“Keşkeler” bir geçmiş zaman hatırlamasıdır. Bir daha gelmeyecek zamanı, bir daha o türlü yaşanmayacak bir durumu ve olayı iç yanıklığıyla anmadır. İnsancadır ve hemen hepimiz bir türlü bu yanmaya düşeriz. Bu olmamışa yanışlar keşkelerle gelir. Şarta bağlı her işimizde bir keşke pusuda bekler. Şu olursa böyle, bu olursa böyle olur dendiğinde her zaman sisli puslu bir genellemeye pencere aralanır. Sonucun olumluya açıldığına ümit bağlandığı kadar, keşke’ye bağlandığı bir yetersizlik durumuna kapı açılmasından korkulur. Ben korkarım.
“Olsaydı… olmasaydı..” ile başlayan şart cümlelerinde bunun için oldum olası tedirginlik yaşarım. Şöyle bir düşününce, en çok kullandığım şekillerden birinin bu olması durumu değiştirmez. Hemen savunmaya geçerim. Kendimi, olmamış ve olmayacak bir işe bel bağlamış gibi hissederim. Musevî’nin ağlama duvarından Müslüman yakarışı çıkarmak mümkündür de “keşke”ye el açmanın olur tarafı yoktur. Sevgili Hakan’ın yazı isteği bu tür zihin egzersizleriyle meşgulken geldi. Gençliğimin -hiç bitmeyecek gençliğimin- böyle bir hatıralar ve hatırlama devresi, olması gereken çizgide ilerliyor. Fakat tabii ki buradan devam etmeyeceğim.
TRT yılları
TRT’de 33 yıl çalışmışım. “Az zaman değil” diyeceksiniz, hem öyle hem değil. Daha yapılmamış nice program, nice hayal, nice tasavvur vardı. Keşkeleri hatırlatan eksikler… Yaşama sevincinin, iş yapma ve işe yarama zevkı bu devamlılığı arar. İnsanda ve hayatta hiçbir şey bıçak gibi kesilmez. Heyecan zamanla söner. Hâle alışma zaman işidir. Düşüncelerin o çalışma yıllarından kopması daha da zordur. İzzet ü ikbâl ile ayrılanlar da bunu yaşar. Ben galiba onlardanım. Hiç arkama bakmadan gittim, çünkü bu dediğim arayışları düşündürmeyecek bir zamana gelinmişti. İçim –içimiz- kanıyordu. TRT’nin kuruluşundan bugüne tarihinin yarısında oradaydım. Kendimce iyi işler yapmanın iç huzuru tamdı. Artık bir şey yapılacak iş ortamı da kalmamıştı. “Bırakmamışlardı” desem daha doğrudur.
Oldu olacak, onu da söyleyeyim: 24 saat esasına göre TRT ile dolu olduğumuz günleri düşündüğümde yaşadığımız bir gerçek gözümün önündedir: Bugün mangalda kül bırakmayanlar kayıptır. Benim gibilerin neler çekerek o işleri yaptığından da haberleri yoktur. Bilenler de bugün susuyor veya söyleyecek zemin bulamıyor. Sözü apaçık söyleme zamanıdır: Sanki sonu gelmez zulümlerle ezilmenin nutuklarını yazanlar, konuşanlar gün yirmi dört saat orada burada külünü savuranlar, ekranlarda mağduriyet büyütenler bizim çektiklerimizin bile hiçbirini çekmediler. Bugün konuşanlar dün susanlardır. Dedikleri zulümse, eziyetse, onları çeken benim, benim gibilerdir. Sebebi açık: 33 yıl sadece kültür programı yaptım.
Madem başladım, diyeceğimi iyice diyeyim: Bugün konuşanlar hafif müzik sanatçılarının peşinde eğlence yerleri dolaşırken ben Türklükle, Osmanlı tarihi, kültürü ve sanatıyla ilgili yüzlerce program yaptım. Çatışa çatışa yaptım. Anlatsam, bilen dostlarım anlatsa şaşarsınız. Kültür çatışma alanıydı ve orada üç beş kişi biz vardık. Şimdi ağzından köpük saçarak konuşanlar yoktu.
Türkiye’nin böyle bir ikiyüzlülükle yüzleşmesi lazım geldiğine inandığım için bunları hatırlattım. Mağduriyetten bahsedenlerin, yaşadıkları sıkıntıların katmerlisini başkalarına yaşattıklarını da söylemem lazım. Özellikle şimdi konuşanların bu durumlarına dikkat çekmek isterim. Ezberlenmiş üç beş hadise üzerinden yıllardır koparılan kıyamet normal bir abartmadan çok ileri senaryolardır. Bu tür senaryolar sadece FETÖ ve benzeri cemaatlerde değildir. Orkestrayı idare eden, egemenlik pekiştirme gayretinde meydan alan kesimlerin verdiği cesaretle yapılan yalan yanlış işlerdir.
“Olmasaydı..” derseniz benim zihnim buralara kayar.
Peki konuya geleyim
Dünyanın hemen her ülkesinde devletler zamanın araçlarını kullanırlar. Haber almanın en derini, en gizlisi için kurumları vardır. Düşüncelerini yaymak, halkı ortak anlayışa kenetlemek için de yollar aranır, bulunur ve uygulanır. Şöyle kullanılır, böyle kullanılır, iyi veya kötü kullanılır ayrı konudur. Ama vazgeçmedikleri bir iştir. Propagandanın içe ve dışa yönelik türlü yönleriyle de ilgilenmekten geri duramazlar.
Aşırıya kaçıldığı olur, olmuştur. Birçok ülkede sadece devletin radyosu, televizyonu vardı; böyle dönemler de geçti. Esasen, özel teşebbüsün yayın işine girmesi de devlet izni, denetimi ve gözetimindedir. Bu rolü çok sıkı uygulayanlar, müdahaleci davranan devletler olur. Ölçüleri oturmuş toplumlarda yayın da rahattır. Mevzuat çerçevesinde basın tam hürdür.
Bugünün dünyasında durum değişmiş görünür, tam değişmemiştir. Bununla beraber, zamanın şartlarına göre tavır alışlar değişir, değişmiştir. Devletin doğrudan yayın işinde olması artık nadir rastlanır bir durumdur. Basın yayın hayatı tamamen özel girişimler eliyle yürütülüyor. Devlet yayıncılığı pek az ülkede kalmıştır. Ağırlıkla ya eski imparatorluklar, ya da üçüncü dünya ülkeleri özellikle dışarıya yönelik böyle bir ihtiyacı duyuyorlar. Bunlar da grup gruptur. İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Hollanda gibi batı ülkeleri benzer karakterde sömürge imparatorluklarıdır. Bugüne göre bir emperyal ilgiyi yayın yoluyla sağlamak veya desteklemek temel politikalarıdır. İngiltere daha yumuşak şekilde, BBC aracılığıyla bunu yapar. Fransa’nın TV5’i, daha açık bir anlayışla frankofon yayın yapar. Kanada’dan Senegal’e kadar Afrika’yı, Asya’yı, Amerika’yı o kanalda devamlı görürsünüz.
Amerika özel bir örnektir. Orada devletin televizyonu yok zannedilir. İçeriye dönük yoktur. Sistemin gizli açık kodları şöyle işler: Gerektiğinde, en uygunu neyse ona göre plan kurulur. Sivil görünüşlü kurumlarla yürütülür. İçe dönük tanıtım, dışa dönük tanıtım ve propaganda maksadı güderler. Amerika’nın Sesi (VOA) gibi. İlginç bir durum da şudur: Bu kadar özel teşebbüse alan tanıyan özgürlükler ülkesinde ihtiyaç halinde bütün kanallar bazı temel konularda devletin sesidir. Bunu da ustalıkla ve özel yöntemlerle uygularlar.
Biz de bu örneklere uygun şekilde devlet eliyle yayına başladık. Telgraf Telefon ve Telsiz kanunlarının düzenlemesi önemlidir. Yayın tekelini devlete veren zihniyet temeli oralarda görülür. Zamanın şartlarına göre doğruydu demekle yetinelim. Şimdi bakacağımız hususlar, devletin bu hakkı nasıl kullandığıdır. Türkiye Radyoları, 1927’den itibaren, devletin kültür ve haberleşme ihtiyacına göre şekillendi. Dönem dönem ele alınacak uygulamaları vardır. Erbâbı, siyasetle ilişkilerini de dikkate alarak bu dönemleri türlü açılardan incelemelidir. Ben burada konumuz bakımından bazı sonuçları söylemekle yetineceğim.
Radyo önce ve öndedir
Sonucu baştan söyleyeyim: Türkiye Radyoları, TRT’nin en başarılı tarafıdır. Yüksek itibar sağlayan bir yayıncılık geçmişi radyoyla ilgilidir ve önemlidir. Türkiye, henüz bu uzun geçmişi analiz eden yayınlar görmedi. Onlarca İletişim Fakültesi’ne, on binlerce sosyal bilim uzmanına rağmen görmedi.
Yakın zamanlara kadar radyonun genel seyirciye yayın yapan birinci kanalının günlük akışına baktığınızda eğitim-kültür ve müzik yayınları ağırlıklıdır. Türk kültür unsurları yanında dünya(Çoğunlukla Batı) kültürü paralel verilir. Türk Müziği’nin dinleyicisi çoktur ve daha çok yer alır. Dinleyicisi az da olsa devlet politikası gereği Batı müziğinin de vazgeçilmez bir yeri vardır. Belli zamanlarda verilen haberler, dünün ve bugünün hayatı, kültür özellikleri, bugünkü televizyon dizileri gibi ilgi gören arkası yarınlar, gece yarısı roman okumaları yayının üçte ikisinden fazlasını doldurur. Zaman içinde kanal sayısı artmıştır. Şimdi devam ettiği şekliyle tematik yayının başlaması televizyonun ağrılık kazandığı 1980 sonrasındadır. Batı Müziği, hafif ve klasik örnekleriyle daha çok dinleyiciye ulaşmıştır. Değişenler arasında bunu vurgulayarak belirtmem lazım. Batı müziği adına başarıyı, Türk klasik müzikleri adına bir kaybı getirdiği de konuşulmalıdır.
TRT radyoları olmasaydı, şunlar eksik kalırdı veya şunları kaybederdik diyeceğimiz hususlar elbette vardır. Bunların başında müzik gelir. Türk Müziğinin iki ana şubesi TRT sayesinde bugüne çok canlı şekilde gelmiştir. Derlemeler yapılmış, arşivler oluşmuş, unutulmalar önlenmiştir. Bu görüşümüz gerçeği ifade etmekle beraber tenkıde muhtaç tarafları vardır. TRT’nin bu işlerde gayreti, Cumhuriyet’in idealist insanlarının eliyle yürütüldüğü zamanlarda üstün başarılarla kayda geçmiştir. Muzaffer Sarısözen ve ekibinin derlemeciliği olağanüstüdür. Mesut Cemil’le başlayan Türk Klasik Müziği icraları, saz ve ses yetiştirmede usta çırak usulünün meşki, şartlar düşünüldüğünde harikuladedir. Dışarda yetişen isimler de radyo yayınlarına alınarak ülkenin sanat varlığı yansıtılmıştır.
Bir dönemden sonra bu işlerin tavsadığını kabul etmekle beraber devam eden bir hizmet olduğunu kabul ederiz. Yalnız, yapılamayanları, eksik yapılanları konuşmak da lazımdır. En iyi sazlar, en iyi sesler hayatteyken, onlardan tam faydalanılamadığını yetiştiğim zamanlardan biliyorum. Bırakın daha öncekileri, Niyazi Sayın’a, Sadeddin Heper’e, Necdet Yaşar’a, Kâni Karaca’ya, Alaaddin Yavaşça’ya, Bekir Sıtkı Sezgin’e, Meral Uğurlu’ya, Bayram Aracı’ya, Refik Başaran’a, Muharrem Ertaş’a, Neşet Ertaş’a, Hacı Taşan’a ve bunlara benzer veya yakın isimlere olsun bütün arşivi okutmak, çaldırmak ve kaydetmek lazımdı. Tekke Mûskîsi’nin son temsilcileri hayattaydı. Onlardan, köşesinde yaşayan saz ve seslerden de istifade edemedik. Modern anlamda bir müzik yayınını, arşivlemesini planlamak o dönemler için kolay değildi. Teknik zorluklar vardı diyebileceğimiz zamanlar geride kaldığında da yapamadık, yapamıyoruz. Halk Müziğinde derlemeler Sarısözen zamanındaki gayretle devam ettirilmedi. Kaynak kişiler yeterince değerlendirilemedi. İnsan kalitesi yanında, teşkilatçılık zaafı, plan ve program eksikliği yaşadığımız açık. Bunları yerli yerince açarak konuşabilmeliyiz.
Çoğun pek azını yaptık
Yapılanlar elbette değerlidir. Önümüzü açacak birikimlerdir. İyi kurulmayan ve iyi korunmayan arşiv, bu haliyle bile bir hazinedir. Arşivden çıkarıp hayatımıza türlü şekillerde katılabilir. Yeni sunuş usulleri yaratmasak da dünya neyi nasıl yapıyorsa, örnek alıp yapabilirdik, yapabiliriz. Türküler ve oyunlarımızın zenginliği, hayatımıza yeni yeni usullerle sunulmayı bekler. Klasik Mûsikîmizden doğru dürüst üç beş kayıt arasanız bulamazsınız. Bestekârlarımızın eserleri toplu halde ve makam, tarz vesair hususlarda sınıflandırılarak türlü şekillerde icra edilmemiştir. Mesela, bir meraklının Itrî’nin elimizdeki otuza yakın eserinin kaydını bulması hemen hemen imkânsıza yakındır. Hâlbuki, Itrî’yi her seviye için ayrı ayrı sunuşlarla, cazip hale getirerek halkın önüne getirememek, kabul edilebilir bir eksiklik değildir. Kültür dikkati yok demektir. Hâlbuki bunlar, zengin bir kültür hayatı için olmazsa olmaz işlerdir.
Bir hazin örneği de hatırlatmanın yeridir. Mübadele ile Türkiye’den gidenler, Yunanistan’da ciddi kayıtlar yapmışlar. Bunları şimdi görüyoruz. Sistematik bir çalışma olmasa da Yunanistan devletinin unutturma gayretine rağmen, özellikle Karamanlı mübadillerin memleket hasretiyle oyunları-türküleri nesiller boyu yaşattıkları anlaşılıyor. Türkiye için de değerli bir kaynaktır. Mesela, bizim Yahyalı’nın Faraşa Köyü’nden gidenlerin bir kaç kaydını Hüseyin Cömert Bey sosyal medyada yayınladı. Ben de o suretle gördüm. Üzerinde çalışılması gereken önemli bir kültür kaynağımızı bugünkü Yunanistan başta, Osmanlı coğrafyasında aramak lazımdır. Bunları bilmiyoruz.
Neyi yanlış veya eksik yaptık?
Bir başka açıdan da düşünelim: Kültür Bakanlığı sadece Batı Müziği’ne hizmet ediyor der ve şikâyet ederdik. Eskiden Türk Müziği amatör korolarla yaşatılırdı. Kırk yıldan fazla bir zamandır, o koroların bulunduğu yerlerde ve neredeyse her orta büyüklükteki ilde devlet koroları kuruldu. Çok şey değişir zannedilir. Öyle mi? Maalesef İmam hatip bolluğu gibi iyi bir netice vermedi. İçlerinde vasatı yakalayan ikiyi üçü geçmez. Nevzat Atlığ Bey bu bolluğun kalite getirmeyeceğini söylediğinde kendi korosunu tek tutmak istiyor diyenler üstadı dinlemediler, dinletmediler. O kadar iyi yetişmiş sanatçımız yok, yetişmesi de zaman alır. Eğer çok koro açacaksak önce oralarda hizmet verecek çekirdek kadroyu yetiştirmemiz gerektiğini söylemişti, haklı çıktı. Tıpkı her yere açılan üniversitelerdeki gibi seviye yerlerde sürünüyor. Aynı şey TRT’de yaşandı. Bulunan ve imtihanla alınan kabiliyetleri yetiştirecek ortam sağlanamadı. Eskinin az ve öz sanatkâr yetiştirme usulü kalite için gerekliydi, kayboldu. Bu çokluğu eğitemezdik, eğitemedik. Pıtırak gibi biten konservatuarlardan, piyasadan böyle korolar ve sazlar-sesler çıktı.
Daha fenasını söyleyeyim: TRT’ye veya devlet korolarına giren yüksek kabiliyetler, memur zihniyetiyle ve başka psikolojik baskılarla köreltildi. Bu haliyle TRT radyoları okul olmamak bir yana seviyeyi aşağı çeker konumdadır. Kültür Bakanlığı ile aynıdır. Dolayısıyle, yol bu yol değildir. Sanatlarımıza sahip çıkmanın başka yollarını aramak mecburiyetindeyiz. TRT ve Kültür Bakanlığı’nın uygulamalarını ıslah etmeyi düşünmek, bize de koro ve okul açın enflasyonuna set çekmek, sıkı bir disiplin getirmek bir yol olabilir. Başka türlü destekler de düşünülebilir. Dışarda iyi bir ekip kurarak akademik müzik yapanlara ciddi yardımlar yapılabilir. Belli bir seviyenin üstündekileri seçecek bir uzman heyetin namusu bu işleri halleder. Bu suretle yüksek seviyede birkaç topluluk çıkarmak yolumuzu açar.
TRT Televizyonu da bu açılardan bakılarak anlaşılmalıdır. Geçmişi iyi anlamakla işe başlanabilir. Yayın tekeli artık TRT’de değildir. Yeni dünyada bu büyüklüğe gerek de yoktur. O halde daha küçülmüş ama iyi seçilmiş görev alanlarıyla hizmet verecek bir devlet kuruluşuna ihtiyacımız var.
TRT küçülmeliydi
Başka ülkeleri saymadan Türkiye’ye geleceğim. Bizde, yayın tekeli 40 yıl önceye kadar devlettedir. Özel girişime açılma Batı’ya göre biraz geçtir. Devletin yayın işlerinden tamamen çekilmesi ve düzenleyici rol oynamaya devam etmesi konuşulmuştur. Askıda kalmış bir tartışmadır. Daha çok, TRT’nin küçülmesi gerektiği sonucuna varan konuşmalardır. TRT içinde biz de bunları çok tartıştık. Küçülmenin gerekliliği benim gibi düşünenler için açıktır. Mesela, rolleri çok iyi belirlenmiş iki üç kanallı bir TRT’yi ideal görmek mümkündür. Başlı başına geniş bir konudur. Olan başka bir şeydir. O yanlışı da iyi anlamak lazımdır.
Biz küçülmeyi konuşurken yeni yönetim geldi. İş tersine döndü. Kısadan söyleyeyim: İbrahim Şahin genel müdür olunca, küçülmeyi küçüklük zannettiler ve büyüklük hastalığına TRT’de de mağlup olduk. TRT, on bir – kendisine göre ondört olacaktı- televizyon kanalına kadar çıktı. Yayın hizmetleri ve kadro aynıyken, doğru dürüst bir içerik planlaması yapılmadan, programlar hazırlanmadan ve ekipler kurulmadan kanal sayısı artırıldı. Yeni bir yemek hazırlamak değil de pişmiş aşa su katarak ayrı bir tabakta servis etmek gibi bir şeydi. Yayıncılığın kıvamı, manası değişti. Yayınlar sulandı, gevşedi, iş ciddiyeti tamamen kayboldu. Bununla da yetinilmedi: İç yapımlar azaldıkça azaldı. Bir ara Denetleme Kurulu’ndaki arkadaşlarla hesap yapıyorduk. 2006 itibariyle bile denetime gelen programların onda sekizi dış yapımdı. Çoğu da kötüydü. İkili röportajlara kadar dışarıya verildiği görülüyordu. Bu işler için kurdurulan şirketler, yakınlar veya hangi usulde seçildiği az çok bilinen firmalar ölçüsüzce kayırıldı.
Sonra üç özel kanun çıkarılarak yetişmiş personel kurum dışına itildi. Güya büyürken, işten anlayan binlerce kişi emekli edildi, başka kurumlara gönderildi. Böyle de bir yıkım yaşandı. Yetişmiş insan gücü ite kaka dışarıya atıldı. İşin tuhafı bu yıkımı doğru dürüst duyan, bilen olmadı. Büyüklük propagandasının bombardımanı altında kof övgüye öz kurban edildi.
TRT sağlam bir okul muydu… emin değilim. Ama şu kesindir: Okul sayılan TRT’de hocalık edecek kişi ve yayınlar kalmadı. Gelenek tuzla buz edildi. İşin garibi, gidenlerin yerine daha fazla sayıda adam dolduruldu. Sıkı durun: Bu gelenlerin ancak pek azı yayına dâhil oldu. Okul denilen TRT’de adam yetişemez oldu. Eskilerle teması yasaklanan bu çocuklar işi öğrenecek ustalardan mahrum kaldılar; bu anlattığım ortamda öğrenememekte de mazurdular.
İçerde-dışarda çokluk
İçerden birkaç konu üzerinden durumu verdim. Bir de dışa dönük tarafımız vardı. TRT’nin Dış temsilcilikleri açılmıştı. Yedi ülkede temsilcilik veya büromuzla hizmet veriyorduk. Çok düşünüldüğü halde az temsilcilik açılmasının sebepleri vardı. Bu sebepler ortadan kalkmadan bürolar açılmaya başlandı. Diplomatik bakış terkedildi. Devlet ciddiyetiyle titizlenme kayboldu. İki ülkede temsilcilik ettiğim için daha yakından bildiğim bir konudur. Buralara tayin şartları değiştirildi. Temsilcilerin on yıl yayında çalışma şartı iki yıla indirildi, sonra yayında çalışma şartı da kaldırıldı. Aslında bozulmayı anlamak için bu kadarı da yeter de bozgunculuğun hızı kesilmedi. Gerekli gereksiz yerlere temsilcilikler açıldı. Söylediğim değişmelerden sonra birilerine imkân açılmaktan öte bir faydası olmadığını anlamışsınızdır. Yani, bu temsilcilik ve bürolar, “olmasaydı iyiydi” denecek merkezler haline geldi. Zarar verdi. İçerdeki zarara benzemez zararlardır. Anlatsam şaşarsınız, çok çok utandık.
Buradan yine işlev ve ihtiyaç konusuna döneceğim: TRT gibi bir yayın kuruluşunun gerekliliği açıktır ama böyle ve bunlar gibi yapılacaksa düşünmek lazımdır. Yapılanların ekserîsi yanlıştır. Dün şikâyet ettiğimiz şeyler birkaç kalemdi, şimdi yapıyı bütünüyle tartışır hale geldik. Bir kurum nasıl kötü kullanılır, örneklerini veriyoruz. Bunu göreceğiz. Türk devleti kendine faydası zararından kat kat fazla bir yapıyı taşıyamaz. Düzeltmek lazımdır. İşi bilenler elinde işlerin pekâlâ tersine çevrilebileceğini unutmamak lazımdır.
Yapılamayanlar
TRT’nin en kuvvetli olduğu alanlar oluşmuştu. Habercilikte ve programcılıkta dünya ölçülerinde iş yapılması gözetilirdi. Haberde iyiydik. Belgeselciliğimiz gelişmişti. Bu iki alanda en iyiler arasına girdiğimiz örnekler vardı. Programcılığın her türünde belli bir seviyeye ulaşılmıştı. TRT olmasaydı, bu seviyeden mahrum olacaktık, doğru. Yalnız, imkânları en iyi şekilde kullanmadığımızı da biliyorum. İnsan kalitemizi tam geliştiremedik. İş ahlâkını tam yerleştiremedik. Kuruluş yıllarındaki yayın heyecanı tavsadı. Çalışma şevki, eser verme ve güzel iş çıkarma gayretini teşvik eden ortam çeşitli sebeplerle kayboldu. Bu dediklerim biz çalışırken olan şeylerdi.
15 yılda da iyice tüy dikildi. İskelet ayaktadır. Ruh kaybolmuştur. Neyi koysan ekran dolar diyen iş bilmezlik revaçtadır. Bugün, malzeme sıkıntısı yok denecek kolaycılığa ve gevşekliğe gelinmiştir. Artık tek ölçü budur. Yeni teknolojilerin cep telefonuna kadar ulaştırdığı bir teknik kaliteye ulaşıldığı devirdeyiz. Sosyal medya, türlü yayın alanları açıyor. İstediğiniz şekilde kendi yayınınızı oluşturabileceğiniz sayısız mecra var. Bu şartlarda televizyonlar ve televizyonculuk, radyoculuk, gazetecilik başka donanımlar istiyor. Mesela, herkesin yapabildiği şeyleri özel bir seviyeye taşıyanlar öne çıkacak. Yayın kurum ve kuruluşlarında bunları görerek kafa yoran ve çözümler getirenlere ihtiyaç var. Dünya böyle bir dünyadır.
Yapılacaklar
TRT’nin olmasaydı olmazdı diyeceğimiz devirleri geçti. Her zaman yanlışlar ve eksikler olur. Yeter ki işi düşünün, bir türlü yol bulunur. Kabiliyet ve imkânlarınız ölçüsünde bir yola girersiniz. “Elde ne var? Neye ihtiyacım var ve neye gücüm yeter?” diye bakarsınız. Zor süreçlerdir. Kolay cevaplanacak sorular değildir. Onlara girmeden mevcut duruma göre sonuca bakalım.
Şimdi TRT2’de yapılmaya çalışıldığı gibi tematik yayını güçlendirmek doğrudur ve büyük imkândır. 20 yıl öncenin TRT2’si pek çok bakımdan daha iyi bir kültür kanalıydı. Bugünkü haliyle konu çeşitliliği avantajı var. İyi planlanmış bir yayın gibi görünmese de parçalar halinde iyi programlar görülüyor. İşte TRT’nin alanı budur. Çünkü, kültüre para yatıracak özel televizyon kurulması bizde zordur. Dünyada en pahalı iş kültür ve sanattır. Bizde fikrin, yaratıcılığın değeri yoktur demeyeyim de bilinmez. Kültürün para etmediği yerde böyle bir yayına kimse girmek istemez. Devlet girecektir, girmiştir ve “dostlar alışverişte görsün” kabilinden görünse de bir imkândır. Bilenler, anlayanlar bu durumu kalıcı hale getirebilir ve benimsenmesini sağlayabilirler. Büyük hizmettir.
Belgesel de TRT’nin güçlü tarafıdır demiştim. Öyle bir kanal da var. Yanlış kurulduğunu ilk anda söyledik, dinletemedik. Şimdi de bir bütünlük gösteren yayın anlayışı yok. Kalite de TRT’nin eskiden dünya ile aşağı yukarı eşitlendiği durumda ve dünyanın ulaştığı yeni seviyede değil. Bu iki konuda TRT olmazsa bu işler olmazdı, yine olmaz. Buna müziği, iç ve dış haberciliği ve sporu da katarak yol yürümek doğrudur.
Türkçe her alanda baraj olmalıdır. Kötü Türkçe’de TRT’nin başı çeker hale gelmesi vahamet ötesidir. Türkçesi olmayanın bir şeyi olmaz ki yayını olsun. “TRT’nin en büyük derdi Türkçesizliktir.” dersem şaşmayınız. Türkçe’yi doğru dürüst telaffuz edebilen üç spikeri kalmayan TRT bozguncudur. Son yıllarda, Spor kanalında sesini kapatmadan seyrettiğim bir müsabaka hatırlamıyorum. Bu kaçıncı ihbarımdır, bilmiyorum. Evet suç duyurusunda bulunur gibi ihbar ediyorum. En âcil derdimiz budur.
Türkçe’yi araya aldığıma bakmayınız, ilk ve son konuşulacak dert odur. Türkçesiz TRT, hiçbir önceliğini tayin edemez. İnsan kalitesi dilden doğar. Ölçü de oradan doğacaktır. Söyleyeceğim son husus da hiç şüpheniz olmasın ki doğrudan doğruya dille şekillenen ölçülü şahsiyet ve ülke menfaatini gözetmeyle ilgilidir. TRT’nin dışa açılan kanallarını, temsilciliklerini devletin koyacağı hedeflere göre, sağlıklı bir şekilde götürebilmesi özel yetişmiş insanlar eliyle olacaktır. Kayırılan çocuklar devrini bitirme mecburiyeti açıktır. Bununla beraber düşünülecek değerler de açıktır: Çünkü yayın, âlet yenileme ve teknik işi değildir. İnsan işidir, her şeyden önce insan yetiştireceksiniz. “Âlet işler, el övünür” sözümüz çok doğrudur. Ama o âletin düşeceği kaliteli eli bulacaksınız. Mesele insan yetiştirmedir.
Görüyorsunuz, nereden bakarsanız bakın, iş gelip yine ehliyet ve liyakate dayanıyor.
Yorum bulunmamaktadır.