Dönem her gün kavga gürültünün, karakolun, cezaevinin eksik olmadığı, mahallelerin, üniversitelerin, fakülte katlarının kurtarılmış bölge ilan edildiği bir dönemdi. DTCF’de de aynı sıkıntılar fazlasıyla vardı. Her gün kantinde, katlarda, sınıflarda hâkimiyet kurup bizi okuldan atmak isteyenlerle mücadele ediyorduk. Okumak ve milletine hizmet etmek isteyen çocuklardık. Bir yandan derslere girmeye, okulda tutunmaya çalışıyor, öte yandan kendimizi yetiştirmeye, bulabildiğimiz milli meselelerle ilgili eserleri okumaya çalışıyorduk. Ama nerede; gündüz kavga gürültü, gece yurtlara silahlı saldırılar, nöbetler vesaire bizi kendimizi istediğimiz gibi yetiştirmeye bırakmıyordu. Gençtik. Parasızdık. Âşıktık. Geleceğimizi karanlık görüyor, bunun için de gece sabahlara kadar vatan kurtarıyor, kafa patlatıyorduk.
Böyle bir dönemde 12 Eylül darbesi oldu. Yıllardır ‘Bu darbe sola karşı yapıldı.’ diyenler yalan söylüyor; 12 Eylül, ülkücüleri silindir gibi ezip geçmiştir. O kadar ki ülkücüler bir daha bellerini doğrultamamıştır. Aranan, kaçak olanlar eğer yakalanmamışsa çok ciddi mahrumiyetler yaşadı. Yakalananlar tarihte pek az yaşanan işkencelere uğradılar. C 5 denilen yerde çarmıhlara gerilenler en ağır imtihanları verdiler. Eşleriyle, ana babalarıyla tehdit edilerek isnat edilen suçları kabule zorlandılar. C 5’ten kurtulanlar koğuşlarda psikolojik işkence yaşamaya devam ettiler. Kurtulamayanlar, işkence sırasında ölenler oldu. Dışarıda aileler perişandı. Bu acıları yalnız başlarına yaşamak zorunda kaldı ülkücüler. Sahipsizdiler. Neyse ki bir avuç fedakâr insan vardı.
Bu hengâmede okulu zar zor bitirmiş olanlar, okuldan çeşitli sebeplerle ayrılıp daha sonra bitirenler vardı. Bazıları uyanıklık edip askerliğini bu dönemde yaparak paçayı kurtardı. Ben bu dönemde hem kaçaklıkla boğuşmak, hem cezaevinde yatmak, hem çıktığımda içerde ve dışardakilerin hukuki meseleleriyle ilgilenmek, hem de yüksek lisans yapmak ile meşguldüm. Maişet temini için memuriyete girişim ve mesleğimde tutunmaya çalışmam da o yıllarda oldu. 1990’lı yıllara böyle geldim. Birçok ülkücü de benzer süreçler yaşadı. Lafı çok uzattım ama söylemek istediğim şu: Biz DTCF mezunu ülkücüler olarak çil yavrusu gibi dağılmıştık. Pek azıyla haberleşebiliyorduk. Bazı arkadaşlarımız vefat etmişti. Ülkücülerin üzerine ölü toprağı serpiliyordu sanki. Yeniden doğmak lazımdı.
1993 yılı olsa gerek. DTCF’li arkadaşlardan güzel haberler almaya başladım. Küçük bir hanımlar grubu sık sık bir araya geliyormuş. Bu samimi küçük ekibi geliştirme amacıyla Nur Özbay’ın ev sahipliğinde toplanıp kararlar aldık. Her yıl Ankara’da Ramazan ayında iftarda ve sonraki yıllarda da 3 Mayıs’ta DTCF’li ülkücüler olarak toplanmaya başladık. Tatilde Erdemli’de buluştuk. Ankara dışındaki ilk resmi toplantımız güzel insan Şerif Kutludağ’ın gayretleriyle 2010 yılında Denizli’de yapıldı. Bu tip toplantılarda iki tür katılımcı bulunur; daha önce katılmış olanlar ki bunlar geçen zamanı telafi etmiş, kaynaşmışlardır ve ilk defa katılıp biraz yabancılık çekenler. Her yeni toplantımızda ilk defa toplantılara katılan arkadaşlarımızı daha yakından tanımaya çalışırdım. Geçen bunca yıldan sonra Gültekin Öztürk’ü ilk defa işte bu toplantıda tanıdım. Tanıdığı tanımadığı her arkadaşımızla en küçük bir yabancılık çekmeden kaynaşması dikkatimi çekmişti.
Yeni ameliyat olmuş, hastalığına rağmen ülkücülerin toplandığını duyunca koşup gelmiş. Denizli Öğretmenevi’nin bahçesinde onun okul kantinindeki arkadaşlarını seyredercesine bizi sevgiyle kucaklayan bakışlarını hatırlıyorum. Daha ilk görüşte Gültekin Abi insanda farklı bir etki uyandırıyordu. “Komando” denilen kişilerin çoğu hem fizik, hem de beyin olarak güçlü olduklarını bilir, duyardım. O gün Komando Gültekin adını, duruşuyla, konuşmasıyla, hadiselere bakışındaki samimiyetiyle hak ettiğini düşünmüştüm. Sadece vurma kırmayla ilgili olmadığı, derin bir birikime, müthiş bir tarih şuuruna sahip olduğu görülüyordu. Üstelik çok nazik bir insandı. Arkadaşlarına o kadar sıcak ve hassasiyetle yaklaşıyordu ki sanki avucundaki kelebeği incitmemeye çalışıyor, derdiniz. Konuşurken isimlere “Can” hitabını da ekliyordu; “Şerif Can, Erdal Can…” Ülkücülük onun canı, DTCF Ülkücüleri de canının bir parçasıydı. Anladığım kadarıyla arkadaşlarıyla çok çeşitli sebeplerle uzun yıllar görüşememiş olmanın acısını çıkartıyor, kavuşmanın hazzını DTCF BİRLİK mensupları ile birlikte doyasıya yaşıyordu. İlk tanışmamda sanki onun yeniden doğuşuna şahitlik ediyordum.
Aynı gün akşam yapılan toplantıda sırayla herkese söz veriliyordu. Arkadaşlarımız sırayla ya okul, kantin hatıralarını yahut DTCF BİRLİK ile ilgili duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Sıra bana gelince, -belki de Gültekin Abi’de gördüğüm halin bana verdiği ilhamla- artık yaşını başını almış insanlar olarak yeniden doğabileceğimizi, güzel şeyler yapabileceğimizi anlatmak amacıyla bir şeyler söyledim. Bu arada kırk yaşına gelen, yaşlanıp yiyecek yakalamakta zorlanan kartalın bir yüksek kayalığa çekilip gagasını kırması ve yeni çıkan gagasıyla yaşlı pençelerini söküp yeniden kırk yıl daha yaşamasıyla ilgili hikâyeyi anlattım. Gültekin Abi’nin bu konuşma sonrasındaki ifadelerinden duygularına tercüman olduğumu gördüm. Bu toplantıdan sonra biz Gültekin Abi ile çok güzel bir dostluk yaşadık. Telefonla, yazışmalarla birbirimizden haber alıyorduk. Toplantılarımızda karşılaşıyorduk. Tabii ki dostluğumuzun temeli ülkücülüğümüz idi.
Gültekin Öztürk Abi bütün birikimini, samimiyetini yazdığı yazılara dökmeye başladı. Aydın’da bir mahalli gazetede yazarken, Haberiniz.com sitesinde de yazmaya başladı. Meselelere derin ve samimi bakışı, sağlam mantığı onu yazıları aranılan ve takip edilen bir yazar yapmıştı. Şahsen onun duruşundan çok ders aldığımı ifade etmek isterim. Gültekin Öztürk yeniden doğmuştu. Ülkücüler biraraya geldikçe, birleştikçe o yeniden doğuyordu. DTCF BİRLİK’in Kuşadası’ndaki ve Konya’daki toplantılarında buna şahit olanlardanım.
Ne yazık ki yazılarıyla, fikirleriyle her Can’ına güç, kuvvet vermeye, heyecan aşılamaya çalışırken bir yandan da ağır hastalığıyla boğuşuyordu. Konya buluşmamızda aynı otel odasını paylaşmıştık; hasta idi. Acımasız hastalığı onu gün geçtikçe nefessiz bırakıyordu. Bu süreçte ölümle boğuştuğunu, birkaç defa yoğun bakıma girip çıktığını duyuyor, dua ediyorduk. Telefonla ulaşabildiğimde moral vermeye çalışıyordum. Kendisini hastalığı boyunca bir an bile yalnız bırakmayan eşi ve kızının bütün çabalarına rağmen son yoğun bakım süreci çok uzun sürdü. Nakil için atılan adımlar sonuçsuz kaldı. Ve kaçınılmaz son; yeniden doğuş.
28 Temmuz Cuma sabahı kızı Ayça üzücü haberi ağlayarak verdi. Gültekin Öztürk Ağabey, “Komando Gültekin” ebedi aleme göç etmiş, Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Mevla’m dünyada çektiği hastalıkların, acıların ve ülkücülüğü yüzünden yaşadığı sıkıntıların yüzü suyu hürmetine taksiratını bağışlasın. Musalla taşında yanına vardığımda aklıma Atsız için söylenen “Bu taş böyle yiğit az görmüştür.” sözleri düştü. 28 Temmuz günü cenazesine katılan yüzlerce insan ona olan haklarını yürekten helal ettiler, ettik. Siz de ediniz. Üzerimizdeki haklanını ise nasıl öderiz bilmiyorum. Kabrine arkadaşlarının okuduğu iki hatimle indirilmesi ne kadar sevildiğinin bir göstergesidir, diye düşünüyorum. Elimde hâlå kalbinin sıcaklığı var.
Bana göre Gültekin Abi yeniden doğmuş, gittiği yerde sevdikleriyle doyasıya sohbetlere dalmıştır. Söz verdiği gibi ara sıra facebooktaki “Gültekin Öztürk Dostları” topluluğuna göz atıyordur.
Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası:
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi
Her dem yeni dirlikte sizden kim usanası
Ol bakışı biz baktık yermedik am-u hası
Her taş altında gizli bin imran oğlu musi (Yunus Emre)
Yorum bulunmamaktadır.