğu “Mekteb-i Osmanî’ den alarak, 1893 yılında Eyüp Askerî Baytar Rüştiyesi ’ne yazdırdı.  Subay çocuğu olan Ömer Seyfettin, burada “Sınıf-ı Mahsusa” denilen özel bir şubeye verildi.  O, bu sınıfta arkadaşı olan Aka Gündüz ile burada dört yıl okudu. Ömer Seyfettin 1896 yılında bahse konu okulu bitirip, Edirne Askerî İdadisi ’ne geçti.

Ömer Seyfettin, 1896-1900 yılları arasında Edirne Askerî İdâdîsi’ne devam etti. Edirne Askeri İdadisi‘ ni 1900 yılında tamamlayan Ömer Seyfettin İdadide geçirdiği yıllarda artık edebiyata olan ilgisi artmış ve yazarlıktaki yeteneği de ortaya çıkmaya başlamıştı.

İdadi öğreniminden sonra, 1903’te İstanbul’da Mekteb-i Harbiye‘ye girerek, buradan erken mezun edildi. Şöyle ki girdi. Mekteb-i Harbiye’de iken 2 Ağustos 1903’te Makedonya’da baş gösteren isyanlardan ötürü, o yıla mahsus olmak üzere, onun bulunduğu son sınıf o bölgede görevlendirilmek üzere erken mezun edildi.

Böylece Ömer Seyfettin aynı yıl, Teğmen (Mülazım) olarak orduya katıldı. Meslek hayatına Kuşadası Piyade Taburu’nda mülâzım-ı sânî (Teğmen) olarak başladı. Ancak İzmir’e varmadan taburunun gönderildiği Selânik’te ve Manastır’a bağlı Pirlepe’de görev yaptı. Buradaki başarılardan dolayı iki liyakat madalyasıyla ödüllendirildi. İsyanın bastırılmasının ardından bağlı bulunduğu tabur, 6 Eylül 1904’te Kuşadası’na döndü.

1907 Yılı temmuz ayı başlarında, İzmir’deki Aydın Vilâyeti Jandarma Alay Mektebi’nin kuruluşunda İtalyan subayı Miralay Tomas’a yardım etmek üzere adı geçen mektebin “Kavâid-i Dîniyye” (Din Kuralları) öğretmenliğine atandı. 1908’de merkezi Selanik’te olan 3’üncü Ordu’da görevlendirildi. Bir ara Köprülü’de Askerî Rüşdiye Mektebi beden eğitimi öğretmenliği görevinde bulunduysa da tekrar, 1909 yılında iki yıl süreyle Balkanlar’daki Velmefçe, Pirlepe, Osenova, Pirbeliçe, Serez, İştip, Babina, Demirhisar, Cum‘a-i Bâlâ, Razlık gibi sınır yerleşim yerlerinde devlete isyan eden çetelerin takibiyle uğraştı. Serez mutasarrıflığı Menlik ilçesi Razlık kasabası yakınlarında bulunan Yakorit köyünde bölük kumandanlığı yaptı.

Ömer Seyfettin’in Selânik’e tayin edildiği 1909’dan itibaren İttihat ve Terakki ile ilişkileri başladı. İstanbul’da çıkan 31 Mart Vakası’nı bastırmak amacıyla İstanbul’a gelen Harekât Ordusu’nda görev aldı. Ancak İstanbul’un siyasî ve ideolojik atmosferi ile ordu-siyaset ilişkisi kendisinin askerlikten soğumasına sebep oldu.

Selanik’te İttihat ve Terakki’nin maddî desteğiyle çıkan Genç Kalemler dergisinde “Yeni lisan” hareketini başlattı. 1911’de, bundan sonra bütün zamanını kültür konularına ayırdı. Bu arada Ziya Gökalp’in teşviki ve mecburi hizmet tazminatının İttihat ve Terakki tarafından ödenmesiyle1911’da ordudan ayrıldı. Makedonya‘da görevliyken yazdığı şiir, öykü ve makaleler farklı dergilerde yayınlandı. Askerliğe ara verdiği dönemde ise yazıları “Rumeli” gazetesi ve çeşitli dergilerde yayınlandı. Ömer Seyfettin daha çok Selanik’te yayınlanan “Genç Kalemler” dergisindeki yazılarıyla ün yaptı. Genç Kalemler Dergisi’nin ikinci serisinin ilk sayısında ve Nisan 1911’de yayınlanan “Yeni Lisan” başlıklı yazısı “Milli Edebiyat” akımının başlangıç bildirgesi olarak sayılır. O, yazdığı edebi metinlerde halkın konuştuğu, yalın ve anladığı bir dilin kullanılması gerektiğini savundu.

Bir müddet sonra, Ömer Seyfettin Balkan Savaşının başlaması nedeniyle yeniden askere çağrıldı ve üsteğmen rütbesiyle Rumeli Batı Ordusu’nda 39. Alay’ın 3. Tabur’una katıldı (14 Eylül 1912). Komanova’da Sırplara, Yanya’da Yunanlılara karşı savaştı. Fakat bu defa da 20 Ocak 1913’te Kanlıtepe’de Yunanlılara esir düştü ve Yunanistan da Atina yakınlarındaki Nafliyon’da on ay kadar süren bir esirlik hayatı yaşadı. Bu esaret bitikten sonra da İstanbul’a döndü. (17 Aralık 1913)

Ömer Seyfettin esaret yılları sırasında annesini kaybetmiş, babası da evlenerek İstanbul’dan ayrılmıştı. Bu gelişmelerin ardından Ömer Seyfeddin, 23 Şubat 1914’te askerlikten ikinci kez istifa edip, ayrıldı. Bu arada Dârülmuallimîn’de kıraat, Kabataş Sultânîsi’nde edebiyat öğretmenliği görevlerini yürütmeye başladı. Aynı yıl İstanbul Darülfünunun’unda kurulan Tedkīkāt-ı Lisâniyye Encümeni’ne üye seçildi. Birinci Dünya Savaşı sürerken 1915 yılında bir ara Harbiye Nezareti’nin gazeteci, kültür ve sanat adamları için Çanakkale cephesine düzenlediği bir geziye katılarak burada gözlemlerde bulundu.

1915 yılı sonlarında üç yıl kadar sürecek olan Besim Edhem Bey’in kızı Câlibe Hanım’la evlendi. Fakat bu evlilik ancak üç yıl sürdü. Calibe Hanım’dan Güner adını verdiği bir kızı oldu. Hem siyasî hem de özel hayatında yaşadığı olumsuzluklar sebebiyle Ömer Seyfettin’in sağlığı bozularak, kötüleşti. Öyle ki 23 Şubat 1920’de durumu ağırlaşarak, yatağa düştü, 4 Mart 1920’de Haydarpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırıldı. 6 Mart 1920 tarihinde de hayatını kaybetti. Yapılan otopsi sonucunda şeker hastalığı nedeniyle vefat ettiği anlaşıldı. Ömer Seyfettin’in cenazesi Kadıköy-Kuşdili Mahmutbaba Mezarlığı’na defnedildi. İlerleyen yıllarda burası tramvay garajı haline getirildiği için kemikleri, 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu’daki Asrî Mezarlığı’na taşındı.

 

Ömer Seyfettin’in Eğitim Hayatı ve Okuduğu Okullar

Balıkesir-Gönen’de Mahalle Mektebi: Ömer Seyfettin, asker olan babası Şevki Bey‘in tayinleri nedeniyle çok değişken bir eğitim hayatı yaşamıştır. İlk eğitim hayatına doğduğu yer olan Gönen‘deki mahalle mektebinden başladı. O yıllarda Mahalle Mektepleri, 4-7 yaş arası kız ve erkek çocukların görgü kuralları ve Kur’an-ı Kerim kıratını öğrendikleri yerlerdi. “Sıbyan mektebi”, “Taşmektep”, “İbtidaiyye”, (İbtidai) “Muallimhane” ve “Darü’l-ibn” gibi isimlerle de anılan bu mektepler, hemen her mahallede bulunurdu. Mahalle mekteplerinin çoğu cami veya mescitlerin yanında yer alırdı. Bunlar genellikle padişahlar, valide sultanlar, büyük devlet memurları ve hayırsever kimseler tarafından kurulurdu. Köylerde ise, mescitlerin son mahallinde bu iş için özel bir oda inşa edilirdi.

Ömer Seyfettin’in ilerleyen yaşlarında Gönen’e olan özlemini ve çocukluk yıllarında yaşadığı anılarını eserlerine yansıttığı görülmektedir. Mesela “İlk Namaz” isimli hikâyesi, onun yaşantısının Gönen’deki dönemini ve annesini anlattığı hikâyelerden biridir.

İstanbul’da Mekteb-i Osmaniye: (- 1893) Ömer Seyfettin, babasının görevi itibariyle değişik yerlerde yaşamış olmasından okul hayatına İnebolu ve Ayancık’tan sonra İstanbul’da Mekteb-i Osmaniye‘de devam etti.

İstanbul Askeri Baytar Rüştiyesi: (1893-1896) Ömer Seyfettin, 1893’ün dönem başında Askeri Baytar Rüştiyesi ‘ne girdi ve orta öğretimini burada tamamlayarak bitirdi. İlk olarak İstanbul’da 1886’da Askeri Baytar Rüştiyesi kurulmuştu. Bu Rüştiye’yi bitiren öğrenciler Çengelköy’de bulunan Askeri İdadiye, oradan da Baytar Mektebine gitmeye hak kazanıyorlardı. Kendisi de buradan mezun olduktan sonra Edirne’deki Askeri İdadiye devam etti.

Edirne Askeri İdadisi:(1896-1900) Ömer Seyfettin, asker olma düşüncesinden dolayı Edirne’ye giderek, askeri eğitimine Edirne Askeri İdadisinde devam etti. Aynı zamanda burada öğrenci iken yazarlığının temellerini atıp, ilk şiirlerini yazmaya başladı.  Edirne Askeri İdadisi, askeri eğitim düzenlemeleri gereği, 1845 yılından itibaren ordu merkezlerinde Mekteb-i Fünûn-ı İdadiye açılması kararlaştırılmış ve ertesi sene uygulanmaya başlanmıştı. 1846’da Bursa ve Bosna’da birer askerî idadi açılmış, bunu II. Ordu merkezi olan Edirne’de 1847 yılında binası tamamlanarak sekiz hocasının tayini yapılan okulun da açılması takip etmişti. Ancak bu okul fiilen 1848 yılında açılabilmişti. Askeri idadi, “93 Harbi” sırasında İstanbul’a nakledilmiş, fakat 1881 yılının ocak ayında müdür ve öğretmenleriyle birlikte tekrar Edirne’ye dönebilmişti. Açılışı yapılan mektep, büyük ve küçük dört dershane, iki koğuş ile müdür, hoca ve subaylara mahsus sekiz odası bulunmaktaydı.

İstanbul Mekteb-i Harbiye-i Şahane:(1900- 1903) Ömer Seyfettin Edirne’deki eğitiminin ardından son olarak İstanbul’da Mekteb-i Harbiye-i Şahane’de eğitim görmüş bu dönemdeki Makedonya’da çıkan olaylardan dolayı “Sınıf-ı müstacele” denilen ve erken olarak, imtiyazla diğer sınıf arkadaşları gibi sınavsız mezun olmuştu. Mekteb-i Harbiye-i Şahane; Sultan II. Mahmut’un emriyle 1834 tarihinde kurulmuştu. Başlangıçta eğitimin bütün basamaklarında faaliyet gösteren Harbiye, ilk mezunlarını 1841 yılında vermiş, 1845 yılında askeri idadilerin kurulması ve aynı yıl yapılan program geliştirme çalışmaları sonucunda “Harbiye” eğitim süresi dört yıl olan bir yüksekokul niteliği kazanmıştı. Mekteb-i Harbiye, 1908 yılına kadar geçen süre içinde öncelikle piyade ve süvari subaylarını yetiştiren bir yüksekokul oldu.1905 yılında Osmanlı Devleti’nde beş ordu merkezinde açılmış olan Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat Harp Okulları kısa bir süre sonra kapatıldı ve bundan sonra sadece İstanbul’daki Mekteb-i Harbiye de eğitim ve öğretime devam etti.

 

Ömer Seyfettin’in Mesleki Hayatı ve Yazarlığı

Ömer Seyfettin’in mesleki deneyimi ve görev yaptığı resmi-sivil kurum ve kuruluşlara baktığımız zaman öncelikle onun yazarlık ve şairliği ön plana çıkmaktadır. Zira o daha Edirne de öğrenciyken ilk şiir ve yazılarını yazarak kendisini göstermeye başladı. (1896-1900) Bu sırada yazdığı yazıları çeşitli dergi ve gazetelere gönderdi. Mecmua-i Edebiye dergisinde ilk defa “Yad” adlı şiiri 17 Şubat 1900’de yayınlandı. Yine aynı yıl, “Hiss-i Müncemid” başlıklı metni “Ömer” imzasıyla “Mecmua-i Edebiye” de çıktı. İlk hikayesi de “İhtiyarın Tenezzühü” adlı olup,1902’de Sabah gazetesinde yer aldı.

Harp Okulundan mezuniyeti sonrasında Piyade Asteğmeni olarak tayin edildiği İzmir Redif Tümeni’nin Redif Taburu, Kuşadası’nda (1904-1906) bulunuyordu. Ancak, Ömer Seyfettin’in tayin edildiği bu Tabur’un merkezi Selanik’teydi. Ömer Seyfettin 1906 yılına kadar bu Tümene bağlı olarak piyade asteğmeni sıfatıyla görev yaptı.

Daha sonra Ömer Seyfettin, İzmir Jandarma okulunda öğretmen olarak çalıştı (1906- 1909) ve buradaki görevi sırasında da İzmir’deki edebi faaliyetleri yakından izleyerek, farklı edebiyatçıları takip ve tanıma fırsatını buldu. Tanışma imkânı bulduğu isimler arasında başta Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Baha Tevfik, Şehabettin Süleyman ve Mehmet Necip Türkçü gibi isimler vardı.

Bu arada yazar olarak da İzmir’deki gazetelerden    Sebat, Hizmet ve Serbest İzmir gibi   gazetelerde yazılar yazdı. (1906- 1909) İşte Ömer Seyfettin, İzmir’de bulunduğu dönem içerisinde Türkçü düşüncenin sahibi olarak, bu düşüncelerini yansıttığı makaleleri yukarıda işaret edilen Sebat, Hizmet ve Serbest İzmir gibi gazetelerinde yayınlandı.

Daha sonra Ömer Seyfettin‘in tayini Rumeli’de Selanik’teki Üçüncü Orduya çıktı. Burada Bölük Komutanı olarak çalışıp, birçok kasaba ve köy merkezinde görev yaptı. (1909- 1911) Ömer Seyfettin Selanik’te askeri görevi nedeniyle bulunduğu bu dönemde yazmaktan vazgeçmeyip, sahip olduğu Türkçülük düşüncesini Genç Kalemler dergisinde yayınladı. İlk baş yazısı olarak tanımladığı “Yeni Lisan” adlı makalesi imzasız yayınlandı. Bu makalede Türkçenin yabancı kelimelerden arındırılması yabancı kelimelerin Türkçeye uyarlanması yerine, bunlara uygun bir Türkçe karşılık bulunması, yazılarda halkın anlayabileceği sadece bir dil kullanılması konularına değindi.

Ancak “Genç Kalemler” adı altında oluşturulan grup Balkan Savaşı sebebiyle dağılmak zorunda kaldı. Balkan Savaşları nedeniyle de birçok asker bu savaşta esir düştü. Esir düşenler arasında kendisi de vardı. Ömer Seyfettin‘in esirlik hayatı yaklaşık olarak 1913’te bitti ve bunun ardından İstanbul’a döndü. Burada Türk Sözü dergisinin başyazarlığını yaparak, aynı zamanda savunuculuğunu yaptığı Türkçülük görüşünü geniş kitlelere ulaştırmaya başladı. (1913- 1917)

Ömer Seyfettin bundan sonra İstanbul’da 1914 yılında Kabataş Lisesi’nde (Sultani) (1914- 1920) edebiyat öğretmeni olarak görev yaptı. Bu görevi esnasında artık o hatırı sayılır bir yazar oldu. (1917- 1920) Zaten Ömer Seyfettin, 1917 yılından itibaren artık edebi hayata ağırlık vermeye başladı. Yazıları, Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit ve Zaman gazetelerinde yayınlandı. Ömer Seyfettin ömrünün sonuna kadar yazmaya devam etti.

 

Ömer Seyfettin’in Yaşadığı Dönemin Önemli Tarihi Olayları

Ömer Seyfeddin siyasî kanaatleri itibariyle İttihat ve Terakki mensubudur. Yeni Lisan adlı makalesiyle dilin millîleştirilmesi üzerinde geniş bir tartışma zemini başlatınca, Ziya Gökalp’in dikkatini çekmiş, Gökalp, Ömer Seyfeddin’de adeta aradığı yazar tipini bulmuştur. Ömer Seyfeddin de Gökalp’in sohbetlerinden çok etkilenmiş ve kendi hayatında yaşadıklarını sistemleştirilmiş olarak onda görmüştür. Yazılarını yayımladığı dergilerin bir kısmı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile organik bağ içindedir. Zaman zaman bir kadro adamı olarak İttihat ve Terakki’nin propagandasını yapan yazılar yazan Ömer Seyfettin, 1914’te yayımlanan Herkes İçin İçtimaiyat, Ticaret ve Nasip, Yarınki Turan Devleti, Mektep Çocuklarında Türklük Mefkûresi adlı kitapçıklarında bir taraftan Ziya Gökalp gibi partiler üstü bir anlayışla Türklüğün uyanışı ve uzak hedefleri için fikrî konularla ilgilenirken, diğer taraftan yaşanan millî tecrübelerden çıkarılmış dersler gibi, İttihat ve Terakki Cemiyeti kapandıktan sonra kaleme aldığı Efruz Bey’de bazı aydınlarla birlikte İttihat ve Terakki içindeki çeşitli anlayışları da eleştirerek, hicvetmiştir.

Bu bakımdan O’nun yaşadığı dönemin tarihi ve kendi biyografisi ele alınırken konunun İttihat ve Terakki bağlamında incelenmesi daha doğrudur.1884-1920 Yılları arasında yaşayan Ömer Seyfettin’in hayatı boyunca yaşanmış olaylara bakıldığında başlıca aşağıdaki önemli hadiselerin yaşandığı bir tarihi süreç görülür.

Genç Türkler (Jön Türk) Hareketi (İttihat ve Terakki Cemiyet’inin Oluşumu)

31 Mart Vakası ve II. Meşrutiyetin ilanı

Trablusgarp Savaşı

Balkanlarda Yaşanan İsyanlar ve Balkan Savaşları

I. Dünya Savaşı

İstanbul’un İşgali ve Millî Mücadele’nin Başlaması

Aslında devlet hayatında, yaşanan bu savaşların çok daha öncesinde Lale devrinden beri başlayan ve Nizamı Cedit, Tanzimat, Meşrutiyet dönemleri ile devam eden bir değişim seyir de söz konusudur. Bu zorlu süreci yaşayan Türk aydınlarının birçoğu ülkenin ve kendilerinin bir ateş çemberinden geçtiğinin farkındadırlar. Bu nedenle memleketin kurtuluşu ve gelişmesi noktasın da bilim, teknoloji, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel bakımdan bir dizi tedbir ve formüllerin arayışı içindedirler. İşte bu cümleden olmak üzere yukarıda sayılan başlıkların yanı sıra Ömer Seyfettin’in yaşadığı dönemde de bilhassa fikri akım anlamda Osmanlı coğrafyasında yukarıda sıraladığımız süreçler Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük gibi düşünce cereyanlarının da yaşandığı ve tartışıldığı bir ortam söz konusu olmuştur. Yeni bir devletin doğuşu için bir laboratuvar denemesi olarak sayılabilecek bu akımlar, Devlet rotasının nereye everilmesi gerektiği düşüncesinden kaynaklanmıştır.

Bu bağlamda Ömer Seyfettin Türkçülük akımının önde gelen simalarıyla teşriki mesai içinde yer almış ve bu hareketin savunucularından olmuştur. Bu nedenle hayatının ana eksenini Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) ile İttihat ve Terakki dönemi ve fikirleri etrafında ve ekseninde ele almak pek de yanlış olmayacaktır. Zira onun hayatı tam da Genç Türkler ile İttihat ve Terakki hareketinin doğduğu ve kapandığı dönemle birebir örtüşmektedir.

 

Genç Türkler Hareketi (İttihat ve Terakki Cemiyet’inin Oluşumu)

İttihat ve Terakki Cemiyeti, sonraları İttihat ve Terakki Fırkası na dönüşerek, Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet‘in ilânına önayak olup, 1908-1918 yılları arasında kısa kesintilerle devlet yönetimine egemen olmuştur. 1889 yılında kurulmuş bu siyasal hareket, zamanla iktidar partisi olmuştur. Bu teşkilatın kuruluşu ve çalışmaları ele aldığımız Ömer Seyfettin’in yaşadığı dönem ve hayatının hemen hemen tamamını kapsamaktadır. Bilindiği gibi zaten kendisi de 1884 yılında doğmuş ve 1920 yılında vefat etmiştir.

Başlangıçta devletin anayasal bir düzene kavuşmasını amaçlayan ve gizli bir dernek olarak kurulan örgüt, anayasanın kabul edilip İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra iktidarı denetleyen bir siyasi partiye dönüşüp, “İttihat ve Terakki Fırkası” adını almış, 1912 yılında da iktidar olmuştur. Bu cemiyet ve partinin üyeleri “İttihatçılar” adıyla anılmışlardır. Cemiyetin 1918 yılında kendini feshetmesinden sonra üyelerinin pek çoğu Millî Mücadele‘yi desteklemiş ve fiilen Kuvay-i Milliye hareketi içinde yer almışlardır.

İttihat ve Terakki sürecini anlamak için önce İttihat-ı Osmanî Cemiyeti’nin kuruluşuna bakmak gerekir. İttihat-ı Osmanî Cemiyeti, 2 Haziran 1889 tarihinde ve henüz Ömer Seyfettin beş yaşındayken kurulmuştur. Askeri Tıbbiyenin bahçesinde toplanan İshak Sükûti[1], İbrahim Temo[2], Abdullah Cevdet[3], Çerkez Mehmed Reşid[4] adındaki dört talebe ile ve sonradan onlara katılan Hüseyinzade Ali Bey[5], Konyalı Hikmet Emin Bey, Cevdet Osman, Kerim Sebatî, Mekkeli Sabri Bey, Selanikli Nazım Bey[6], Şerafettin Mağmumi, Giritli Şefik tarafından kurulmuştu. Genç öğrencileri bir araya getiren nedenler, devletin içinde bulunduğu kötü durum ve II. Abdülhamid idaresine karşı duyulan memnuniyetsizlik olmuştur.

Oluşturulan bu Cemiyetin İtalyan Karbonari Mason Teşkilatı’[7] örnek alarak hücreler halinde yapılanması, her üyeye bir sıra numarası verilmesi bu ilk toplantıda kararlaştırıldı. Birinci hücrenin ilk sıradaki üyesi İbrahim Temo oldu. Cemiyet toplantılarını her Cuma farklı yerlerde sürdürme kararı almıştı. Tıbbiyelilerin kurduğu İttihat-ı Osmanî, zamanla İstanbul’daki sivil ve askeri diğer yüksekokul öğrencileri arasında da hızla taraftar kazanarak kısa sürede büyüdü. Ancak propagandaya geçmek için acele etmeyen örgüt, 1895 yılına kadar daha çok iç eğitim sayılabilecek toplantılar yaptı. Bu toplantılarda cemiyet üyeleri Namık Kemal, Ziya Paşa gibi Genç Osmanlıların eserleri ile İzmirli hürriyetperverlerin ve Ali Şefkat’inin yapıtlarını okuyarak fikri gelişimlerini tamamlamaya çalıştı.

Bu teşkilatlanma ve çalışmalardan Sultan II. Abdülhamid, ancak 1892 yılında haberdar oldu. Bundan sonra da cemiyet üyeleri ve yaptıkları faaliyetler hafiyelerce takibe alınmaya başlandı. İstanbul’da Ermeni faaliyetlerinin yapıldığı 1895 yılı, İttihatçıların da daha sert eylemlere yöneldiği yıl oldu. Onların bu davranışları, birçok tıbbiyeli öğrencinin hapse atılması ve sürgüne gönderilmesine yol açtı. Bazı cemiyet üyeleri de karşılaştıkları sert uygulamalardan dolayı Avrupa ülkeleri veya Mısır‘a kaçmak zorunda kaldı. Bir kısmı da Cemiyet tarafından Avrupa’ya gönderilip eğitimlerini orada tamamladı. Yurt dışına gönderilenlerden biri Tıbbiyenin üçüncü sınıfındaki Selanikli Nâzım’dı. Öğrenimini tamamlaması ve bir yandan da örgüt için faaliyet göstermesi için 1894 yılında cemiyet tarafından Paris’e gönderilmişti. Nazım, Paris Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Kendisinden, o sırada Paris’te bulunan ve Jön Türkler arasında etkin bir isim olan Ahmet Rıza Bey’i[8] cemiyete üye yapması istenmişti. Ahmet Rıza, 1889 yılında Bursa Maarif Müdürü iken bir görevle Paris’e gitmiş ondan sonra da geri dönmeyip Paris’e yerleşmiş bir Osmanlı aydınıydı. Ahmet Rıza, Pozitivist akımın etkisinde kalan ülkeyi ve halkı kurtarmanın ancak pozitif bilimler ve eğitimi yaygınlaştırmakla mümkün olacağını düşünen ve bu düşüncelerini padişaha yazdığı raporlarla (layihalar) sunan ayrıca bu raporları matbu halde bastırıp dağıtan bir kişiydi. Aynı zamanda Fransızca “Le Jeune Turque” gazetesinde sürekli olarak siyasi yazılar yazıyordu. Onun bu yazdıkları Paris’e kaçan öğrenciler arasında yankı uyandırıyordu. Ahmet Rıza, kendisine gelen Selanikli Nazım’ın örgüte üye olması teklifini kabul etti ve böylece cemiyetin Avrupa teşkilatı kurulmuş oldu. Bu sırada Avrupa’da yaygın olarak faaliyet gösteren Abdülhamit muhalifleri Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti adı altında birleştiler. Avrupa teşkilatının başkanı Ahmet Rıza, üyeleri ise Selanikli Nazım, Şerafettin Mağmumi[9] ve Milaslı Halil Bey[10] idi. Terakki ve İttihat Cemiyeti, Aralık 1895’ten itibaren Paris’te Türkçe olarak “Meşveret” gazetesi ile eki olan Fransızca “Mechevéret Supplément” isimli yayın organını çıkardı.[11]

Bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda Ömer Seyfettin henüz İstanbul’un Aksaray semtindeki Mekteb-i Osmaniye‘ye yazdırılan ve ardından eğitimine Eyüp Askerî Baytar Rüşdiyesi’nde (1893-1896) öğrenci olarak devam eden bir gençti. Kendisi yukarıda da anlatıldığı gibi 1895 yılından sonra da Edirne Askerî İdâdîsi’ne (1896-1900) devam edecek ve buradan sonra da 1903’te İstanbul’da Mekteb-i Harbiye’den mezun olacaktır. Başka bir ifadeyle İttihat ve Terakki kuruluş çalışmalarını sürdürürken Ömer Seyfettin de lise ve yüksek tahsil hayatını sürdürüyordu.

Muhaliflerin 1896 ve 1897 yıllarında II. Abdülhamid’e karşı giriştikleri iki darbe teşebbüsü olmuş ve her ikisi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Failleri, Fizan, Trablus, Akka ve Bingazi ye sürülmüşlerdi. II. Abdülhamid’e darbe girişiminden sonra cemiyetin İstanbul merkez teşkilatı sıkı takibata uğraması nedeniyle çalışamaz hale geldi. Bu nedenle İttihatçılar Avrupa’da toplandı. Merkezleri Paris idi. Ancak Osmanlı sarayının baskısıyla cemiyet, Paris‘ten de çıkarıldı ve yayın organları olan Meşveret Gazetesi kapatıldı. Cemiyet önce Brüksel’e taşındı ancak oradan da çıkarıldı. Bütün engellemelere rağmen 1899 Yılına gelindiğinde Cemiyet Avrupa’da bir hayli taraftar ve güç kazandı.

“I. Jön Türk Kongresi” diye anılan kongre, Fransız senatosu üyesi Lefévre-Pontalis’in evinde 47 kişinin katılımı ile gerçekleştirildi. Bu kongrede cemiyet, “âdem-i merkeziyet” fikrini savunan Prens Sabahaddin öncülüğündeki grupla, “merkeziyetçi” Ahmet Rıza öncülüğündeki grup arasında ikiye bölündü. Düzenlenecek bir ihtilal için başka devletler ile iş birliği yapmak düşüncesine Ahmet Rıza grubunun katılmaması üzerine kongre bir karar alamadan dağıldı. Kongreden sonra Ahmet Rıza Bey‘in temsilcisi olduğu grup, Terakki ve İttihat Cemiyeti adı altında faaliyetlerini sürdürdü. Mısır’da Şura-yı Ümmet dergisi çıkarıldı. Prens Sabahattin’in temsil ettiği görüşleri savunanlar ise onun liderliğinde kurulan Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti çatısı altında faaliyetlerini sürdürmeye başladı.

Diğer taraftan 1906 yılının Eylül ayında Selanik‘te istibdat yönetimini yıkmayı amaçlayan ihtilalci bir cemiyet olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Yönetimini Mehmet Talat, İsmail Canbulat ve Rahmi Bey üstlenmişti. Aynı günlerde Mustafa Kemal, Şam’da Beşinci Ordu subayları arasında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti adlı örgütü kurmuş ve hemen ardından kısa bir süre için Selanik’e gidip orada söz konusu cemiyetin bir şubesini açmıştı. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti önce Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ile birleşti. Makedonya’da hızlı yayılıp genç subaylar arasında taraftar bulan dernek, gizlice Selanik’e gidip görüşmeler yapan Doktor Nazım’ın çabaları sonucu merkezi Paris’te bulunan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ile 27 Eylül 1907 tarihinde resmen birleşti. Birleşme sonrasında cemiyetin adı da değiştirilerek, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını aldı. Paris, cemiyetin dış merkezi; Selanik ise iç merkezi olarak kabul edildi. Bu birleşme ile İttihat ve Terakki siyasi niteliğinin yanı sıra askeri bir nitelik de kazandı.

29 Ekim 1907 tarihinde Mustafa Kemal de arkadaşı Ali Fethi Okyar’ in ısrarı ile 322 numaralı üye olarak derneğe girdi. 1907 yılı sonunda Paris’te tüm muhalif gruplar ve Ermeni Taşnaksutyun birliğinin de katılımı ile Ahmet Rıza, Prens Sabahaddin ve Malumyan‘ın ortak başkanlığında II. Jön Türk Kongresi düzenlendi. Bu sefer dış müdahale konusu ortaya atılmadı ve üç gün süren kongre çalışmalarını 29 Aralık’ta tamamlayarak bir bildirge yayımladı. Bu beyanname ile katılımcılar, II. Abdülhamid’i tahttan indirmek ve parlamenter bir yönetim kurmak fikrinde birleştiklerini kamuoyuna duyurdular.

 

31 Mart Vakası ve II. Meşrutiyet Dönemi

II. Meşrutiyet Dönemi, altı yüz yıllık Osmanlı Devleti’nin son dönemini kapsar. Bir taraftan Batılı güçlere karşı, bir taraftan da devletin bünyesinde bulunan çeşitli milletlerin isyanlarına karşı devleti ayakta tutma, eski günlerine döndürebilme çabalarının hâkim olduğu bu dönem, birçok savaşa ve ihtilâle tanıklık eden bir dönem olup, Osmanlı Devlet’nin “en uzun yüzyılı”dır.1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet ve sonrasındaki gelişmeler Sultan II. Abdülhamit yönetimini sonlandırmıştır.

Şöyle ki; Merkezi Selanik’te bulunan 3. Ordu’nun gerçekleştirdiği 1908 Devrimi’ni Selanik’te bulunan İttihat ve Terakki merkez komitesi organize etti. 3 Temmuz 1908 tarihinde Resne’de Kolağası Resneli Niyazi Bey’in 200 asker ve 200 sivilden oluşan birliği ile dağa çıkması sonucunda ihtilal fiilen başladı. II. Abdülhamid‘in dağa çıkanlara karşı aldığı tedbirler, subayların genellikle cemiyet üyesi olması nedeniyle işe yaramadı. Cemiyetin Manastır merkezi, padişaha, Kanun-ı Esasi’yi yürürlüğe koymasını ve 26 Temmuz’a kadar Meclis-i Mebusan‘ın açılmasına izin vermesini isteyen bir telgraf çekti. Eyüp Sabri kumandasındaki Ohri Taburu ile Niyazi Bey komutasındaki Resne Taburu, 22 Temmuz gecesi Manastır‘da birleşti ve Manastır Fevkalade Kumandanı olarak görev yapan Müşir Fevzi Paşa, dağa kaldırıldı. 23 Temmuz günü atılan 21 pare top atışı ile Manastır‘da Meşrutiyet yönetimi İttihat ve Terakki tarafından ilan edildi. Durum, Yıldız Sarayı’na bir telgraflarla bildirildi. 23 Temmuz’u 24 Temmuz’a bağlayan gece, Kanun-ı Esasi’nin yürürlüğe konmasına karar verildi ve Sultanın resmi ilanı ile ertesi sabah duyuru gazetelerde yayımlandı. Bu gelişme, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce, müdahale yoluyla yönetimi ele geçiren ilk hareket olarak tarihe geçti. 24 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti, hükümetleri dışarıdan kontrol etmeyi tercih etti. 1908 yılında Selanik’te toplanan gizli kongrede cemiyetin siyasi fırkaya dönüşmesine karar verildi. Bunun ardından Aralık 1908’de yapılan seçimde, seçilen Mebusan Meclisi’nde üyelerin büyük çoğunluğu İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından desteklenen kişilerdi.

Bu gelişmeler sürecinde Ömer Seyfettin, 1903 yılında mezuniyetinden sonra Kuşadası’ın da görevlendirildi. Kuşadası dolaylarında görev yapan Ömer Seyfettin’in, 17 Ocak 1908 tarihinden itibaren İzmir ’e yerleşti ve aynı yıl içinde İzmir’de açılan Jandarma Zabitan ve Efrat Mektebi öğretmenliğine ve Jandarma mekteplerini kurmak üzere, Türkiye’ye gelen İtalyan Genaral Degiorgis’ in mihmandarlığına atandı. Bu yıllar devlet otoritesinin de çok sarsıldığı bir dönemdi. Çakırcalı Efe ve benzerleri İzmir ve çevresinde halka zarar veriyorlardı. Ömer Seyfettin, Türk ve Rum eşkıyaların cirit attığı bu zamanda, bu eşkıyaların izlenerek yok edilmesi amacıyla kurulan jandarma mektebinde öğretmenlik yapıyordu. Onun bu olaylardan etkilenerek bazı öykülerinin konularını o yıllarda tasarladığını söylemek mümkündür.[12]

Bu süreçte İzmir’de geçirdiği dönem Ömer Seyfettin için çok önemlidir. Çünkü bu dönemde Kendisi buradaki fikrî ve edebî faaliyetleri takip etmiş ve bunlar içerisinde yer alan genç kitlelerle tanışmıştır. Nitekim Batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik’ ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik görmüş, Necip Türkçü’ den de sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler elde etmişti. Bu fikirler ışığında o dönemde birçok esere imza atmıştır. Ömer Seyfettin için İzmir yazarlıkta bir olgunlaşma yeri oldu. Burada askerlik görevinin yanında düşünce ve sanat konularıyla ilgilenip, Fransızcasını da geliştirdi.

Kuşadası ve İzmir’de bulunduğu yıllar arasında “İzmir”, “Haftalık İzmir”, “Haftalık Serbest İzmir”, “Edebi Serbest İzmir”, “Serbest İzmir”, “11 Temmuz”, “Aşiyan”, “Çocuk Bahçesi”, “Kadın” ve “İrtika” gibi dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Ömer Seyfettin, dönemin önemli yayınlarından olan Hüseyin Hilmi’ nin çıkardığı “Haftalık Serbest İzmir” gazetesinde de 1908’ yılında kısa bir müddet yazı işleri müdürlüğü görevi yapmıştır.

Ömer Seyfettin, Aralık 1908 ile Ocak 1909 arasında, Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun Nizamiye Taburu’na görev yapmak üzere tayin edildi. Bu kapsamda Manastır, Pirlepe ve Yakorit gibi yerlerde görevlerde bulundu. Burada eşkıya takibi maksadıyla, birçok yerleşim merkezini gezip, Türk ve İslâm düşmanı komitecilerin Müslümanlara karşı yaptıkları pek vahşi ve son derece barbarlık örneği hâdiseleri yerinde müşahede etme imkânı buldu.

Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti’ ne muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey‘in Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi üzerine çıkan olaylar, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarına karşı “31 Mart Vakası” olarak bilinen ayaklanmaya yol açtı. Bu ayaklanma Selanik’ten gelen askerî birlikler tarafından bastırıldı ve cemiyet eskisinden daha güçlü bir şekilde iktidara yerleşti. 31 Mart Olayları üzerine hazırlanan Harekât Ordusu ile 17 Nisan 1909’da Rumeli ’den İstanbul ’a geldi. Ömer Seyfettin’de Harekât Ordusu içinde görev aldı. 31 Mart’ın sorumlusu olarak gösterilen II. Abdülhamid tahttan indirildi. Yerine getirilen V. Mehmed Reşad, iktidarın elinde bir kukla olmaktan ileri gidemedi. Ağustos 1909’da yapılan Kanun-ı Esasi değişikliğiyle siyasi güç, sultandan meclisin tekeline geçti.

 

 

 

Ömer Seyfettin ve Trablusgarp Savaşı

Ömer Seyfettin 1911 yılında mecburi hizmet karşılığı olarak okuduğu için tazminatı Ziya Gökalp’in aracılığı ile ödeyerek ordudan ayrılıp, Selanik ’e gelmişti. Ömer Seyfettin bu sırada yazı faaliyetlerine ağırlık vermeye başlamış, sivil bir yazar olmuş ve Selanik’e yerleşmişti. O yıllarda Selanik’te çıkmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Akil Koyuncu ’nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler’e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911’de Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” isimli ilk başyazısı yayınlanmıştır. Ömer Seyfettin dergide çıkan bu yazılarıyla meşhur olup tanındı. Genç Kalemler Dergisi’nin ikinci serisinin ilk sayısında ve Nisan 1911’de yayınlanan “Yeni Lisan” başlıklı yazısı “Milli Edebiyat” akımının başlangıç bildirgesi olarak sayılır. O, yazdığı edebi metinlerde halkın konuştuğu, yalın ve anladığı bir dil kullanmak gerektiğini sürekli savundu. Türkçe’nin kendi kurallarına uygun yazılmasını, Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını gerektiğini söyledi. Bu bağlamda “Milli Edebiyat” akımının öncülüğünü Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem‘le sürdürenlerden oldu.

Bu yıl içinde Osmanlı Devleti ve İtalya arasında Trablusgarp Savaşı yaşandı. 1911 yılı Eylül ayının son günlerinde İtalya, Osmanlı Devleti’ne verdiği bir nota ile Trablusgarp ve Bingazi toprakları üzerinde hak iddia ederek, bir dizi isteklerde bulundu. Ancak Osmanlı Devleti bu istekleri reddedince, İtalya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.  Savaş, On iki adanın kaybı ve buraya bağımsızlık vermekle sonuçlandı. Balkanlarda başlayan isyan ve savaş hazırlıklarını da gören Osmanlı Devleti, 18 Ekim 1912 tarihinde imzalanan Uşi Antlaşması ile dolaylı olarak Trablusgarp ve Bingazi Topraklarını ve On iki adayı İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı.

Bu arada İttihat ve Terakki iktidarı, gelişen olumsuz koşullar nedeniyle zaman içinde ülkede birliği sağlamakta güçlük çekmeye başladı ve 1911 yılında meclis içinde yeni muhalif partiler ortaya çıktı. Eylül 1911’deki kongreden sonra kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihat ve Terakki iktidarı için en büyük rakip oldu. Şubat 1912’de yapılan meclis seçimleri, yaşanan şiddet olayları ve yolsuzluklar nedeniyle tarihe Sopalı Seçim olarak geçen[13] ve hemen her yerde İttihat ve Terakki adaylarının kazandığı bir seçim süreci yaşandı. Bunun üzerine muhalefet, yapılan seçimi ve sonuçlarını gayri meşru ilan ederek, ordu içinde “Halâskârı Zâbitân” adıyla, İttihat ve Terakki iktidarına son vermeyi hedefleyen bir örgüt oluşturdu. 16 Temmuz 1912’de, Halâskâr Zâbitân grubunun muhtırası üzerine Sait Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakki kabinesi istifa etmek zorunda kaldı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa‘nın kurduğu ve tarihe “Büyük Kabine” adıyla geçen hükümet İttihat ve Terakki Fırkasının egemenliğine son vermeyi hedefliyordu. Bu amaçla öncelikle Şubat 1912’de yapılan seçim iptal edilerek meclis feshedildi.

 

Ömer Seyfettin, Balkan İsyan ve Savaşları

Genç Kalemler Dergisi yazı heyetini oluşturanlar Balkan Harbi’nin başlaması üzerine dağılmak zorunda kalmıştı. Ömer Seyfettin, Balkan Savaşının başlaması nedeniyle ayrılmış olduğu askerlik görevine yeniden çağrıldı ve üsteğmen rütbesiyle Rumeli Batı Ordusu’nda 39. Alay’ın 3. Tabur’una katıldı. (14 Eylül 1912) Balkan Savaşlarında Makedonya’nın Sırbistan sınırına yakın olan Kumanova’da Sırplara karşı ve Yanya’da da bir müddet Yunanlılara karşı savaştı. Ancak bu görevi esnasında 20 Ocak 1913’te Kanlıtepe’de Yunanlılara esir düştü. Esareti Yunanistan da Atina yakınlarındaki Nafliyon’da on ay kadar sürdü. Bu esaret bitikten sonra da İstanbul’a döndü. (17 Aralık 1913) Yaklaşık bir yıllık esareti süresince gerek okuyarak gerekse yaşayarak, yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı.

Balkan Savaşları başlaması ve Balkanlar’da yaşanan kanlı olayların geçmişinde, 19. yüzyıl boyunca sürmüş olan Panslâvizm hareketinin tarihsel izleri ve etkileri vardır. Ekim 1912’de çıkan Balkan Savaşı’nın kısa zamanda hezimete dönüşmesi üzerine şiddetli bir milliyetçilik politikası benimseyen İttihat ve Terakki, yenilginin sorumluluğunu mevcut hükümete yükledi. 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Bey öncülüğünde silahlı bir grubun Bâb-ı Âli’de toplantı halindeki hükûmeti basması, Harbiye Nazırı Nâzım Paşa‘yı öldürmesi ve sadrazam Kâmil Paşa‘nın kafasına silah dayayarak istifaya zorlaması ile İttihat ve Terakki, askeri darbe ile iktidarı ele geçirdi.

Cemiyet bu suretle iktidarı ele geçirdikten sonra, hemen kendi hükümetini kurmadı ve Mahmud Şevket Paşa‘yı sadrazamlığa getirdi. Ancak 11 Haziran 1913 tarihinde Mahmut Şevket Paşa bir suikast sonucunda öldürüldü. Cemiyet bundan sonra iktidar dizginlerini ele geçirerek ağırlığını koydu. Cemiyet, artık hükûmeti denetleyen bir örgüt değil, iktidar partisine dönüşme kararı aldı. Fırka reisi Said Halim Paşa sadrazamlığında kapsamlı bir diktatörlük yönetimi kuruldu. Mahmud Şevket Paşa suikastı ile ilgili görülen 24 kişi idam edildi, cemiyete muhalif 250 dolayında kişi de Sinop‘a sürüldü, ayrıca partiye muhalif olan gazeteler kapatıldı.

Kamuoyu nazarında da Cemiyetin ileri gelenlerinden Enver Bey‘in I. Balkan Savaşı’nda kaybedilen Edirne‘yi geri alması, cemiyetin saygınlığını arttırdı. Harbiye Nazırı olarak atanan Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa ile İttihat ve Terakki Partisinin önderi oldu.

Ömer Seyfettin gerek isyanlar gerekse Balkan Savaşları sırasında savaşın toplum düzeninde meydana getirdiği sarsıntıları, acıları ve yıkımları yakından görüp yaşamıştır. Bu izlenimlerini “Balkan Harbi Hatıraları” isimli anılarında anlatmıştır. Onun bu çalışması dört bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde kendi hayatı, çalışmaları ve Balkanlar ile ilgili notlar, ikinci bölümde, Balkan Harplerinin kısa bir tarihi, üçüncü bölümde, Balkan Harbi Hatıraları ve son bölümde ide ana konuyu tamamlayıcı yazılar yer almıştır. Son bölümde ayrıca, kendisinin Balkan Savaşları sürerken ve esareti zamanında Ali Canip Yöntem’e gönderdiği mektuplara yer vermiştir.

 

Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Cephesi

İttihat ve Terakki Fırkası bir iktidar partisi olarak yönetimde bulunduğu dönemde milliyetçi ve batı yanlısı bir siyaset izledi. Eğitimin çağdaşlaşması, hukukun laikleşmesi için çalışmalar yaptı. Bu dönemde Türk Ocağı gibi milliyetçi kültür derneklerinin kurulması, girişimcilik ve kooperatifçilik faaliyetleri desteklendi. 1914 yılında yapılan seçimlerini ezici bir şekilde kazanan İttihat ve Terakki Fırkası, Almanya ile askeri bir yakınlaşma başlattı. Hiç kuşkusuz Enver Paşa‘nın Alman yanlısı siyaseti Fırkanın da izlediği siyaseti etkiledi.

İttihat ve Terakki Fırkası üst yönetimi ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914 tarihinde hükümete ve padişaha haber vermeden imzalanan ittifak antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katıldı. Sultan V. Mehmet Reşad Halife sıfatıyla dünya Müslümanlarına “Kutsal Cihat” çağırısı yaptı. Savaşa girme kararı Fırka içinde eleştirilere ve bölünmelere yol açtı. Cavit Bey, Ahmed İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa gibi önemli İttihatçılar hükümetten ve askeri görevlerinden ayrıldılar. Fethi Bey, Rauf Bey, Mustafa Kemal gibi bazıları da görevde kalmakla birlikte Enver Paşa başkanlığındaki cemiyet yönetimine karşı tavır aldılar. Savaş devam ederken Talat Paşa sadrazamlığa getirildi.

Savaşın başlaması öncesinde, Çanakkale Cephesi ve Körfez Cephesi (Irak) savunma amaçlı, Kafkasya ve Süveyş Cepheleri ise taarruz amaçlı cepheler olarak tasarlanmıştı. Ancak, daha savaşın başlangıcında sayılan bu dört cephede de fiili olarak savaş başladı. Harbiye nazırı ve başkomutan Enver Paşa‘nın komutasındaki ordunun savaşın ilk aylarında Sarıkamış‘ta, daha sonra ise Süveyş’te ve Irak‘ta (Çanakkale ve Kutulamre başarıları dışında) ağır yenilgiler alındı. Enver Paşa‘ya yakınlığıyla tanınan İaşe Nazırı Topal İsmail Hakkı Paşa’ya atfedilen büyük mali yolsuzluklar yüzünden İttihat ve Terakki rejimi büyük ölçüde yıpranarak itibarını kaybetti.

Bu süreçte İttihat ve Terakki erkânı ile münasebetleri sıkı olan Ömer Seyfettin, askerlik mesleğinden ayrılıp kendini tamimiyle edebiyata vermek istiyordu. Bunun için askerlikten ayrılıp sivil hayata geçti. Bundan amaç, nesilleri edebi ürünlerle eğitmek ve oluşturacakları kimliğin inşası için eserleriyle hizmet etmekti. Bundan sonra da O, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. “Türk Sözü” dergisinin başyazarlığına getirildi. Burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. Savaşın başladığı yıl olan 1914 yılında Kabataş Sultanisi ’nde öğretmenliğe başladı. Ömer Seyfettin, Kabataş Sultanisi’ndeki öğretmenlik görevini ölümüne kadar sürdürdü.

Ömer Seyfettin, esaretten kurtuluşunun üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçtikten sonra yorgun, bezgin ve karamsar bir ruh hali içindeydi. Bu nedenle huzurlu bir aile ortamının özlemini yaşıyordu. Bu duygusunu henüz kitap olarak yayınlanmamış günlüğünde şu cümlelerle ifade etmiştir: “Beş sene evvel annem öldü. (1913) Babam evlendi. Ablam zırdeli… Tabii ocağımız dağıldı. Ben apartmanlara düştüm. İyice çalışmak için rahata, aile rahatına ihtiyaç vardı. Evlenmeğe kalkınca, bir komşum karımı tavsiye etti. Ailesi için çok iyi şeyler söyledi…”

Yalnızlığını ve bu özlemini gerçekleştirmek amacıyla, Savaşın yaşandığı 1915 yılında İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Kadıköylü Doktor Besim Ethem Bey ’in kızı Calibe Hanım ’a talip oldu. Baba, Doktor Besim Ethem Bey önceleri kızını vermek istemedi ise de sonra araya girenlerin baskısı ile kızının evliliğine razı oldu. Calibe Hanım, o günlerin modasına uygun, çağdaş eğitim görmüş, Kadıköy’ de bir Fransız okulunda okumuş, Moda-Mühürdar sosyetesinden, ince yapılı, zarif bir genç kızdı.

16 Temmuz 1915 tarihinde, Çanakkale Cephesi’nde savaş devam ederken, aralarında Ömer Seyfettin’in de bulunduğu gazeteci, yazar ve şairlerden oluşan bir grup, savaş alanını ziyaret etmek üzere, İstanbul ’dan Çanakkale’ye gitti. Bu grupta Ömer Seyfettin dışında Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Ağaoğlu, Ali Canip Yöntem, Mehmet Emin Yurdakul, İbrahim Alaattin Gövsa, Hakkı Süha Gezgin ve Enis Behiç Koryürek gibi yazarlar vardı. Ömer Seyfettin’in de dâhil olduğu yazar ve şairler heyeti, Çanakkale Cephesi’ nde 5. Ordu ve 3. Kolordu Karargâhlarını ziyaret etmiş, Arıburnu ve Seddülbahir harp bölgelerini gezmişti. 33 Yazar ve şairler heyetinin Çanakkale’de birçok cephe içinde Mustafa Kemal’ in bulunduğu cepheyi ziyaret etmek istemesi ilginçtir. Heyet üyelerinin, Cesarettepesi’ne giden yolun tehlikeli oluşu nedeniyle Mustafa Kemal’i ziyaret edemediği, ancak telefonla konuşarak başarı dilediği rivayet edilir.

6 Aralık 1916’da bir kızı olan Ömer Seyfettin, kızına Güner ismini koydu.[14] Ancak Ömer Seyfettin’in evliliği kızı Güner’e rağmen iki yıl içinde bozuldu ve 5 Eylül 1918’de Calibe Hanım ’dan boşandı. Bundan sonra Ömer Seyfettin, ölünceye kadar yalnızlık ve hastalıklarla boğuşarak yaşamını sürdürdü. Ömer Seyfettin eşinden ayrıldıktan sonra Kalamış’ ta, deniz kıyısında, etrafında tek bir bina bulunmayan küçük, bir yalıya taşınmıştı. Bu yalı kendisinin ordu kumandanı olan Cavid Paşa ’dan kiralamıştı. Ömer Seyfettin’in buradaki yaşantısı da kiraladığı mekân gibi yalnızdır. Ömer Seyfettin’in, yazı hayatının en üretken dönemi de bu evdeki zamanlarıdır. Burada kaldığı yıllarda öğretmenlik dışındaki bütün zamanını okuma ve yazmakla geçirdi. Hikâye ve makaleleri “Yeni Mecmua”, “Şair”, “Donanma”, “Büyük Mecmua”, “Yeni Dünya”, “Diken”, “Türk Kadını” gibi dergilerle “Vakit”, “Zaman” ve “İfham” gibi bazı süreli yayınlarda yayınlandı. Bu evde ona yalnızlığını unutturan onu ziyaret eden edebiyat dostları oldu. Başta yakın arkadaşı ve komşusu olan Ali Canip olmak üzere, Ahmet Rasim, Salih Zeki (Aktay), Yusuf Ziya (Ortaç), Fuat Köprülü, Reşad Nuri (Güntekin) ve Faruk Nafiz (Çamlıbel) gibi devrin genç şair ve yazarları dostları arasındaydı. 

Ömer Seyfettin eserlerinin çoğunu eşinden boşandıktan sonraki bu zor günlerinde kaleme aldı. Üstelik bu yıllarda İstanbul işgal edilmiş, yurtseverlerin bir kısmı da gözaltına alınmıştı. Ömer Seyfettin, bir yandan geçinme kaygısı bir yandan yazma isteği, diğer yandan da gözaltına alınan arkadaşlarıyla ilgilenmeye çalıştı. Ömer Seyfettin 1917-1918 yıllarında Darülfünun’da kurulan Tedkikat-ı Lisaniyye Encümeni (dil inceleme komisyonu) üyeliğinde de bulundu.

Bu arada Birinci Dünya Savaşı da bilindiği gibi sona erdi ve İtilaf Devletlerine karşı yenilginin kesinleşmesinden sonra da iktidardaki Talat Paşa Hükûmeti de 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etti.[15] Yeni kabine 30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri ile Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayarak, ordunun terhisi ve silahların bırakılmasını kararlaştırdı.

 

Ömer Seyfettin ve Millî Mücadelenin Başlangıcı

İttihat ve Terakkinin devlet yönetimi üzerinde on yıl süren bir etkinliği olmuştu. (1908-1918). Cemiyet bu süreçte yaklaşan yenilginin farkında olduğu için ulusal bir direniş cephesi yaratmak istedi. Bunun bir sonucu olarak da Millî Mücadelede işgal tehlikesi olan yerlerde Müdâfaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetlerinin kurulmasına öncülük etti. Bu bağlamda, Hilal-i Ahmer, Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti ve Türk Ocakları millî mücadelede katkı sağlayacak kurumlar olacaktı. Bu cemiyetler halkın maneviyatını yükseltmek isteyen İttihatçılar için ulusal bir bilincin yaratılmasına sınırlı da olsa bir etki yaratıyordu.

Meclisteki Felah-ı Vatan Grubu da millî mücadeleyi destekleyecekti. Ancak eylemsel olarak en büyük etkinin Karakol Cemiyeti ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan geldi. Karakolun kurucuları arasında Kara Kemal, Kara Vasıf, Talat Paşa gibi isimler bulunuyordu. Karakol, millî mücadelede silah ve insan temini konularında yararlılıklar gösterdi ve Mustafa Kemal Paşa ile de ilişki kurmuştu. Karakol ile Milliyetçiler arasında ayrılıkların da olduğu bilinmektedir. Celal Bayar da Karakol’un bir üyesiydi. Millî mücadeleyi destekleyen İttihatçı subaylar vardı.

Millî Mücadelede Kuvay-i Milliye hareketi oluşurken Milliyetçi subaylar, ordunun terhisini erteleme, Anadolu’ya yoğunlaşma, silahların korunması ve direniş çevrelerinin oluşturulması için çabalıyordu. Bu bağlamda Millî Mücadele kadrolarının büyük bölümü eski İttihatçılardan oluştu. Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Rauf, Fethi, Kâzım Karabekir, İsmet (İnönü), Celal (Bayar), Adnan (Adıvar), Şükrü, Rahmi, Çerkez Reşit, Çerkez Ethem, Bekir Sami, Yusuf Kemal, Celaleddin Arif, Ağaoğlu Ahmet, Recep (Peker), Şemsettin (Günaltay), Hüseyin Avni, Ziya Hurşit Bey’ler gibi milliyetçi liderlerin tümü eski İttihat ve Terakki kadroları ve Teşkilat-ı Mahsusa görevlileri idiler.

Bu arada Orduları terhis edilen komutanların önemli bir kısmı İstanbul’a gelmiş ve 1918 yılının Kasım ayında Yıldırım Ordularının kaldırılması üzerine, Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’da Genelkurmay’da görevlendirilmişti. 13 Kasım 1918’de başkente ayak bastığında, Boğazda kümelenmiş İtilaf zırhlılarını gördü. Yanındaki yaveri Cevat Abbas’a dönerek ”Geldikleri gibi giderler” dedi. Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa‘nın İstanbul’da geçirdiği bu 6 ay Komutanların fikir teatisinde bulundukları ve kurtuluş arayışlarıyla, Millî Mücadele fikrinin şekillendiği bir süreç yaşandı. 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunanlıların İzmir’i işgalinden hemen sonra, kararlaştırılan strateji ve alınan görev gereği 19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal Paşa Samsun’a ayak bastı ve akabinde, mitinglerle Anadolu’daki Milli hareketlenme başladı.

Aynı zaman diliminde bilindiği gibi İttihatçı hareketin basın ve propaganda sözcülerinden Ziya Gökalp, Mehmet Emin (Yurdakul), Mehmet Akif (Ersoy), Celal Nuri (İleri), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Falih Rıfkı (Atay), Velid Ebüzziya ve diğerleri Millî Mücadele’nin de savunuculuğunu üstlenmişlerdi.

Kimi İttihatçı, Millî Mücadelenin İttihatçı rolünü savunurken ve bu yönde bir algı yaratılırken Kuvay-i Milliyeciler (Milliyetçiler) bu vurgulamaları 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde reddetti. Zira, Anadolu ve Rumeli Mudafa-i Hukuk ve Heyeti Temsiliye için benzer bir algı handikap yaratabilirdi.

Karakol Cemiyeti’nin başının Mustafa Kemal’e “Bizim başkumandanımız sizsiniz” dediği rivayet edilir. Karakol’un yerini bir süre sonra belirli bir programı olmadığından Ankara’ya bağlanan Mim-Mim Grubu alır. 1920’lerde bile daha Enver Paşa için bazı vilayetlerde mitingler düzenlendi. İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmi işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması İttihatçıların daha itaatkâr hale gelmesine neden oldu ve bu da Kuvay-i Milliye için önemli bir gelişme oldu.

Bu süreçte Şubat 1920’de Ömer Seyfettin’in romatizma, teneffüs yolları rahatsızlıkları şeklinde ortaya çıkan, zaman zaman yüksek ateşle seyreden hastalığı, yalnızlık ve maddi imkânsızlık yüzünden giderek arttı. Mart ayı başlarında Haydarpaşa Hastanesi ’ne kaldırılıp, TBMM’nin açılmasını görmeden 6 Mart 1920’de hayata gözlerini kapadı. Ölüm nedeni şeker hastalığı olarak belirlenen Ömer Seyfettin, Kadıköy Kuşdili Mahmudbaba Mezarlığı’ na defnedildi.[16]

 

Sonuç

Ömer Seyfettin’in hayatı görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nin Sultan II. Abdülhamit Devri, İttihat ve Terakki Dönemi, II. Meşrutiyet devri, Osmanlı Devleti’nin dağılma süreci olan Balkan Savaşları ile I. Dünya Savaşı süreçlerinin yaşandığı, son olarak da Millî Mücadelenin henüz başında bulunulduğu bir zaman diliminde geçmiştir. Bu çalkantılı süreç içinde O, isyanları görmüş, esareti yaşamış ve cephelerinde bizzat bulunup, savaşmıştır. Ayrıca aile geçmişi, asker bir babanın çocuğu olması da bu sürecin onun ruh hali üzerinde etkiler yarattığı ve sürecin eserlerine yansıdığı açık bir şekilde görülmektedir.

Balkanlarda isyanlar sonucu yaşanan facialar ve uğranılan yenilgiler ile Rumeli’nin kaybı bütün Türk subayları ve askerler üzerinde olumsuz bir etki yaratmış ve demoralize olmalarına yol açmıştır. Hayal kırıklığı ve çöküntü içindeki bir ruh hali ile yaşayan subaylar, aynı zamanda Osmanlı bünyesi içindeki çeşitli unsurların kendi milliyetçiliklerine sarılmalarına tepki olarak Türkçü ve Milliyetçi bir eğilime yönelmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bunun sonucu olarak, savunma refleksiyle gelişen Türk Milliyetçiliğinin temelleri de ideolojik olarak bu yıllarda filizlenmiş ve gelişmeye başlamıştır.[17]

Bu bağlamda kendisinin Türk Tarihi ve özellikle Osmanlı Tarihi ile son dönemlerde yaşanan olaylar, balkanlarda yaşanan isyanlar, Balkan harpleri ve devletin dağılmaya doğru gidişi ile bizzat içinde bulunduğu ortamdan yoğun olarak etkilendiği anlaşılmaktadır. Biraz açacak olursak, Meşrutiyet döneminde yaşanan siyasi gelişmeler, II. Abdülhamit devri iç ve dış siyasi olayları, Hürriyet düşüncesinin gelişmesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Balkanlarda çıkan Sırp, Yunan ve Bulgar isyanları, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Cephesi’nde yaşananlardan etkilendiğini söylemek mümkündür. Eserlerinin temasını oluşturan birçok hikayesi de büyük ölçüde bu gelişmelerin tesiri altında kalınarak kaleme alınmıştır.

Bu süreçte Sultan II. Abdülhamit’i tahttan indirerek büyük umutlarla iktidara gelen, dönemin Türkçü aydınlarının da desteğini alan İttihatçılar bir süre sonra beklentileri karşılayamamış, Birinci Dünya Savaşı’nın da kaybedilmesiyle iyice gözden düşmüştür. Ömer Seyfettin, İttihatçılara yakın olmasına rağmen bundan çıkar sağlamadığı gibi, gözü kapalı bir itaat anlayışına saplanmadan yanlış uygulamaları tenkit etmekten de kaçınmamıştır.

İşte Ömer Seyfettin de en çok, 1908 ile 1920 arasındaki Osmanlı Devleti’nin halini yeren ve devletin haşmetli dönemlerindeki kahramanları överek, örnek gösteren hikayeler kaleme almıştır. Ömer Seyfettin’in hikayelerindeki konular ya doğrudan doğruya kendi gördüğü ya da tarihten okuduğu olaylardır. Bu nedenle onun yegâne ilham kaynağı da her zaman Türk tarihi olmuştur. O, hikayelerinde Türklerin kahramanlıklarını, kan dökmekten nasıl kaçındıklarını, mertliklerini hem kendi hem ulusal onurlarına düşkünlüklerini, yurtseverliklerini anlatmıştır.

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zorlu süreci bizzat yaşayan Ömer Seyfettin, II. Meşrutiyet dönemi ve onu izleyen yıllarda farkındalık düzeyi en yüksek olan yazarlardan biri olmuştur. O, devlet ve toplumun içine düşmüş olduğu problemleri tespit etmekle kalmadı, aynı zamanda bu sorunların çözüm önerilerini de gösteren, genel olarak yazılarında menfi örnekler üzerinden hareketle yanlışlıkları açıkça ortaya koyan ve olması gerekeni işaret eden bir yazar oldu. Ömer Seyfettin’in bu durumunu İnci Enginün, “Sorunlar karşısında kesin ve açık-seçik tavır alma ve kararları uygulama gibi özelliklerinde çocukluğunda ailesinden aldığı terbiyenin ve bir asker olarak yetişmesinin etkisi olmalıdır.” Şeklinde değerlendirmektedir.

Yine Ömer Seyfettin, I. Dünya Savaşı yıllarında yayınladığı hikâyelerinde her şeyden önce yüksek ideal ve değerleri savunmuş bir yazar olmuştur. Yazarın hikâyelerinde yer alan kahramanların ortak karakter ve özellikleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Dikkat edilecek olursa Ömer Seyfettin’in konusunu tarihten alan hikâyelerinde asıl kişilerin ortak özellikleri ülkü sahibi ve yüksek değerleri benimsemiş ve bu değerlerden yana tavır koyan kişilerdir. Buna birkaç örnek vermek gerekirse, Kızıl Elma Neresi? ve Nadan isimli hikayelerine bakmak bile bize bir fikir verir.

Neticede bütün bu nedenler ve eserleri vesilesiyle Ömer Seyfettin, büyük bir Türk milliyetçisi olarak tanınmıştır. O, Türk dilinin bağımsızlığını, yani o zamanlar Türk dilindeki yabancı kuralların atılmasını, yabancı eklerin, dilde yerleşmemiş yabancı sözcüklerin kullanılmamasını savunmuştur. Bunun için, kendi çağını millî duygu eksikliğini, tembellik ve boş inançları eleştirmiş ve tarihteki Türk hasletleri ve Türklüğü her fırsatta övmüştür. Sonuç olarak Ömer Seyfettin, her zaman güçlü bir hikayeci ve edip olarak anılacak ve ilgiyle sevilip, okunacaktır.

 

KAYNAKÇA

Akşin, Sina, 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat Terakki, Gerçek Yayınevi, İstanbul,1980.

Alangu, Tahir, Ömer Seyfeddin Ülkücü Bir Yazarın Romanı. May Yayınları. İstanbul, 1968.

Cenk Reyhan, “Jön Türk Hareketi Üzerine Kavramsal Bir Çerçeve”, Gazi Akademik Bakış Dergisi, Cilt I, Sayı 2. Ankara, 2008.

Demirağ, Yelda, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşayan Azınlıkların Sosyal ve Ekonomik Durumları”. OTAM, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi. Sayı:3, Ankara, 2002.

Durmuş, Mitat, Ömer Seyfettin’in Anlatılarında Kendilik Bilinci ve Öteki, Fenomen Yayıncılık, Erzurum, 2020.

Enginün, İnci, Ömer Seyfeddin’in Hikâyeleri, Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1985.

Kısıklı Emine, Millî Mücadele Başlangıcında Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Hareketi İttihat ve Terakki Faaliyetlerinden Uzak Tutma Teşebbüsleri”, Atatürk Yolu Dergisi, Cilt 2, Sayı:5, Ankara, 1990.

Koç, Murat, “Ömer Seyfettin’in Eserlerinde II. Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki”, Bilig. Sayı: 47, s. 121-146. Ankara, 2008.

Köroğlu, Erol, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.

Kuran, Ahmet Bedevi, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, Tan Matbaası, İstanbul, 1945.

Mütercimler, Erol, Fikrimizin Rehberi, Alfa Basım Yayım, İstanbul, 2008.

Önertoy, Olcay, Ömer Seyfettin’de Milliyetçilik Düşüncesi, Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1985.

Özçelik, İsmail, “Mukayeseli Tarih Bakımından Batıdaki Gelişmeler Işığında Türkçülüğün Doğuşu ve Mahiyeti”, Yeni Türkiye, Türkoloji Özel Sayısı IV, Temmuz -Ağustos, 2002, Ankara, 2002.

Polat, Nâzım Hikmet, “Ömer Seyfeddin”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 34, İstanbul, 2007.

Tevetoğlu, Fethi “Atatürk- İttihat ve Terakki”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 15, Cilt 5, Temmuz 1989. Ankara,1989.

Yıldırım, Tahsin, Ömer Seyfettin, Dün Bugün Yarın Yayınları, İstanbul, 2013.


* İstanbul Aydın Üniversitesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi ([email protected])

[1]Ishak Sukuti, Diyarbakırlıdır. Gülhane Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriyesi’ne okurken arkadaşı İbrahim Temo ile daha sonraları İttihat ve Terakki Cemiyeti olacak, illegal bir örgüt kurdular. Tahsilini tamamlayarak, tabip yüzbaşı oldu. Haydarpaşa Tatbikat Hastanesi’nde çalışırken II. Abdülhamid yönetimine karşı çıktı. Etkinlikleri öğrenilince Rodos Kalesi’ne sürüldü. Buradan kaçarak Paris’e yerleşti. Sonrasında ise İsviçre’ye geçti. 1897’de Abdullah Cevdet, Edhem Ruhi, Tunalı Hilmi, Ahmed Nuri, Mustafa Ragıp gibi arkadaşlarıyla birlikte Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Cenevre Şubesi’ni kurdu.

[2]İbrahim Temo, İttihat ve Terakki cemiyetin kuruluşundan altı yıl sonra II. Abdülhamid’in baskısından kaçıp Romanya’ya gitmiş; orada Jön Türk hareketinin Rumeli teşkilatını kurmuştur. Meşrutiyet öncesinde Romanya’da Jön Türk hareketini yaymaya çalışırken ülkedeki Arnavut örgütlerini “Başkim” adı altında birleştirdi. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndüğünde ise kuruluş hedefinden uzaklaştığını düşündüğü İttihat yönetimine karşı Osmanlı Demokrat Fırkasını kurarak muhalefet etti ve nihayet 1911’de bir daha dönmemek üzere Romanya’ya yerleşti. Osmanlıcılık görüşünün hararetli savunucularındandır.

[3] Abdullah Cevdet, Malatya- Arapkirlidir. Osmanlı ve Türkiye’de “Batıcılık” akımının önde gelen isimlerinden birisidir. Fikirleri, İkinci Meşrutiyet dönemi düşünce yapısının şekillenmesinde etkili oldu. Sonradan İttihat ve Terakki’ye dönüşecek İttihat-ı Osmânî Cemiyeti’nin kurucusu beş tıbbiyeliden birisi Abdullah Cevdet idi (diğerleri İbrahim Temo, İshak Sükûti, Mehmet Reşit ve Hikmet Emin). Ancak yaşantısı siyasal alanda etkin görevler alarak değil, bir düşünce üreticisi olarak devam etti.

[4]Mehmed Reşid, Kafkasya’da bir Çerkez ailedendir. 1874 yılında Rus baskıları sonucu ailesi Osmanlı İmparatorluğu’na göç etti. Öğrenimini İstanbul’da Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde tamamladı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından biri oldu. 1894 yılında Haydarpaşa Askerî Hastanesi’ne atandı. 1897 yılında siyasi faaliyetleri nedeniyle tutuklanarak Trablusgarp’a sürüldü. Burada doktorluk yaptıktan sonra 1908 Jön Türk Devrimi’nin ardından İstanbul’a geri döndü. Mehmet Reşid Bey Diyarbekir Valisi olduğu dönemde Ermenileri tehcir sırasında soykırıma uğratmak suçlamasıyla Bekirağa Bölüğü’ne hapsedildi ve idama mahkûm edildi. 25 Ocak 1919 tarihinde hapisten kaçtı ve 6 Şubat 1919 tarihinde polis tarafından yakalanmak üzereyken tabancayla başına sıkarak intihar etti.

[5] Hüseyinzade Ali Bey, Askeri Tıbbiyede 1894 yılında Tabip Yüzbaşı rütbesini alarak mezun oldu. O yıllarda Ziya Gökalp ile tanışması onu etkilemiş ve Türkçülük fikri kendisine aşılanmıştır. 1897 yılında Osmanlı İmparatorluğu ve Yunanistan arasında çıkan savaşta tabip yüzbaşı olarak görev almıştır. Savaşın bitmesinin ardından Askeri Tıp Okulunu sınava girerek kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda cilt ve frengi hastalıkları profesör yardımcısı olarak çalışmaya başlamıştır. Bu görevinden 1903 yılında Türk pasaportu olmadığı için polisler tarafından sınır dışı edilmiştir. Bakü’de Rusça yayımlanan Kaspi gazetesinde bir müddet yazmıştır. 1904 yılında çıkan Rus-Japon Savaşı’ndan sonra ülkede yaşayan milletlerde hürriyetçilik dalgalanmasıyla birlikte Hüseyinzade Ali Turan’da Hayat Gazetesi ‘nde yazılar yazmaya başlamıştır. Hayat Gazetesi’nin 1906 yılında yayın hayatına son verilmesiyle bu sefer Füyuzat dergisinde yazılarına devam etmiştir. Derginin yayın hayatı da uzun sürmeyip 1907 yılında kapanmıştır. Ancak Azerbaycan’da büyük bir Türklük şuuru yaratmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında Hüseyinzade Ali, sınır dışı edildiği Türkiye’ye geri gelerek İttihat ve Terakki Partisi’nin faaliyetlerine katılmıştır. Hüseyinzade Ali Turan aynı zamanda Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocakları gibi teşkilatlarda da faal olarak hizmet vermiştir. Yusuf Akçura’nın İstanbul’da kurduğu Rusya Mahkûmu Müslüman Türk-Tatarların Hukukunu Müdafaa Komitesi’nde önemli görev yapmıştır. 28 Mayıs 1918’de Azerbaycan’ın ilanı sonucunda ülkesine geri dönmüştür. 27 Nisan 1920’da Rusların Azerbaycan’ı işgal etmesi üzerine Türkiye’ye geri dönmüş ve Turan soyadını almıştır. Hüseyinzade Ali Turan doktorluk görevini devam ettirmiş 1931 yılında emekli olmuş ve  9 yıl sonra İstanbul’da vefat etmiştir.

[6]Selanikli Nazım, 1887’de rüştiyeyi bitirdikten sonra Askerî Tıbbiye İdadisine, sonrasında Mekteb-i Tıbbiye’ye girdi Nâmık Kemal’in yazılarının etkisinde kaldı ve tıbbiyede 4 Haziran 1889 tarihinde kurulan İttihat-ı Osmani Cemiyeti’ne üye oldu. Cemiyet içinde aktif görevler aldı ve üçüncü sınıfta iken (1893) cemiyet tarafından Paris’e gönderildi. Öğrenimini tamamlamak için Paris Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Paris’te Ahmet Rıza Bey’in İttihat-ı Osmani Cemiyeti’ne katıldı.

[7]1814 de kuruluşundan beri İtalyan Karbonari üyeleri eski kömürcülerin ve masonların teşkilâtlarını kopya etmişlerdi. Mensupları çırak ve usta gruplarına ayrılmıştı, Mezhebin merasim usulüne göre locaları kareli tahta kaplama olurdu. Bir uçta dört köşe olmayan bir kütük bulunur ve orada usta otururdu. Kütüğün üzerinde bez örtü, su, tuz, haç, ağaç yaprakları, sopalar, ateş, toprak, akdikenden bir taç, bir makara iplik ve rumuzları tamamlamak için mavi kırmızı ve siyah üç kurdele bulunurdu. Büyük locası Napoli’de bulunur, teşkilâtın talimat ve nizamlarını yapardı. Altın kitapla cemiyetin statüsünü, siyah kitapta da cemiyete kabul edilmeyen adayların ve herhangi bir sebeple çıkarılanların listesi yazılı bulunurdu. Giriş merasimi tamamen dini mahiyetteydi. Gözleri bağlanan çırak adayı baltanın üzerine cemiyetin sırlarını ifşa etmeyip birbirlerine yardım edeceğine yemin ederdi.

[8]Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen kurucularındandır. Paris’te yaşadığı yirmi yıla yakın sürede İttihat ve Terakki cemiyetin Paris şubesinin başkanlığını yaptı; Fransa ve Belçika’da cemiyetin ilk resmi yayın organı olan Meşveret gazetesini, Mısır’da Şura-yı Ümmet gazetesinin çıkardı. Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet ilan edilmesi üzerine İstanbul’a döndü. Ahmed Rıza, Meclis-i Mebusan başkanlığı da yaptı, Sultan Vahdettin tarafından Ayan meclisi başkanlığına atandı; ancak Damat Ferid ile arası açılınca Fransa’ya döndü ve Anadolu’daki Millî Mücadele lehine çalışmalarda bulundu. Lozan Anlaşması’ndan sonra Türkiye’ye döndü.

[9] Şerafettin Mağmûmî, Mayıs 1889’da Gülhane Mekteb-i Tıbbiyenin bahçesinde oluşturulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı. Cemiyetin aynı yıl haziran ayında Edirnekapı’da yapılan ilk toplantısında zabıt kâtibiydi. 1894’te Haydarpaşa Hastanesi’nde göreve başladı. 1895’te Adana, Halep, Beyrut, Suriye vilâyetlerinde baş gösteren kolera salgını nedeniyle müfettiş olarak buralarda görevlendirildi. Mayıs 1895’te Tarsus, Mersin ve Silifke’de bazı incelemelerde bulundu, bir buçuk yıl kadar bu bölgelerde kolera salgınıyla mücadele etti. Bu sırada buralarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin örgütlenmesini sağladı. Paris’te Jön Türkler tarafından çıkarılan Meşveret dergisinde “Sâî” takma adıyla yazıları yayınlandı.

[10]Milaslı Halil (Menteşe), İstanbul’da Hukuk Mektebi’nde okurken 1894 yılında İstanbul’daki istibdat ortamından kaçmak için öğrenimini yarıda bırakıp önce memleketi Milas’a, ardından da Paris’e gitti. Hukuk öğrenimini Paris’te tamamladı. İttihat ve Terakki Partisi’nin Paris şubesine katıldı; Ahmet Rıza Bey’in kâtipliğini yaptı. II. Meşrutiyetin ilanından sonra yurda döndü.

[11] Paris’te Ahmed Rıza’nın 1895’te yayınlamaya başladığı Meşveret gazetesi Fransızca ve Türkçe yayınlanmıştır. İttihat ve Terakki’nin yayın organı olan Meşveret 15 günde bir yayınlanıyordu. Meşveret Gazetesi’nin yazılarında dikkati çeken ana unsur “eleştiridir. Gazetede Osmanlı Devleti’nin yönetim ve zaaflarından çokça şikâyet eden yazılar yer alır. Ahmed Rıza Osmanlı Devleti’ne karşı çok ağır yazılar yazmış ve bundan dolayı Fransız hükûmeti bir müddet sonra gazeteyi kapatmıştır.

[12] Nitekim ‘Yalnız Efe’ öyküsü bu tür olayların birikiminden ortaya çıkmış bir hikayedir.

[13] 1912’de yapılan ve “sopalı” diye anılan seçimler, eşit şartlar altında yürütülmediği ve adaylara baskı uygulanıp bazen de bizzat şiddet gördükleri için demokrasi tarihimizde kötü olarak anılır.

[14] Güner isminin anlamı, yapraklar arasından sızan gün ışığıdır.

[15] İttihat ve Terakki Fırkası, 1 Kasım 1918’de yapılan olağanüstü kongre ile kendini feshederek “Teceddüt Fırkası” adıyla yeni bir parti kurulmasına karar verdi. Enver, Talat ve Cemal Paşa, 1 Kasım’ı 2 Kasım 1918 tarihine bağlayan gece bir Alman torpidobotu ile İstanbul’dan ayrılarak, 3 Kasım 1918 tarihinde Sivastopol’e geçtiler. İttihat ve Terakki kapanmasına rağmen kamuoyu ve devlet yönetimi bağlamında etkisini yitirmemişti.

 

[16] Ömer Seyfettin’in mezarı daha sonra, buradan yol geçeceği ve tramvay garajı yapılacağı gerekçesiyle 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’na taşınmıştır.

[17]İsmail Özçelik, “Mukayeseli Tarih Bakımından Batıdaki Gelişmeler Işığında Türkçülüğün Doğuşu ve Mahiyeti”, Yeni Türkiye, Türkoloji Özel Sayısı IV, Temmuz -Ağustos, 2002, Ankara, 2002.

Yorum bulunmamaktadır.
Konu: ÖMER SEYFETTİN VE YAŞADIĞI DÖNEMİN TARİHİ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.