ANADOLU SELÇUKLULARI-V
Türkiye Selçuklularının en büyük sultanı olarak kabul edilen Alaeddin Keykubat’ın ölümünden sonra vasiyetine uyulmadı ve veliaht olarak belirlediği İzzeddin Kılıç Arslan yerine saray hileleriyle Gıyaseddin Keyhusrev tahta geçirildi. Sultanın vasiyetinin aksine davranılması birtakım beyleri rahatsız etti, ancak onlar da durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Zayıf kişilikli ve çocuk yaşta olan Gıyaseddin Keyhusrev devletin dizginini eline almayı başaramadı ve yönetim zaman içerisinde hemen bütünüyle Saadettin Köpek’in eline geçti. Saadettin Köpek, kendisine engel olacak deneyimli ve devlet umuru görmüş komutanları, devlet adamlarını ya etkisiz hale getirdi ya da bütünüyle ortadan kaldırdı. Türkiye Selçuklularının çöküşünün de başlangıcı sayılabilecek bu dönemde Saadettin Köpek, kendisini Selçuklu soyundan gösteren bir soy ağacı uydurmak suretiyle sultan olma hevesine kapıldı, ancak tahta geçirdiği Gıyaseddin Keyhusrev tarafından öldürtüldü.
Kağanlar, sultanlar kendilerinden sonra tahta kimin geçeceğini genellikle belirlemiş, ancak istekleri pek çok kere yerine getirilmemiştir. Aslında töre de bu konuya kayıtsız değildir. Kağanın ölümünden sonra büyük oğulun tahta geçmesi törenin de isteğidir. Yine töreye göre kağan soyundan olan herkes, sonucuna katlanmak şartıyla tahtta hak iddia edebilir. Tarihteki diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Selçukluda da iç çatışmaların ilk sebebi bu konu olmuş ve bu durum devleti yıkılmaya götürmüştür. Selçuklunun yıkılma sebebi, Moğollar değil, kendi içindeki kargaşa ve çatışmalardır.
Anadolu’da ilk büyük Türkmen isyanı: Baba İshak olayı
Türkmenler, Türkistan’daki Moğol istilası dolayısıyla Moğolların önünden kaçarak Irak ve Suriye üzerinden adeta bir sel gibi Anadolu’ya akmaktaydı. Bu durum, bölgede yoğun bir Türkmen nüfusun birikmesine yol açtı. Türkmenler daha çok Adıyaman, Samsat, Besni ve Maraş çevresine yerleşiyorlardı. Yurdunu terk etmiş ve yeni bir yurt arayışında olan karmaşa içindeki Türkmenler arasında Baba İshak adında biri, dinle ilgili söylem ve eylemlerle kalabalıkları çevresinde toplamaya başladı. Baba İshak bir süre sonra Amasya yakınlarında bir zaviye kurdu ve sultanın Allah yolundan saptığı propagandasıyla Türkmenleri isyana teşvik etmeye başladı. Galeyana gelip kılıçlarına sarılan Türkmenler devlete isyan etti ve Adıyaman yöresinde hakimiyeti ele geçirip yağma hareketlerine giriştiler. Devletin üzerlerine gönderdiği kuvvetleri mağlup edince bu durumu önderlerinin manevi gücüne bağladılar. Artık Baba İshak’ın yenilmeyeceğine ve hiç kimsenin onu öldüremeyeceğine inanmaya başlamışlardı. Adıyaman bölgesinden harekete geçen Türkmenler, Malatya üzerinden Sivas’a saldırdı, Sivas halkının karşı koyması üzerine oradan Baba Resul dedikleri Baba İshak’ın yanına gitmek üzere Amasya’ya yöneldiler. Bütün bu olaylar üzerine sultan Türkmenlerin üzerine Mübariziddin Armağanşah’ı gönderdi ve Armağanşah, Türkmenlerden önce Amasya’ya varıp Baba İshak’ı Amasya kalesinin burcunda astı. Baba’nın hiç kimse tarafından öldürülemeyeceğine inanan Türkmenler saldırıya geçtiler ve Armağanşah’ı şehit ettiler. İyice tedirgin olan sultan Türkmenler üzerine büyük bir ordu göndermek zorunda kaldı ve bu ordu isyan eden bütün Türkmenleri yok etti. Babai isyanı olarak tarihe geçen bu büyük isyan hareketi, Türkmenlerin Anadolu’da din üzerinden yapılan propagandayla devlete karşı ilk büyük başkaldırısı idi ve bu baş kaldırmanın sonucunda binlerce masum insan hayatını kaybetti, kardeş kardeşi kırdı.
Din, tek tek insan hayatında olsun, bütün olarak toplum hayatında olsun son derece etkili, önemli ve gerekli bir kavramdır. Bu etkisinden dolayı insanlık tarihinde sık görüldüğü üzere kalabalıklar dinle ilgili söylemler kullanılarak çabukça harekete geçirilebilmiş, bu söylemlerle kolayca savaşlar çıkarılmış ve sonuçta da binlerce insanın ölümüne yol açılmıştır. Eski çağlarda sıkça görülen bu durum, günümüzde de nispeten geri kalmış toplumların önde gelen sorunlarından biridir. İnsanların inançları üzerinden hesaplar yapanlar, tarihi tecrübelerden yararlanarak istedikleri sonuca ulaşabiliyor, ancak kalabalıklar harekete geçtiğinde akıl devreden çıkıp sloganlar hâkim olduğu için onların eski tecrübeleri düşünme ihtimali ortadan kalkıyor, ilk darbeyi de çoğunlukla kalabalıkları düşünmeye, akıllarını kullanmaya çağıranlar alıyor, önce onların kanı dökülüyor. Bu konuda tarihimizde pek çok örnek olmasına rağmen aynı tuzağa bugünün şartlarında bile düşmeye devam ediyoruz. Hz. Peygamber; “Ben, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurur, ayrıca Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin yaklaşık dörtte biri ahlak ile ilgilidir. Dinimizin ve hatta bütün dinlerin ısrarla üzerinde durduğu ahlak konusunu bir yana bırakıp dinin amel kısmını öne çıkararak kendi gibi düşünmeyen ya da kendi gibi ibadet etmeyen kişileri düşman ilan edip meseleyi kan dökmeye kadar götürmek, dini anlamamak, ya da birileri hesabına görevli olmak demektir. Bu görevli olma, çoğunlukla kişinin kendisinin bile farkında olmadığı bir durumdur. Kişilerin büyük bölümü ana kaynaklardan bilgi edinme gereği duymaz, kulaktan öğrenmeyi seçer. Konu din olunca “kutsalı” kulağa fısıldama makamında olan kişi de zaman zaman kutsal zırhına bürünür ya da büründürülür. Asıl sıkıntı bundan sonra başlar. Kutsal adına konuşmaya başlayan ve kutsal zırhına bürünen kişinin söyledikleri tartışılmaz, itiraz edilmez, aksi düşünülemez doğrular olarak kabul edilir. Bu kişi iyi niyetli, doğru bilgili ve samimi ise sonuç güzel olur, ancak hırslarıyla ya da birilerinin yönlendirmesiyle davranıyorsa sonuç felaket olur. Millet olarak bu felaketleri ne kadar çok yaşadığımızı düşünürsek durumun korkunçluğu ve bu alanın çok dikkat isteyen bir alan olduğu anlaşılacaktır. Babailerin isyanında dış parmak var mıydı bilinmez, ancak Moğolların Anadolu’ya doğru gelmekte oldukları bilinmektedir. Moğolları en çok uğraştıran kişi olan Celalettin Mengübirti’yi tarihten silen Türkiye Selçuklularının başına böyle sorun çıkarmanın planlı bir hareket olma ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekir.
Karışık dönemler bu tür hareketlerin ortaya çıkması için uygun ortamlar doğmasına yol açar. Tarihimizde görülen bu olayların pek çoğunda benzer şartların varlığı dikkat çeker. Osmanlılar dönemindeki “Din elden gidiyor” yaygaralarıyla kaç devlet adamının, kaç sultanın/halifenin öldürüldüğü, Millî Mücadele döneminde bu mücadelenin önderleri aleyhinde fetvaların çıkarılmasını, kurulan cemiyetlerle nasıl düşmanlık yapıldığını, şeyhülislamlık makamına kadar yükselmiş bir kişinin din adına nasıl savrulduğunu düşünecek olursak söylemek istediğimiz daha anlaşılır olacaktır. Geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız örnek de yine toplumun din duygularının nasıl kullanılabildiğinin, bunun bir ülke için nasıl büyük bir tehdit oluşturabileceğinin, dini kullanmak yoluyla insanların nasıl ülkesine, bayrağına, toplumuna düşmanlaştırılacağının her zaman akılda tutulması gereken en yeni örneğidir. Özellikle son örnekte devlet yıllardır beslediği, önünü açtığı, kefil olduğu, ne istediyse verdiği bir yapı tarafından neredeyse uçurumdan yuvarlanacak duruma getirildi ve bu yapı halen de bağlı bulunduğu güç tarafından gerek görüldüğünde kullanılmak üzere korunuyor ve besleniyor. Bütün olup bitenler gözler önünde cereyan etmesine rağmen hâlâ bu kişilerin ve hatta bütün olarak bu yapının masum olduğunu düşünenlerin olması, din söz konusu olduğunda insanların düşünme yeteneğini nasıl rafa kaldıracaklarının da bir göstergesidir. İnanma, elbette bir ihtiyaçtır, ancak vatandaşlarına sağlıklı bir din hayatı hazırlamak, doğru bilgiye ulaşmayı kolaylaştırmak, dini, din sömürücülerinden korumak da devletin görevidir, aksi takdirde aynı şeyleri tekrar yaşamak zorunda kalınır. Son yaşananlardan sonra devlet sisteminin dışına atılanlar için bu devletin bu insanları yetiştirmeye ne kadar kaynak harcadığı düşünülecek olursa yalnızca maddi olarak bile neleri kaybettiğimiz anlaşılır. Maneviyat duygumuzun sarsılmasından, toplumun yaşadığı hayal kırıklığına, ailelerin yaşadığı sıkıntıya kadar meselenin belki de on yıllara uzayacak boyutu düşünülecek olursa ne yaşadığımız ortaya çıkar. Geçmişten bugüne konuyla ilgili asıl sorumlulardan, ihmali olanlardan henüz hesap sorulmadığı gibi olan bitenin tam olarak toplam hesabı da yapılmadı. Bir hukuk devleti, böyle durumlarda bütün sorumluları kanun önüne çıkarır ve hesap sorar. Bir ülkede adaletten söz edilecekse devlete, millete, maddi ve manevi değerlere bu kadar büyük zararları olmuş bir hareketin öncelikle birinci derecede sorumluları hesaba çekilir, kimin ne olduğuna, kimin neyi olduğuna bakılmaksızın kanunun gereği yerine getirilir. Bu konuda ne yazık ki pek çok insanın gönlü rahat değil ve insanlarda gereğinin yapılmadığına dair yaygın bir düşünce var.
Selçuklu-Moğol ilişkileri ve devletin sonu
Moğollar, Babai hareketinin devleti sarsması üzerine daha önce saldırmakta tereddüt ettikleri Türkiye Selçuklularının topraklarına girmeye başladılar. 1242 yılında Selçukluların önemli şehirlerinden biri ve Anadolu’nun kapısı durumundaki Erzurum Moğollar tarafından işgal edildi ve şehir harap edilip halk kılıçtan geçirildi. 1243 yılında Sivas ile Erzincan arasında buluna Kösedağ’da yapılan savaşta Selçuklu ordusu Moğollara yenildi ve Moğolların Anadolu’yu istila etmeleri için önlerinde engel kalmamış oldu. Sivas, Erzincan ve Kayseri işgal edilip yağmalandı. Daha sonra iki devlet arasında anlaşma yapıldı ve Türkiye Selçukluları Moğollara vergi veren bir devlet konumuna düştü, ayrıca eskiden kendine bağlı olan devletleri de kaybetti, bir kısmı Moğollara bağlandı.
Moğol devletine bağlı bir devlet durumuna düşen Türkiye Selçuklularında iç karışıklıklar artmaya başladı. Sultanın uygunsuz davranışları, halkı huzursuz etmeye ve birtakım arayışlar içerisine girmeye sevk etti, Keykavus ile Kılıç Arslan arasında taht mücadelesi başladı. Bu mücadele, zaten zayıflamış olan devleti iyice zayıflattı.
Bazen yaptıkları yağmalarla toplumu huzursuz eden konar göçer Türkmenler, zaman zaman Moğollarla mücadelede devletin yanında yer alıyor, savaşlarda büyük yararlılıklar gösteriyorlardı. 1256 yılında Aksaray ile Konya arasındaki Sultanhanı yakınlarında yapılan savaşta Selçuklu ordusu ağır bir yenilgi daha aldı ve Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu Konya’ya dayandı. Alaeddin Keykavus, Konya’yı bırakıp kaçtı ve Anadolu’da kendini güvende hissetmediği için Bizans’a sığındı, bunun üzerine Selçuklu devletinin önde gelenleri Kılıç Arslan’ı Selçuklu tahtına geçirdi. Baycu Noyan’ın Anadolu’dan ayrılması üzerine Keykavus Anadolu’ya dönüp kardeşiyle taht kavgasına girişti. Daha sonra Hülagu bu iki Selçuklu sultanını Tebriz’e huzuruna çağırdı. Selçuklunun mirası üzerinde birbirini kıran iki kardeş, Hülagu’nun huzuruna çıktı ve o da Moğol kağanı Mengü’nün isteğine uygun olarak Selçuklu ülkesini kardeşler arasında bölüp çift başlı bir yönetim oluşturdu. Keykavus’un ölümünden sonra Kılıç Arslan tek başına kaldı, ancak o da kendi komutanlarından biri tarafından yay kirişiyle boğulmak suretiyle öldürüldü. Bu arada işgal edilmiş olan Selçuklu ülkesinde Kölemenler ile Moğolların mücadelesi savaş noktasına gelmiş ve Sultan Baybars komutasındaki Kölemen ordusu 1277 yılında Elbistan yakınlarında Moğol ordusunu bozguna uğratmıştı.
Moğolların buyruğu altında göstermelik sultanlarla bir süre daha varlığını sürdüren Türkiye Selçuklu Devleti, son sultan V. Kılıç Arslan’ın 1318 yılında ölümüyle tarihe karışınca hem Türk tarihinin hem de Oğuz tarihinin kahramanlıklarla, mücadelelerle geçen ve Türklüğe yeni bir yurt armağan eden bir sayfası daha kapandı.
Yorum bulunmamaktadır.