14 Haziran 2020

Fakültenin kuruluş yasası, TBMM’de 14 Haziran 1935’te kabul edildi. Fakülte 1935 yılı sonlarına doğru ilk öğrencilerini aldı. Henüz Ankara Üniversitesi diye bir kuruluş yoktu. Başlangıçta çoğunluğu öğretmen okullarında veya burslu, yatılı liselerde yetişen gençler DTCF’ye yöneltilmişlerdi. Bunların içinde seçkin, zeki öğrencilerin mühendislik veya doğa bilimlerine yönelenlerinden de ikna ile alınanlar oldu. Halil İnalcık Hoca böyleydi.

O zamanın Ankara’sında yeni teşkil edilen bu fakültede sadece Türk edebiyatı ve tarihi değil Türk tarihinin dünyadaki yerini belirlemeye yardım edecek, Assiroloji, Sümeroloji, Hititoloji hatta Çin (Sinoloji) ve Hindoloji gibi dallar da yer alıyordu. 1933’teki Hitler Almanyası’nın Yahudi ve solcu bilginleri kapının önüne koymasıyla Türkiye birçok Avrupa ülkesinin aksine kapılarını bu mültecilere açtı. Hukukçular, hekimler, ziraatçıların dışında Yunanca ve Latince için profesör Georg Rohde, Arapça ve Farsça için Hellmut Ritter (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi), Karl Süssheim (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) gibiler de Türk üniversitesine girdiler.

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin 85’inci yıldönümü

Birinci safha İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ydi. Ancak Cumhurbaşkanımızın ısrarıyla böyle bir akademinin adının Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi olarak düzenlendiğini görüyoruz. Tarih için filoloji ve coğrafya çok önemliydi. Arkeoloji ve prehistorya gibi dallar da eğitimin içinde kurumsallaştı. Avrupa’nın aydınlık değerlerini ideolojik baskılar dolayısıyla bir yana attığı dönemde Türk üniversitesi bundan istifade etti.

ÜNİVERSİTE HENÜZ KURULMAMIŞTI

Ankara Üniversitesi henüz kurulmamıştı. Başarılı bir Ziraat Enstitüsü vardı. Bunun ileride Ziraat Fakültesi ve Veteriner Fakültesi’ne dönüştüğünü göreceğiz. Tıp fakültesi henüz yoktu, doktor Eckstein gibi ünlü hekimler Numune Hastanesi’nde klinik başkanı oluyor ve ihtisas yaptırıyorlardı. Hukuk mektebi 1925’ten beri vardı. Dolayısıyla oraya da bazı hukuk bilginleri celbedildi ve eğitimin düzeyi çok çıktı.

Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu özgün bir olaydı. Arkeoloji ve filoloji dalında birçok yetenekli gence burs verilmiş ve yollanmışlardı. Bunlardan Ekrem Akurgal ve Sedat Alp geleceğin ünlü arkeoloğu ve Türk Hititolojisinin öncüsü olarak Ankara’ya geldiler. Gelen ecnebi bilginlerin ilk anda Türk meslektaşlarıyla hepsinin iyi geçindiğini söylemek mümkün değil ama Dil Tarih’te bir denge kurulmuştu.

BRUNO TAUT’UN ESERİ

1935 yılında ders başlıyordu ve açılışın yapılacağı bir bina sadece Ankara’daki Türk Ocağı’ydı (Halk Evi’ydi) burası bugün III. Tiyatro ve Resim Heykel Müzesi olmuştur. Fakültenin çalışma alanı olarak bugün Küçük Tiyatro’nun ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün bulunduğu bir Macar ustanın yapısı olan Evkaf Apartmanı seçildi. İki yüze yakın öğrenci eğitime başlamıştı. İçlerinde Türkiye’de Sümeroloji, Assiroloji, tarih ve dil tetkiklerinin öncüsü olacak bilgin ve uzmanların yer aldığını görüyoruz. Halil (İnalcık) Hoca, Muazzez İlmiye (Çığ), Muzaffer Şenyürek, Sümerolog Emin Bilgiç gibi… İlk anda fakülteye milletvekili olan Fuad Köprülü Hoca, Arapça bölümüne Naim Hazım gibi milletvekilleri de tayin edildi. Binanın inşası için Bruno Taut seçildi. Bu güzel bir başlangıçtı. Ünlü mimarın yaptığı eser şehrin imar planını hazırlayan ve her daim isabetli görüşleri olmayan Hermann Jansen tarafından tenkit edilmişse de belediye başkanı ve vali Nevzat Tandoğan ile İsmet Paşa bu tenkitlere itibar etmediler. Türkiye Bruno Taut elinden güzel bir akademik eser kazandı.

MİMAR SİNAN HAYRANIYDI

Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi bulvarın kenarında Mimar Sinan’a bayılan büyük mimar Bruno Taut’un ondan edindiği esinlerle hem mütevazı hem ağırbaşlı hem de muhteşem görünüşüyle Türk üniversitesini temsil eden bir eserdir. Bugün bile o kadar hoyratlığa ve çevre bozukluklarına rağmen bu haliyle devam ediyor.

Ömrümün önemli bir kısmını burada geçirmek şansına eriştim. Diğer Bruno Taut binası okuduğum Atatürk Lisesi’dir. Eğitim fevkalade yüksek düzeyde cereyan ediyordu. Ferit Kam gibi hocalar ve Saadet ve Tahir Çağatay gibi genç asistanlar doğrusu Türkoloji ve yakın Hungaroloji dalında iyi bir başlangıç yapmışlarıdır. Mezopotamya tarihi ve Anadolu arkeolojisi üzerinde ise Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öncüler arasında yer aldı.

ISLAHATLAR YAPILMALI

Ne yazık ki Walter Ruben ve Wolfram Eberhard gibi seçkin bilginlerin 1947 olaylarında fakülte ve Türkiye’yi terk etmesiyle Sinoloji ve Hindolojide hâlâ ağırlığı hissedilen bir gedik açılmış oldu. Kütüphanesi müthiş zengindi. Her enstitünün kendi günlük kullanımı için ihtisas kitaplığı bölümün içindeydi. 1947’deki sarsıntıya rağmen 1950’lerde dahi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi dünyada bilinen, ismi geçen bir kurumdur. Şunu açık söylemeli: 1947’deki siyasal bağnazlıktan çok 1961’de “Ne olursa olsun her çocuğu üniversiteye alalım” zihniyetiyle fakültenin önce öğrenci sayısı çok arttı, ardından lüzumsuz ilavelerle mimari dengesi bozuldu ve bugün sayısı binleri bulan talebelerle Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi hâlâ var olmaya çalışıyor. Bazı öğretim üyeleri kadar öğrenciler de pekâlâ bir şeyler öğrenip yetişmeye gayret ediyorlar. Bu kurumun yaşaması ve acilen öğretim kadrolarının ileri sürdükleri ıslahatın YÖK’e rağmen yapılması gerekiyor.

Kaynak: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/dil-ve-tarih-cografya-fakultesinin-85inci-yildonumu-41541209

http://arslanevi.blogspot.com/
Contributor
Do you like Arslan KÜÇÜKYILDIZ's articles? Follow on social!
Yorum bulunmamaktadır.
Konu: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin 85’inci yıldönümü

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.