Türk Kaplanı/Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’nın* Askeri

Kızılca Köyü İmamı, Domuzcu Hoca/Domuz Hocası

“Evlatlarım!

Bir söz verdik. Bu kutlu şehri isyancılara vermeyeceğiz,′ diyerek, elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Ta ki son mermi, son er ve son kana dek… Bu azim, bu kararlılık bize dayanma gücü verecektir. Bunu hiç unutmayın! Ümitsiz olmayınız.

Bakın, bayrağımıza iyi bakın. Herhangi bir bayrak değildir o. Şu an devletimizin düşen birçok kalesi var. Ele geçirilen birçok şehri var. Ama burası son kaledir. Devletimizin son direnme noktasıdır. Belki bizim bu gayretimiz diğerlerine de örnek olursa, her yerde ittifak etmiş düşmanlara, yedi düvele karşı koyarız!”

Böyle seslenmişti Fahreddin Paşa askerlerine; Arap şeyhi Şerif Hüseyin’in isyan etmesi üzerine  23 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderildi. Medine’yi ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı tüm imkânsızlıklara rağmen bu kutlu beldeyi 2 yıl 7 ay savundu. Bu sırada şehrin yağmalanması ihtimâline karşı 100 parçaya yakın kutlu emaneti İstanbul’a naklederek, belki de Kutlu Emanetleri British Museum’da sergilenmekten kurtardı ve İslam Tarihi Kültürüne önemli bir katkıda bulundu. Uzun süre Medine’yi teslim etmeyen Fahreddin Paşa, devlet merkeziyle bağlantının kopması, erzak ve ilâç sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine 7 Ocak 1919’da Medine’yi teslim etmek zorunda kaldı. Fahreddin Paşa ile bazı komutanlar Mısır’a, küçük rütbeli subaylarla erlerin önemli bir kısmı Hindistan’a gönderildiler. 

Kızılcalı er Hüseyin, üç yıldan fazla bir zaman kaldığı Medîne’den ayrılışın üzüntüsü içindeydi. İngiliz casusu Lawrence’nin “Türk Kaplanı” diye andığı komutanı Fahreddin Paşa bir konuşmasında “Can veririz, Cânân’ı (Hz. Muhammed) vermeyiz” demişti ama teslim olmak zorunda kalmıştı. Yine de kılıcını İngiliz’e teslim etmemiş, kılıfıyla çıkarıp Yüce Peygamberin mezarına bırakmıştı. 

Gördükleri, yaşadıkları hele de komutanının teslim olmamak için çırpınışları ve gözyaşları hiç aklından çıkmıyordu er Hüseyin’in… Medine’de kaldığı yıllarda, Arapça öğrenmiş ve Kur’an’ı ezberlemiş, hatmetmişti. Uçsuz bucaksız bir bilinmeyen yerde esirdi/ler. Her sabah erkenden kalkıyor, ordu müezzinin davetiyle, imamete geçiyor ve esir arkadaşlarına namaz kıldırıyordu. Tam namaza durduklarında, İngilizler, namazgâh olarak ayrılan alanın önünden domuz sürüsünü geçiriyorlardı kahkahalarla ve türlü ahlâksız davranışlarla… Er İmam Hüseyin, içten içe kızıyor, isyan ediyor ama elinden bir şey gelmiyordu. 

Bir sabah namazından sonra, esir kampı komutanı Miralay’ın karşısında topuk vurdu ve konuşmak istediğini söyledi. Komutan, yanındaki rütbelilerden biraz uzaklaşınca ona niyetini anlattı: Buradan kaçacaktı!.. Miralay, “bu her esir askerin hakkıdır ama nasıl, bilmeliyim” dedi. Er İmam Hüseyin, uzun vadeli planını anlattı. Uzun uzun konuştular. Bu durumu görenler merak içindeydiler. Bir Miralay, bir erle bu kadar uzun süre ne konuşurdu?

Düşünce, Miralay’ın aklına yattı ve Hüseyin’e izin verdi. Bu izin, bir bakıma Hüseyin’i öteki esirlerin tahkir ve ayıplamalarına karşı korumak anlamı da taşıyordu. Ne de olsa Hüseyin’in kaçış planı, Müslümanlarca hoş karşılanmayacak bir işe dayanıyordu: Domuz Çobanlığı…

Ertesi gün, Miralay, İngiliz kamp komutanına, erlerinden Hüseyin’in, kampta çok sıkıldığını, kırlara çıkmak istediğini hatta en iyisi “şu domuz sürüsünü gütmesinin” onu rahatlatacağını anlattı. İngiliz komutan hayretler içindeydi: Bir imam nasıl olur da domuz çobanlığı yapardı? İnanılır gibi değildi ama  teklif çok hoştu: Bir Müslüman İmamına domuz çobanlığı yaptırmak… Aklından birçok muziplikler geçti; İmamın domuz otlatır halde resmi, İngiliz gazetelerinde yayınlanacak, kendisi de rütbe ve şöhret kazanacaktı.

Birkaç gün sonra İmam Hüseyin,  sabah erkenden domuz sürüsünü önüne katıyor ve yakındaki orman içinde kayboluyordu. İngiliz komutan, her akşam Hüseyin’in domuzlarla dönüşünü büyük bir zevkle seyrediyor ve Hüseyin’e gülücükler gönderiyordu. Hüseyin, esir arkadaşlarının yanına uğramıyor, namaz kılmıyor ve kıldırmıyor, ayrı yatıp kalkıyordu: Öteki esirler, domuz çobanlığı yaptığı için onu dışlamışlar, üstelik “domuz gibi koktuğu” gerekçesiyle yanlarına yaklaştırmaz olmuşlardı. Miralayın açık vermeden uyarmaları da çare olmamıştı. İngiliz askerler, Hüseyin’e ayrı bir özen gösteriyorlar, daha iyi yiyecek ve giyecekler veriyorlardı. Hatta “ne olur ne olmaz” diye küçük bir çakı bıçağı bile vermişlerdi. Üçüncü ayın sonunda, Hüseyin’in isteği üzerine yanına Kırşehirli Muammer’i yamak olarak verdiler. Muammer, bu duruma çok kızdı, açıktan İngiliz komutana ana-avrat sövdü. Ancak, gidip geldikçe kızgınlığı azaldı ve hiç şikâyet etmez oldu. Hüseyin baş çoban, Muammer yamaktı ve her ikisi de çok iyi anlaşıyorlardı. 

Aradan dokuz ay geçti ve Hüseyinle Muammer’e iyiden iyiye alışan ve güvenen Hintli İngiliz askerler, onların giriş çıkışlarına pek özen göstermiyorlar, yarı Hintçe, yarı İngilizce, kısmen Arapça şakalaşıyorlar, erken gidip geç gelmelerine pek aldırmıyorlardı. Bir gece yarısı Er Hüseyin, Türk Miralay’ın kapısını çaldı ve en geç iki gün içinde kaçacağını anlattı. Dokuz aya yaklaşan domuz çobanlığı sırasında görüştüğü yerlilerle bağlantı kurmuş, sevgilerini kazanmıştı. Doğrusu Hintliler de bu durumdan, İngiliz sömürgesi olmakta memnun değillerdi. Hüseyin, çatpat öğrendiği Hintçe ile yol sorabiliyor, ekmek isteyebiliyordu. Çobanlık yaparken, ırmaklarda yüzme gücünü arttırmış, nefesini ayarlamayı öğrenmiş, yamağı ile sık sık güreş tutarak gücüne güç katmıştı. Askerliği müddetince komutanlarından harita okumayı da öğrenmişti. Esir Türklerin Komutanı gerekenleri söylemiş, yoluna çıkabilecek engelleri aşması için dua etmişti. 

Domuz Çobanı Hüseyin ve arkadaşı Muammer, her sabah olduğu gibi domuz sürüsünü önlerine katarak esir kampından ayrıldılar. İki kişilik öğünleri vardı, o güne kadar niyetinden hiç bahsetmemişti Hüseyin. Öğle üzeri arkadaşına durumu anlattı. Bir şeyler sezdiğini söyleyen Muammer, Er Hüseyin’in peşine düştü. Gür orman içinde kaybolmuşlar, iki Türk “firar etmişti”. Kamptaki arkadaşları Allah’a emanetti.

İstanbul’a gelen bir gemideki kısa, kaçak yolculukları sayılmazsa,  firarları üzerinden altı ay, dokuz gün geçmişti. Erkân-ı Harbiye ve sonrası terhis olmuşlardı. Er Hüseyin köyüne dönmüştü. Hasta ve yorgundu. Ziyaretine gelenlere başından geçenleri anlatırken, Fahreddin Paşa’yı anıyor, teslim olmayışını, emrindeki subayların ağlayarak onu teslime zorlamalarını anlatıyor, duygulanıyor, gözleri yaşarıyor ve nasıl domuz çobanlığı yaptığını ağzından kaçırıyordu. 

Gel zaman git zaman, Cumhuriyet ilân ediliyor ve yeni devlet, Er Hüseyin’i Kızılca Köyü İmamı olarak tayin ediyordu. Hüseyin Hoca, köylünün din işlerini yüksünmüyor, boş zamanlarında da köy çocuklarına Kur’an öğretiyordu. Bu arada, yaramazlık yapan çocuklara ve kendisini kızdıran köylülere, esirliğinden kalma bir alışkanlıkla “domuz, domuzcuk”  gibi hakaretler ediyordu. Köylü, çok defa gülüp geçse de zaman zaman onun domuz çobanlığı yaptığını hatırlatıyor ve ona yeni bir unvan veriyordu: Domuzcu Hoca… Domuz Hocası diyenler de vardı. 

Ben, Hüseyin Hoca’yı tanıdığımda, hayli yaşlı, uzun beyaz sakallı ve oldukça dinçti. Emekli olunca bir iki defa yolda yolakta karşılaşmıştım. Babam ki herkese iltifat etmezdi ama Hüseyin Hoca’ya o zamanlar anlam veremediğim bir saygı gösterirdi. Geçmişlerimize rahmet olsun. 

*Ömer Fahreddin Türkkan

  1868’de Rusçuk’ta doğdu. 93 Harbi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti. Mekteb-i Harbiye’yi birincilikle bitirdi. Erkan-ı Harbiye Mektebi’ni bitirdikten sonra 1891 yılında Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle göreve başladı. 1916 yılında 4. Ordu komutanı Cemal Paşa tarafından Medine’deki Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi komutanlığına atandı. İngilizlerin desteğinde isyana girişen Şerif Hüseyin ordusuna karşı, kısıtlı imkânlara rağmen yaptığı Medine Müdafaası büyük takdir topladı. 2 yıl 7 ay süren Medine Müdafaası sonrası “Medîne Müdâfiî”, “Türk Kaplanı”, “Çöl Kaplanı”, “Medîne Kahramanı” lâkaplarıyla anıldı. 

Medine Kuşatması’ndan sonra savaş esiri olarak önce 27 Ocak 1919 tarihinde Mısır’a daha sonra da 5 Ağustos 1919 tarihinde Malta’ya sürgün edildi. Sürgün sırasında, savaş suçlularını yargılamak üzere İtilaf Devletleri tarafından İstanbul’da kurulan Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbî adı verilen mahkemece ölüme mahkûm edildi. Ancak Ankara Hükümeti’nin gayretleriyle 8 Nisan 1921 tarihinde Malta’dan kurtulduktan sonra Eylül 1921 tarihinde Türk Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Ankara’ya geldi. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından Güney Cephesi’nde Fransız Ordusu’na karşı savaşan Türk kuvvetlerini birleştirmekle görevlendirildi. Fransızlarla Ankara Antlaşması’nın imzalanmasıyla güneyde savaş sona erince 9 Kasım 1921 tarihinde TBMM tarafından Kabil Büyükelçiliği’ne atandı. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynadı.

1936 yılında Ferik korgeneral rütbesi ile ordudan emekli oldu. 22 Kasım 1948 tarihinde bir tren yolculuğu sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat etti. Vasiyeti üzerine Aşiyan Mezarlığına defnedildi.

Yorumları okumak veya yorum yazmak için
Konu: DOMUZCU HOCA
  • 4 Ocak 2021

    Muhteşem bir hatıra. Buradan çok güzel bir film çıkar. Kalemine, gönlüne sağlık Bayram Hocam.

    Cevapla
  • 4 Ocak 2021

    Bayram Hocam, ellerinize sağlık. Tarih hafızamıza kaydetmemiz gereken çok güzel bir hatıra. Teşekkür ederim.

    Cevapla
  • 4 Ocak 2021

    Gönlüne, kalemine sağlık gıymatlım…

    Cevapla

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.