OĞUZ ATA ARMAĞANI TOPAK EVİMİZ

Konar-göçer Bekdik Türkmenleri yüzlerce yıl, bu topak evlerde yaşadılar. Türkler, göçebe değillerdir; “göçerevli”dirler. Kışın kışlaklarda, yazın yayla/k/larda yaşarlar. Vatansız değillerdir; geldikleri yer belli, gidecekleri yer bellidir. Bekdik Türkmenleri; yirmi dört Oğuz boyundan Avşarlar’ın bir koludur. Bekdik kelimesinin menşei tam olarak bilinmiyor. Bazı târihî kaynaklar, Avşarlar’ın “Beğdili” (بگدلی) boyundan olduğunu yazıyor. Bazı kaynaklarsa “Beğdiki” (بگدگی) boyundan olduğunu yazıyor. Konumuz boy araştırmak olmadığı için şunu söylemekle yetiniyoruz: Bekdik Türkmenleri; Orta Asya’dan bilinen sebeplerle ayrılmışlar, uzun zaman Maraş’ta iskân edilmişler; Maraş’ta Süli Beğ ve Bayezıd Beğ kardeşlerin taht kavgaları için, Maraş’ta “Kanlı Dere”de aylarca vuruşmuşlar, sonunda Süli Beğ, taraftarları Maraş’tan ayrılmışlardır. Süli Beğ taraftarları üç kola ayrılmışlar; bir kol Azerbaycan’a, bir kol Suriye’de Mezar-ı Türk (Caber Kalesi) çevresine yerleşmişlerdir. En güçlü kol, Kayseri üzerinden Konya ovasına dağılmışlardır: Kayseri, Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Konya, Kütahya ve Afyon illerinde, tahminen dört yüz-dört yüzelli kadar Bekdik köyü vardır. Ben Niğde-Bor-Kızılca köyü “Bekdikler”indenim. Çocukluğumda köylümüz; Kızıl Kuyu, Tek Töme, Kanlı Kuyu, Kaynar Kuyu, Cöbül, Taş Töme, Badak, Çöl Yurdu vb. adlarla anılan yurtlarda “oba” olurlar ve göçerevlerini kurarlardı. Bu obalar, “oba beyi”nin adıyla anılırlardı: İzzet Ağanın Obası, Seyit Ağanın Obası, Mehmet Çavuş’un Obası veya; İzzetli, Seyitli, Mehmet Çavuşlu obası gibi…

Kıştan bir “yurt” yeri belirlenir; çoban tutulur, kuyu, ağıl, demek (kuzu barınağı), çoban için alaçık hazırlanır, Mart ayından başlayarak oba halkı,  bir ay içinde yurda göçerlerdi. Yurtta topak evler ve alaçıklar kurulurdu. Topak evler yaylaların süsüydü.

Bizim köyün çocukları topak evlerde doğdular, doğduk, doğdum.Topak evin, bizdeki adı “DERİM”dir. Bu kelime evin bütününü anlatır. Bu evler “Oğuz Kağan” armağanıdır. Babama göre “Nuh Peygamber ilk kullanandır.” Oğuz Ata, tekerleklisini yaptırmış, her gittiği yere götürürmüş. Tekerlekli olanları ben de gördüm. Bizim topak evlerimiz;ÇEVLİK (derimin en üstündeki hafif kubbemsi yuvarlak kısım),SUSMA (uçların üstüne serilen keçeleri tutan ve uğları sıkıca tutan 7-8 cm enindeki el dokumaları ki üç tarafları örülürdü), KARÇIN (topak evin gövdesini çepeçevre saran 18-22+cm enindeki el dokumaları, UĞ (derim ile çevliki birbirine bağlayan yarı eğri çubuklar) gibi müştemilatı mükemmeldi. Bu evi kurmak (derim; kurulur, çatılmaz) zor, yıkmak kolaydı. Bizim evlerin Batı yönünde “sütlük” denen örülmüş kamışlardan yapılmış, bir çevirme vardı. Sütlük, “kom” denilen 1.30/1.50 boyundaki çalı kazıklara bağlanan, yuvarlak çevirmelerdi. Buraya süt ve türevleri yanında başka eşya/aletler de konulurdu. Gerektiğinde yatak da serilirdi. Yazın çok defa, evin dışında, yıldızlar seyredilerek  yatılırdı zaten. Çevlik denilen üstteki yuvarlak kısım, bir direk üzerinde durur, “uğ”larla desteklenir ve ortasından geçirilen bir uzun “örme” ile, çevliği tutan direk ve yerdeki bir kazığa bağlanırdı. Çevliki tutan uğlar, el dokuması, süslü “susma”larla birbirine bağlanırdı. Çevlik ve üstü, topak evin tamamı veya yarı beline kadar, döğme keçe ile kapatılırdı. Saf yünden yapılan bu “keçe”ler, günlerce, insan gücüyle döğülerek “ pişirilir”, nerdeyse bir metre kalınlığındaki koyun yünü, bir santimetre olacak kadar sıkıştırılırdı. Derimi kaplayan döğme keçe, dıştan, el dokuması, süslü “karçın”larla bağlanırdı. Bu döğme keçeye yağmur, kar işlemez, bıçak kesmezdi. Yazın sıcak günlerinde, keçenin alt tarafı yukarıya doğru kıvrılarak toplanır ve evin serinlemesi sağlanırdı. Çevlik; yay biçiminde, iç içe geçmiş ahşap çubukların birleşimiyle yapılmış yuvarlak ve hafif kubbemsi çatılardı. Çevlik örtüsünün en üstünde, en tepede “tepelik” bulunurdu. Sonradan öğrendiklerimize göre tepelik, bağlı olan “boy”un ongunu/sembolü imiş ancak, bizim gördüğümüz tepelikler, bir “tuğ” özelliği taşır gibi, bir tutam at kuyruğu biçimindeydi.Bu tepeliklerin, baharın gök gürültülü zamanlarında “yıldırımsavar” olduğu da anlatılır. 

Alaçıklar daha basit yapılırdı. Karşılıklı açılan deliklere, önceden hazırlanan 5-6 metre uzunluğundaki çubuklar, uçlarından birbirine bağlanır, üzeri keçe veya çadır bezi ile kapatılırdı. Daha çok, çobanların ve genç evlilerin barınağıydı.

Topak evin ve alaçıkların  içinin en önemli müştemilatı “bastırık” ve “yüklük”tü. Bastırıkta; peynir tulumları, yağ ve yoğurt kovaları, günlük yemekler bulunurdu. Bugünkü “buzdolabı” görevindeydi bastırık. İlk akşamdan üzerindeki örtüler kaldırılır,  gece boyunca soğutulur; şafakta, bozulma ihtimâli olan yağ, peynir, yoğurt, yemek vb.  sıkıca örtülerek “bastırılır”dı. Yüklükte ise,yatak, yorgan, kışlakta bırakılamayan kıymetli halı ve kilimler bulunurdu. Topak evlerin ve alaçıkların önünde ocak ve tandır bulunur ve etrafı, kangal çubukları veya tezekle çevrilirdi, esintiden korumak için. Ayrıca her evin önünde yapma (ıslak dışkı, tepelenerek yoğrulur, elle şekil verilir, kurutulur ve kışın ocak/sobada yakılırdı) ve tezek yığınları olurdu. 

Ev kurulur kurulmaz ilk iş “Ocak çatmak”tı. Hazır yemek yoksa; pilav pişirilir, yuğka ekmek üzerine dökülür, kenardan koparılan yuğka parçaları ve bol ayran eşliğinde karınlar doyurulurdu. Akşama yakın “sağım”a gelen sürü sağıldıktan sonra, “demek”ler açılır, ortalığı koyun ve kuzu sesleri doldururdu. Koyun sürüleri mevsime göre; Kızılkuyu, Kanlıgöl, Çöbül, Emen ovası, Dikili, Depremez, Kıvrım Ark, Yeni Bent, Yandak, Soğla, Taş Töme, Tek Töme -buralar aynı zamanda yurt yerleriydi- gibi alanlarda otlatılırdı. Bazan çobanlar uyur – bunun kasten yapıldığı da olur- sürü “acı”ya dalardı. Acı halk arasında “deli yonca” da denilen yabani yoncadır -ki “öz” denilen eski dere yataklarında yetişir- koyunun karnı aşırı şişer ve nefes alamaz duruma gelirdi. Çoban da “mundar (murdar) olmasın” diye “çeleren” koyunları keserdi. Bazan yirmi, otuz veya daha çok koyun böylece “çelermek”ten ölürdü.

Ben anamın “son kesti”siydim; sekizi yaşamış on dört çocuğun sonuncusu… Beni kimselere bırakmazdı:  “emlik kuzusu” (geç zamanda doğan kuzu) olduğum için kıyamazdı. Tek Töme’den Yeni Bent’teki ağalarıma “azık” götürmek için ata biner (atımız çoktu), kucağına beni alır, omzuna mavzer asar, yola çıkardı. Köyümüzün ileri gelenleri büyük saygı duyarlar ve mutlaka anam da  onlara selâm verir, şakalaşırdı. “Azap” derlerdi bu heybetli kadına… Son  yıllarında ünvanı “köşe taşı” olmuştu. Belki bir gün…

Göçümüz de bir başka heyecan… Onu da anlatırım ileride…

pak ev büyük atamız Oğuz Kağan armağanıdır. Topak eve “Derim” de denir ki “dermek”ten gelir; bu ev derilir ve çatılır. Bu kelime evin bütününü anlatır. Babama göre “Nuh Peygamber ilk kullanandır.” Oğuz Ata, tekerleklisini yaptırmış, her gittiği yere götürürmüş. Tekerlekli olanları ben de gördüm. 

Topak evin, bizdeki adı “DERİM”dir. Bizim topak evlerimiz; ÇEVLİK (derimin en üstündeki hafif kubbemsi yuvarlak kısım); TEPELİK (Çevlik üzerine örtülen keçe döğme keçe; tam ortasında bir tutam at kılından yapılma, yumruk gibi bir Ongun (sembol) olurdu ki, obanın boyunu belirtirmiş; bir anlatıma göre de kendine bağlı, yine at kuyruk ve yelesinden dokunan YELLİKLER, yıldırımsavar özelliği taşırmış); çeviğin üstünü örten Tepelik keçesinin devamında YAN KEÇE adı verilen ve yine uğların üstüne örtülen döğme keçeler olurdu. Yan keçenin altında, yine döğme keçeden hazırlanmış ÜZNÜK denen keçe örtü bulunurdu. Sıcak havalarda üznük, yukarı doğru toplanarak evin serinlemesi sağlanırdı. SUSMA (uğların üstüne serilen yan keçeleri ve uğları sıkıca tutan 7-8 cm enindeki el dokumaları ki uçları örme olarak örülürdü), KARÇIN (topak evin gövdesini çepeçevre saran 18-22+cm enindeki el dokumaları, UĞ (derim ile çevliki birbirine bağlayan yarı eğri çubuklar) gibi müştemilatı mükemmeldi. Bütün bu ev düzeneğini yukarıdan aşağıya, on on iki koldan, aşağıdaki “kom”lara bağlayan Yellikler yer alırdı. Yellikler 5-6 cm eninde ve at kuyruk ve yelesinden dokunan bağlardı. Bu evi kurmak (derim; kurulur, çatılmaz) zor, yıkmak kolaydı. Bizim evlerin Batı yönünde “SÜTLÜK” denen örülmüş kamışlardan yapılmış, bir çevirme vardı. Sütlük, “KOM” denilen 1.30/1.50 boyundaki çalı kazıklara bağlanan, yuvarlak çevirmelerdi. Buraya süt ve türevleri yanında başka eşya/aletler de konulurdu. Gerektiğinde yatak da serilirdi. Yazın çok defa, evin dışında, yıldızlar seyredilerek  yatılırdı zaten. Çevlik denilen üstteki yuvarlak kısım, bir direk üzerinde durur, “UĞ”larla desteklenir ve ortasından geçirilen bir uzun “ÖRME” ile, çevliği tutan direk ve yerdeki bir kazığa bağlanırdı. Çevliki tutan uğlar, el dokuması, süslü “susma”larla birbirine bağlanırdı. Çevlik ve üstü, topak evin tamamı veya yarı beline kadar, döğme keçe ile kapatılırdı. Saf yünden yapılan bu “keçe”ler, günlerce, insan gücüyle döğülerek “ pişirilir”, nerdeyse kabarık hali bir metre kalınlığındaki koyun yünü, bir santimetre olacak kadar sıkıştırılırdı. Derimi kaplayan döğme keçe, dıştan, el dokuması, süslü “karçın”larla bağlanırdı. Bu döğme keçeye yağmur, kar işlemez, bıçak kesmezdi. Yazın sıcak günlerinde, keçenin alt tarafı yukarıya doğru kıvrılarak toplanır ve evin serinlemesi sağlanırdı. Çevlik; yay biçiminde, iç içe geçmiş ahşap çubukların birleşimiyle yapılmış yuvarlak ve hafif kubbemsi çatılardı. 

Alaçıklar daha basit yapılırdı. Karşılıklı açılan deliklere, önceden hazırlanan 5-6 metre uzunluğundaki çubuklar, uçlarından birbirine bağlanır, üzeri keçe veya çadır bezi ile kapatılırdı. Daha çok, çobanların ve genç evlilerin barınağıydı.

Topak evin ve alaçıkların  içinin en önemli müştemilatı “BASTIRIK” ve “YÜKLÜK”tü. Bastırıkta; peynir tulumları, yağ ve yoğurt kovaları, günlük yemekler bulunurdu. Bugünkü “buzdolabı” görevindeydi bastırık. İlk akşamdan üzerindeki örtüler kaldırılır,  gece boyunca soğutulur; şafakta, bozulma ihtimâli olan yağ, peynir, yoğurt, yemek vb.  sıkıca örtülerek “bastırılır”dı. Yüklükte ise,yatak, yorgan, kışlakta bırakılamayan kıymetli halı ve kilimler denkleri  bulunurdu. Topak evlerin ve alaçıkların önünde ocak ve tandır bulunur ve etrafı, kurumuş kangal çubukları veya tezekle çevrilirdi, esintiden korumak ve yakmak için. Ayrıca her evin önünde yapma (ıslak dışkı, tepelenerek yoğrulur, elle şekil verilir, kurutulur ve kışın ocak/sobada yakılırdı) ve tezek yığınları olurdu. 

Ev kurulur kurulmaz ilk iş “Ocak çatmak”tı. Hazır yemek yoksa; pilav pişirilir, yuğka ekmek üzerine dökülür, kenardan koparılan yuğka parçaları ve bol ayran eşliğinde karınlar doyurulurdu. Akşama yakın “sağım”a gelen sürü sağıldıktan sonra, “demek”ler açılır, ortalığı koyun ve kuzu sesleri doldururdu. Koyun sürüleri mevsime göre; Kızılkuyu, Kanlıgöl, Cöbül, Emen ovası, Dikili, Depremez, Kıvrım Ark, Yeni Bent, Yandak, Soğla, Taş Töme, Tek Töme -buralar aynı zamanda yurt yerleriydi- gibi alanlarda otlatılırdı. Bazan çobanlar uyur – bunun kasten yapıldığı da olur- sürü “acı”ya dalardı. Acı halk arasında “deli yonca” da denilen yabani yoncadır -ki “öz” denilen eski dere yataklarında yetişir- koyunun karnı aşırı şişer ve nefes alamaz duruma gelirdi. Çoban da “mundar (murdar) olmasın” diye “çeleren” koyunları keserdi. Bazan yirmi, otuz veya daha çok koyun böylece “çelermek”ten ölürdü. Ölmeden kesilen hayvanların etleri taze veya kurutularak değerlendirilirdi.

Ben anamın “son kesti”siydim; sekizi yaşamış on dört çocuğun sonuncusu… Beni kimselere bırakmazdı:  “emlik kuzusu” (geç zamanda doğan kuzu) olduğum için kıyamazdı. Tek Töme’den Yeni Bent’teki ağalarıma “azık” götürmek için ata biner (atımız çoktu), kucağına beni alır, omzuna mavzer asar, yola çıkardı. Köyümüzün ileri gelenleri büyük saygı duyarlar ve mutlaka anam da  onlara selâm verir, şakalaşırdı. “Azap” derlerdi bu heybetli kadına… Son  yıllarında ünvanı “köşe taşı” olmuştu. Belki bir gün…

Yorum bulunmamaktadır.
Konu: TOPAK EVİMİZ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.