“Türkiye Cumhuriyetinin Dil Politikası Nasıl Olmalıdır?”

DTCF BİRLİK’İN DİL SİYASETİ BİLDİRİSİ

Hazırlayanlar: Ercan Çalışkan – Arslan Küçükyıldız

 

 

18 Mayıs 2020

WhatsApp Toplantısı

 

 

 

DTCF AKADEMİSİ YAYINLARI: 1

 

 

 

TAKDİM

“Türkiye Cumhuriyetinin Dil Politikası Nasıl Olmalıdır?” başlıklı bu çalışma, DTCF AKADEMİ Topluluğunun ilk resmi toplantısının sonucunda oluşmuş bir üründür. DTCF Akademi’nin Dil’e verdiği önemin bir göstergesidir. Akademi, kuruluşu çok yeni olmasına rağmen, gerçekleştirdiği bir toplantı ile milletimizin geleceği açısından önemli bir konuya kamuoyunun dikkatini çekmiştir: Millet dille ayakta kalır, dilimize ne kadar önem verirsek o kadar uzun yaşarız.

Toplantı, DTCF Akademi‘nin kuruluşundan hemen sonraki buluşmalarda, Akademi üyesi Ali Bayrak Hocamızın “Türkçe kelimelere karşı niçin duyarsızız?” sorusu ile başlayan görüşmelerin sonucunda ortaya çıkmış bir toplantıdır. Hocamız, Arapça hamile yerine Türkçe yüklü veya gebe, detay yerine ayrıntı kelimesinin kullanılmamasına dikkatimizi çekmekle ateşi körüklemiş oldu. Bu konuda lehte aleyhte pek çok değerlendirmeler oldu. Böylece bu toplantı fikri doğdu.

Korona salgını yüzünden Akademinin ilk toplantısını, WhatsApp ortamında gerçekleştirdik. “Türkiye Cumhuriyetinin Dil Politikası Nasıl Olmalıdır?” başlıklı bu ilmî toplantının, Vahit Türk hocamızın konunun çerçevesini belirleyen makalesinden yola çıkılarak yine Vahit Türk ve Ayşe İlker hocalarımızın konuyla ilgili sunumları, katılımcıların bu sunumlara soru, cevap ve katkıları şeklinde yürütülmesini düşündük. Yapılan istişareler sonrasında toplantı katılımcılara duyuruldu, ilk oturumu da Ercan Çalışkan yönetti. 18 Mayıs 2020 tarihinde saat 13.00’te toplantının ilk oturumu başladı.  Daha önce dağıtılmış olan Vahit Türk Hocamızın makalesi katılımcılara yeniden dağıtıldı. Ardından bu makalenin Ercan Çalışkan tarafından hazırlanan özeti, Ayşe İlker ve Vahit Türk Hocalarımızın sunumları dağıtıldı. Bunun ardından verilen ara ile sunumların okunması için zaman verildi. Saat 15.00’te İkinci oturum başladı. Arslan Küçükyıldız tarafından yürütülen bu oturumda soru-cevap ve katkılar alındı. İki buçuk saat süren bu oturum sonunda yapılan sunumlar, sorular ve katkılarla ortaya çıkan teklifler, ayrıca bu toplantı öncesi ve sonrasında yapılan konuyla ilgili değerlendirmeler de dâhil edilerek, bu kitapçıkta dikkatlerinize sunulmuştur.

Çalışmada sırasıyla şu bölümler yer almaktadır: (BİRİNCİ OTURUM) 1. Prof. Dr. Vahit Türk Hocamızın makalesi ve bu makalenin DTCF Danışma Kurulu üyesi Ercan Çalışkan tarafından hazırlanan özeti, 2. Prof. Dr. Vahit Türk ve Prof. Dr. Ayşe İlker Hocaların sunumları, (İKİNCİ OTURUM) 3. Soru ve Katkılar, 4. Ekler (Sunumlarda adı geçen metinler)

İkinci Oturumda dile getirilen teklifler ilgililere ve kamuoyuna duyurulmadan önce Akademi üyelerince gözden geçirilmiştir. Nice güzel çalışmalara başlangıç olması dileğiyle saygılarımızı sunuyoruz.

Çalışmak bizden, yardım Allah’tan.

Ercan Çalışkan – Arslan Küçükyıldız

 

 

 

  1. BÖLÜM

BİRİNCİ OTURUM (Oturum Başkanı: Ercan ÇALIŞKAN)

DİL POLİTİKASI

Prof. Dr. Vahit TÜRK

Bu başlık altında, genel olarak dil, dilin birey ve toplum hayatındaki yeri, dil politikası veya dil planlaması kavramı ile dünyada uygulanan örnekler üzerinde durulmuş ve konu Türkçe açısından da, dilin tarihî gelişmesiyle birlikte değerlendirilmeye çalışılmış, son olarak da Türkçenin geleceğine yönelik önerilerde bulunulmuştur.

Herhangi bir toprak parçasını bir insan topluluğu için “yurt” haline getiren, o toprak üzerindeki doğal zenginlikler veya güzelliklerden daha çok, insanların birey ya da toplum olarak orada yaşadıkları, yani hatıralardır. Aksi olsaydı yeryüzünün çok büyük bir bölümünün boş olması gerekirdi. Bütün sevgi ve hatıralara rağmen göç etme yani yurdu terk etme, insan için her zaman büyük zorunlulukların sonucu olmuştur. Toplum göçü ise herhangi bir nedenle yurdun artık yaşanılmaz duruma gelmesi dolayısıyla olabilmektedir. İnsanların bedenleri yani fizik yanları toprak olan yurtta, insanı insan olarak var kılan değerleri ise dilde yaşar. Tarih bize insanların zaman zaman toprak yurtlarından göçtükleri gibi dil yurtlarından da göçtüklerini haber vermektedir. Bu göç bazen dinden kaynaklanmakta, bazen medeniyet çevresi değişikliğinden kaynaklanmakta, bazen de başka toplumların egemenliği altına düşmekten kaynaklanmaktadır. İlk iki sebep kontrol edilebilir olmasına rağmen toplumların, özellikle de aydınların duyarsızlığı ve kendi değerlerini küçümsemeleri, yani aşağılık kompleksine kapılmaları yüzünden etkili olmakta ve sonuçta kimlik kaybı sebebiyle ilgili toplumun yeni ve farklı bir kimliğe bürünmesine yol açmaktadır. Bu durumun Türk tarihinde pek çok örneği gösterilebilir. Başka toplumların egemenliği dolayısıyla “dil yurdu”nu kaybetme de yine aynı sonucu doğurmaktadır.

İnsanın, insan varlığının göstergesi olan dil, bir ulus için ulus olarak yaşamanın temel şartıdır. Her ne kadar ulusları birbirlerinden ayıran esas, ulusların millî kültürleri ise de, millî kültürlerin ancak millî dil içerisinde yaşama alanı bulmaları sebebiyle millî dilin yaşaması millî kültürün dolayısıyla da milletin yaşaması anlamına gelmektedir. Ana dilin ulusu, o ulus olarak yaşatma özelliğinden dolayı, uluslar için yol gösterici yıldız özelliğine sahip olan aydınlar, bu kavrama gereken değeri verirler ve ortaya koydukları eserlerle ana dillerini, dolayısıyla da mensup oldukları ulusları ölümsüzleştirirler. Bir Türk kağanının bir Fars aydınına yazdırdığı Şehnâme’nin Farsça ve Fars ulusu için oynadığı rol, tam olarak bu roldür. Firdevsî’nin Şehnâme’yi yazmayı tamamladıktan sonra söylediği iddia edilen “Bundan sonra Fars ulusu için ölüm yoktur.” cümlesi, o söylememiş olsa bile, bir gerçeğin ifadesidir.

Bir ulusun varlık göstergesi olan dille ilgili olarak zaman zaman ulusları yönetenler ya da aydınlar, çeşitli kaygılarla birtakım plan ve programlar yapabilirler. Bu plan ve programlar öncelikle ilgili dilin yaşamasını devam ettirmeye ve gelişmesini sağlamaya, sonra ise diğer diller karşısında etkinliğini artırmaya yöneliktir. Bugünkü anlamıyla dil politikası ve dil planlaması kavramı, her ne kadar yeni bir kavramsa da, konuyla ilgili uygulamaların tarihi oldukça eskidir. Bugünün insanı pek çok konuda kendi çağını ve çağındaki uygulamaları; yücelttiği, bir nevi kutsallaştırdığı için geçmişteki uygulamaları ya yok saymakta, ya da küçümsemektedir. Geçmişte yaşamış, ancak bugün yeryüzünden silindiği bilinen pek çok dil niçin bu akıbete uğramıştır? Bu sorunun cevabı, ulusların bugünkü ilişkilerinden hareketle verilebilir. 10. yüzyıla kadar Türkçe konuşan ve yazan Bulgarlar, hangi sebeplerle ana dillerini bırakıp başka bir dili ana dili haline getirdilerse, İlminski ve benzerlerinin faaliyetleri ve Çarlık Rusyası ile Sovyetler Birliği’nin aynı politikaları sürdürmesi sonucunda da pek çok Türk topluluğu Hıristiyanlaştı ve Ruslaştı. Her iki örnek de “öteki”ni benzeştirme çabasının sonucudur, ancak birincisiyle ilgili yeterli bilgiye sahip olunmadığı için “Slavlaştı” denilip geçilmektedir. Sanki Bulgar toplumu hiçbir çaba olmadan durup dururken kendi kendine Slavlaşmış gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Halbuki Avrupa bir Hıristiyanlık yurdu haline geldikten sonra sürekli genişleme çabası göstermiş ve hedef kitle olarak da öncelikle kendine ait olarak kabul ettiği coğrafyalarda yaşayanları seçmiştir. Dinlerin doğasında bulunan taraftar toplama düşüncesi, zaman zaman ulusların millî kimliklerinin farklılaşmasına yol açmış ve onlara yeni bir kimlik kazandırabilmiştir. Bu durumun insanlık tarihinde pek çok örneği gösterilebilir. Bir topluma yeni din hangi kavim yoluyla gelmişse o toplum, çeşitli derecelerde dini getiren kavime benzemiş, bu benzeyiş bazen bütünüyle erime biçiminde de olabilmiştir.

Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da yaygınlaşan ulus olma bilinci ile ulus devletler oluşturma çabasının önemli ayaklarından biri dildir. Dille ilgili çabalarda da ilk amacın din dilini millîleştirmek olduğu görülmektedir. Avrupalı aydınlar ve bir kısım din adamları, kilise dili olan Latince ile mücadeleye girmişler ve ana dillerini kilise dili mertebesine yükseltmeye, Latincenin yerine koymaya çalışmışlardır. Kilise ise bu isteğe büyük bir tutuculukla karşı gelmiş ve uzun bir mücadele dönemi yaşanmıştır. Kilise, bu mücadelede başarısız olması durumunda pek çok imtiyaz ve ayrıcalığını kaybedeceğini bildiği için son derece sert uygulamalarda bulunmaktan çekinmemiştir. Sonuçta olması gereken olmuş ve zamanla Avrupa’daki her toplum kendi ana dilini “din dili” haline getirmeyi başarmıştır. Eskiden beri Hıristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırma biçiminde süregelen misyonerlik faaliyetlerinin bir benzeri, Fransız İhtilali’nden sonra amaç değiştirerek Avrupa içine yönelmiştir milliyetçilik düşüncesinin devlet politikası olmasıyla birlikte devletler kendi içlerine yönelmişler ve hâkim unsura göre “öteki” olarak tanımlanan kitleleri benzeştirme çabasına girmişlerdir. Artık din ortaklığı da yeterli görülmemeye başlanmış ve başka ortaklıkların oluşturulması çabasına girişilmiştir. Bu çabada kilise yoktur, onun yerini devlet almış ve uygulanan sistemli politikaların başta gelen hedefi de bir devletin sınırları içerisinde bulunan farklı dillerin ortadan kaldırılması, hâkim unsurun dili içerisinde eritilmesi olmuştur. Avrupa bunu 19. yüzyılın sonlarına kadar büyük oranda halletmesine rağmen hâlâ tam olarak çözüme kavuşturamamıştır. Bugün Avrupa hem yerli azınlık dillerinin, hem de göçlerle gelen insanların dille ilgili sorunlarıyla uğraşmaktadır. Her devlet kendi özel şartlarına göre birtakım tedbirler almakta ve planlamalar yapmaktadır. Son zamanlarda Almanya’da Türk çocuklarının okullarda Türkçe konuşmalarının yasaklanması girişimi de bu planlamalardan biridir.

  1. A. Fishman dil planlamasının; “ulusal alanda bulunan dil sorunlarına örgütlü bir biçimde çözüm arama” (Sadoğlu, 2003) diye oldukça geniş çerçeveli bir tanımını yapmıştır. Bugün yeryüzünde altı binin üzerinde farklı dil konuşulmasına rağmen bağımsız devlet sayısı iki yüzü bulmamaktadır. Bu durum, bir devlet içerisinde pek çok dilin konuşulabildiği anlamına gelmektedir. Konuşma dillerindeki bu çeşitlilik devletleri konuyla ilgili birtakım önlemler almak zorunda bırakmaktadır. Yeryüzündeki devletlerin büyük bir bölümü tek eğitim ve yazı diline sahipken, çok az sayıda devlet birden fazla eğitim ve yazı diline sahiptir. Tek yazı diline sahip olan devletler kendi siyasî sınırları içerisinde bulunan yazı ve eğitim dili dışındaki dil ya da dillerin konuşucularına yönelik çeşitli tedbirler almışlar, konunun siyasî bir soruna dönüşmemesine çalışmışlardır. Bu çalışmalarda genellikle bir “dil standartlaştırılması, daha çok terimlerde standartlaşmayı hedefleyen alt ve üst değişkelerin birleştirilmesi yanında, özellikle çok dilli siyasal birimlerde yazılı bir normun seçimi, değiştirilmesi, geliştirilmesi ve benimsetilmesi süreçleri amaçlanmaktadır (Sadoğlu, 2003).

Yazının çok yaygın bir duruma geldiği son birkaç yüzyılda devletler öncelikle ortak bir yazı dili (ölçünlü/standart dil) oluşturmaya çalışmışlardır. Bu ortak yazı dilinin temeli de genellikle o dilin kültür merkezi olarak kabul edilen bölge ya da kentin konuşma dili olmuştur. Bu durumda aynı dilin bölge ağızları, en azından yazı dilinde kaybedilmiştir. Basın – yayın ve iletişim araçlarının çoğalması ve okullaşmanın yaygınlaşmasıyla da bölge ağızları yazı dilinin, yani yazı diline temel olarak alınan bölge ya da kent ağzının baskısı altına girmiştir. Yazı dili olarak seçilen ağız, bir noktada ortak konuşma dili haline de gelmiş / getirilmiştir. Bir dilin bölge ağızlarıyla ilgili olarak böyle bir durum yaşanırken, ülke sınırları içerisindeki değişik diller söz konusu olduğunda ise iç ya da dış kaynaklı siyasi ve sosyal sorunlar çıkmış ya da çıkarılmıştır. Konu yalnızca bir dil sorunu olmaktan öte başka birtakım amaçlar için malzeme durumuna getirilmiştir. Bugün yeryüzündeki iç çatışmaların önemli beslenme kaynaklarından biri dil farklılıkları olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca dil sorunu son devirlerde bir insan hakları sorunu haline gelmiş / getirilmiştir.

Dil politikası kavramına karşılık olmak üzere dil planlaması, dil mühendisliği, dil gelişmesi, dil düzenlemesi gibi terimler kullanılmıştır. Gorman’a göre dil planlaması terimi;  bir dili seçmek, kodlamak ve kimi durumlarda o dilin yazımsal, dilbilgisel, sözlüksel ve anlamsal özelliklerini genişletip geliştirmek konusunda birbiriyle bağıntılı önlemler almak ve üzerinde uzlaşma sağlanan bütünceyi yaygınlaştırmak anlamında çok yerinde bir kullanıma sahiptir (İmer, 2001).

Bu açıklama, dil planlaması ya da dil politikası terimiyle ifade edilen kavramın dil içi ve dil dışı olmak üzere iki ana temeli olduğunu göstermektedir. Konunun dil içi yani dille ilgili olan kısmı; dilin bizzat kendisiyle ilgili araştırma ve çalışmalar yapmak, dilbilgisi, sözlük ve anlam özelliklerini ilmî yöntemlerle ortaya koymaktır. Bu çalışmalar yalnız ilmî amaçlarla yapıldığı gibi, konunun siyasî yönüyle ilgili çalışmalara temel de oluştururlar. Bir dilin tarihi, diğer dillerle ilişkileri, tarihî ve çağdaş söz varlığının tespit edilmesi tarihî eserlerinin yayımlanması, çok iyi bir dilbilgisi kitabına ve sözlüğe sahip olması o dili konuşanların kimliklerinin oluşup gelişmesine önemli katkılar sağlar. Tarihinin her devrinde sürekli başka dillerden etkilenen ve alıcı durumda olan bir dil, konuşucularının insanlığın bilgi birikimine bir katkı sağlamadığını yani insanlığa bir şey öğretmediğini aksine sürekli pasif bir öğrenici konumunda olduğunu gösterir. Bu durum ise o dili konuşan ulusun millî kimliğinde arızalara yol açar. Türkçeyi bu gözle değerlendirdiğimizde görülen manzara şudur:

Türkçenin tarih boyunca komşularından etkilendiği ve sürekli onların baskısına maruz kaldığından bahsedilir, ayrıca Türkçedeki yabancı kelimelerle ilgili sözlükler yazılmıştır. Bunlar doğrudur, ancak konunun ikinci yönü, yani Türkçenin komşularına verdikleri sürekli gözardı edilmiştir. Bilim çevreleri dışına çıkamayan bazı çalışmalar olmakla birlikte konuyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma henüz yapılamamıştır. Türkçenin bazı dillere verdiklerini gösteren aşağıdaki liste, konuyla birinci dereceden ilgili olanların pek çoğunun bile bilgisi dışındadır.

Türkçenin bazı yabancı dillere verdiği söz sayıları;

Çincede                               300

Farsçada                             3.000

Urducada                           227

Arapçada                            2000

Rusçada                              2500

Ukraynacada                     800

Ermenicede                       3000

Macarcada                         2000

Fincede                                              118

Romencede                      3000

Bulgarcada                         3500

Sırpçada                              9000

Çekçede                             248

İtalyancada                        146

Arnavutçada                      3000

Yunancada                         3000

İngilizcede                          470

Almancada                         166                        (Öner, 2005)

Bu tablo Türklerin diğer toplumlara öğrettiklerini göstermektedir. Durumun sürekli tek yönlü olarak ortaya konulması, yukarıda belirtildiği üzere, kimlik aşınmasına yol açacaktır. Her türlü ilişki bireylerin ve toplumların karşılıklı etkilenmesine sebep olur, bu son derece doğal bir durumdur. Ancak bu etkileşmenin, asıl olanı boğmasını engellemek gerekir ki bu da aydınlara ve devlete düşen bir görevdir.

Dil planlaması / politikasının dil dışı yönü ise yukarıdaki açıklamada belirtilen “ …önlemler almak ve üzerinde uzlaşma sağlanan bütünceyi yaygınlaştırmak…” ibaresidir. Bu ibare konuyla ilgili olarak devletin yapması gerekenleri belirtmektedir. Bunların doğal olarak dille doğrudan ilgisi yoktur. Bir ülkedeki hâkim ulusun, ulus kimliğini besleyen en önemli kaynağı, yani bir dili hâkim kılmak, idare eğitim ve kültür dili olarak gelişmesine çalışmak elbette ki devleti yönetenlerin görevleri arasındadır. Devlet bu görevi, çeşitli kurumlar oluşturmak ve aydınlardan yararlanmak suretiyle yerine getirmeye çalışır.

Dil planlaması / politikası sorununa Türkçe penceresinden bakıldığında karşılaşılan durum pek de iç açıcı değildir. Dil, cumhuriyetin ilk yılları hariç tutulursa, bir devlet sorunu olarak pek gündeme gelmemiştir. Zaman zaman devlet adamlarının ya da aydınların bireysel çaba ve çalışmaları olmuş, ancak bu çabalar da bir süreklilik gösterememiştir. Bugünkü verilere göre Türkçenin ilk yazılı metinlerinden biri olan Kül Tigin yazıtındaki “Türk begler Türk atın ıtı. Tabgaçgı begler Tabgaç atın tutupan Tabgaç kaganka körmiş.” (Türk beyleri Türk adını bıraktı. Çin’deki (Türk) beyler Çin adı alarak Çin kağanına bağlandı) cümlelerini bir devlet adamının dille ilgili ilk tespit ve uyarısı olarak alabiliriz. Burada Çin kağanına bağlanmış olmanın Türk adını bırakmak yani belki de Türkçeyi unutmak ve Çince konuşmakla ilişkilendirilmiş olması, dille ilgili bilinçli bir tutumun göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Yazıtlardaki sınırlı konulara ve kısıtlı söz dağarcığının aksine Uygurlar çağında Türkçe, hemen her alanda eser verilen bir dil konumundadır. Bu dönemde değişik dinlere ait pek çok tercüme ve telif eser ortaya konulmuş, şiirler yazılmış, günlük hayatın çeşitli alanlarına dair belgeler hazırlanmıştır. Bu dönemin konuyla ilgili dikkat çekici yanı çeşitli alfabelerin kullanılmış olmasıdır. Alfabe değişikliklerinde temel etken, din değiştirmelerdir. Bilindiği üzere Uygurlar’da Budizm, Maniheizm, Brahmanizm vb. dinler kabul edilmiş, her dinin cemaati de kendi yazı sistemini kullanmıştır (Tekin, 1997). Bu dönemdeki tercüme faaliyetinin zenginliği, Türkçenin gelişmesine büyük bir katkı sağlamıştır, ancak bir kısım yabancı unsurlar da dile sokulmuştur.

Türklerin İslam’a girişleriyle başlayan yeni dönemde ortaya konulan ilk eserlerde dille ilgili bilinçli bir tutum dikkati çeker. Kutadgu Bilig bu konuda tam bir fikir verecek durumdadır. Eski alfabelerin yerini derhal yeni bir alfabe almış, ancak dilde henüz dikkat çekici bir farklılık ortaya çıkmamıştır. Kutadgu Bilig’in girişi denilebilecek tevhid bölümü, daha sonraki dönemlerde yazılan bazı tevhidlerle karşılaştırıldığında Türkçe açısından ortaya şöyle bir durum çıkar;

Kutadgu Bilig’in ilgili bölümünü oluşturan otuz üç beyitte kullanılan kelime sayısı 359; alıntı kelime sayısı 11, yüzdelik oran %3;

  1. yüzyıl şairi Seyyid Nesimî’nin altı beyitlik tevhidinde kullanılan kelime sayısı 87; alıntı kelime sayısı 58, yüzdelik oran %67;
  2. yüzyıl Anadolu sahası şairi Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin on altı beyitlik bölümünde kullanılan 177 kelimenin 79’u alıntıdır. Yüzdelik oran %45;

Ali Şir Nevâyî’nin yedi beyitlik tevhidindeki toplam kelime sayısı 93, alıntı kelime sayısı 55, yüzdelik oran %60;

  1. yüzyıl Anadolu sahası şairi Recâizâde Mahmud Ekrem’in 32 beyitlik tevhidinde kullanılan 340 kelimeden 204’ü alıntıdır ve bunun yüzdelik oranı da %60 civarındadır (Türk, 2003).

Bu durum din – dil ilişkisini göstermek ve konuyla ilgili fikir vermek açısından oldukça dikkat çekicidir. İlk örnek diyebileceğimiz Kutadgu Bilig’de yeni dinin getirdiği pek çok kavram bilinçli olarak Türkçe ifade edilebilirken, zaman içerisinde durum değişmiş ve din dilinde Türkçenin yerini ağırlıklı olarak Arapça, kısmen de Farsça almıştır. Burada dinin kişi ve toplum hayatındaki etkisinin derinliği görülebileceği gibi, Türk aydınının ana diline karşı olan ilgisizliği de görülmelidir.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in, adeta bir isyanın yansıması olan meşhur fermanı, Bilge Kağan’ın yukarıda belirtilen uyarısından daha şiddetli bir uyarı olarak karşımıza çıkar. Karamanoğlu Mehmet Bey, Türk tarihinde konuyla ilgili uyarıda bulunan ikinci devlet adamıdır.

  1. yüzyıla kadar çok etkili olamayan yerel çıkışlara rağmen, Türkçenin yaşadığı her coğrafyada durum, Türkçenin pek de lehine gelişmemiştir. Özellikle Türkçenin ve Türklüğün merkezi bölgeleri haline gelmiş olan Osmanlı ve Orta Türkistan’da oluşan yazı dillerinde Türkçe, alıntı unsurlar içerisinde boğulmuş bir görünüm arz etmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında eğitim kurumlarının olumsuz etkisi, aydınların kendi değerlerini hor görmeleri, en azından onlara karşı duyarsızlıkları ve devletlerin ilgisizliği söz konusudur.

Dünyadaki özellikle Avrupa’daki siyasi ve sosyal gelişmeler 19. yüzyılın başlarından itibaren hem kuzey Türklüğünü, hem de Osmanlı devletini derinden etkilemeye başlamıştır. 1699’dan itibaren gerileme ve çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti, toparlanma ümidiyle ilan ettiği Tanzimat fermanı ile tam aksine yıkılış sürecini hızlandırmıştır. Batılılar tarafından açılan ve daha ziyade gayri müslim azınlıklara yönelik eğitim ve bilinçlendirme faaliyeti yapan okullar, yüzyılın sonuna doğru ektiklerini biçmeye başlamış ve Osmanlı’nın çöküşünde dinamit rolü oynamışlardır. Atatürk’ün Balkanlar’la ilgili şu tespiti durumu ortaya koymak bakımından son derece önemlidir; “Bizim Balkanlar’ı terk edişimizin resmî tarihî 1912 Balkan Savaşı mağlubiyetidir. Ancak bu tarihten bir asır önce bu bölgelerde kurulan dil enstitüleri ile biz Balkanlar’ı fiili olarak kaybetmiştik.”.

  1. yüzyılın sonlarına doğru Çarlık Rusyası’nın emperyalist politikalarının önemli ayaklarından birini dil üzerinde yapılan çalışmaların oluşturduğu görülür. Bu çalışmaların planlı bir Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma olarak yürütülmesinde başta İlminski olmak üzere N. P. Ostroumov ve A. E. Alektorov dikkati çeken isimlerdir. Hem misyoner hem de bilim adamı kimliğine sahip olan bu kişiler, Rus devletinin İdil-Ural ve Türkistan Türklüğüne yönelik olarak uygulayacağı dil, kültür ve eğitim politikalarının esaslarını hazırlamışlar, bunların hazırladıkları plan ve programlar Çarlık Rusyası tarafından icra edilmiştir. Bu politikaların temel amacı; yerli halkın düşüncesini, şuurunu ve hayat biçimini Ruslara yaklaştırmak, Türkistan halkını parçalayarak onları ayrı ayrı milletler haline getirmekti. 19. yüzyılın sonunda Türkistan’da bu amaca yönelik olarak 100’ün üzerinde okul açılmıştı. İlminski’nin Türkistan’ı Ruslaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak için hazırladığı program 1870 yılında Rusya Eğitim Bakanlığı tarafından “ Rusya’da Yaşayan Müslüman Halkın Eğitimi” başlıklı yasanın temelini oluşturur. Programın ana hatları şöyledir; “ Türklere yönelik olarak açılan okullardaki derslerde yerli lehçe ve Kril alfabesine göre hazırlanan yeni yazı kullanılacaktır. Bu alfabenin, her Türk lehçesine göre farklı versiyonları hazırlanacaktır.” İlminski‘ye göre Türkistan halkı yüksek öğrenim görmemelidir., Türkistan halkının  yüksek öğrenim görmesinin sonucu Rus halkı ve devleti için Moğol istilasından daha tehlikeli sonuçlar doğurur. Ana dillerini de gramer kuralları çerçevesinde öğrenmemelidirler. (Egamberdiyev-2005) Çarlık Rusyası’nın Türklere yönelik bu politikaları, Sovyetler Birliği döneminde de devam ettirilmiş ve 1930’lu yıllarda binlerce aydının öldürülmesiyle amaca ulaşılmıştır. Türkler, mümkün olan en küçük siyasi ve kültürel sınırlarla birbirlerinden ayrıştırılmakla kalınmamış, aralarına düşmanlık tohumları da ekilmeye çalışılmıştır. Mesela, Çarlık döneminde başlatılan Kazakçanın bir yazı dili olarak yapılandırılması çalışmaları, Sovyetler Birliği döneminde tamamlanmış, göç ve yerleştirme politikalarıyla Kazakistan nüfusu içinde Rusların oranı artırılmıştır. Kazakçanın serbest kullanımı, Rusçanın hâkim dil olarak konumlandırılmasıyla gerilemiş, Kazaklar iki dilli hale getirilmişlerdir. 1991’de bağımsızlığına kavuşan ülkede Kazak nüfusunun %60’ının ana dilini bilmediği gerçeğiyle karşılaşılmıştır (Gökdağ-2003). 1991’den Kazakistan’ın başkenti Almatı’da Kazakça eğitim yapan hiçbir okulun olmadığı düşünülürse yukarıda belirtilen sonucun ortaya çıkması son derece doğal bir durumdur.

Çarlık Rusyası’nın Türkler üzerinde uyguladığı dil ve kültür politikalarına karşılık Türk aydınları da ciddi tedbirler geliştirmişler ve önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bilhassa Gaspıralı İsmail Bey’in kurup yaygınlaştırdığı usûl-i cedit okulları, İlminski ve benzerlerince oluşturulan ve devlet tarafından uygulanan programa karşı geliştirilmiş bir tedbirdir. Türk lehçelerini ayrı diller haline getirme çabalarına da yine Gaspıralı İsmail Bey, “dilde, fikirde, işte birlik” sloganıyla çıkardığı Tercüman gazetesiyle karşı çıkmış ve bütün Türkleri ortak bir konuşma ve yazı dilinde birleştirmeye çalışmıştır. İlminski – Gaspıralı mücadelesi olarak adlandırılabilecek bu mücadelede; hem Çarlık döneminde, hem de Sovyet döneminde devletin bütün desteğini arkasına alan İlminski ve takipçileri galip olmuşlardır. Bu mücadele, Türklük Bilimi araştırmalarında, özellikle kullanılan terimlerde bugün de sürüp gitmektedir. Türk dünyasındaki bugünkü dağınıklığın sebebinin Rusların uyguladığı dil ve kültür politikalarının olduğu tespiti, doğru bir tespittir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız olan Türk Cumhuriyetlerinin Gaspıralı’nın açtığı yoldan gittiklerine ya da gideceklerine dair, en azından şimdilik bir işaret yoktur. Bu ülkelerin bağımsızlıktan sonraki çabaları daha ziyade kendi lehçelerini idare, eğitim ve iletişim dili durumuna getirme yönündedir. Ortak alfabe konusunda Türkiye’nin öncülüğüyle yapılan çalışmalar da henüz istenilen sonuca ulaşamamıştır.

Osmanlının medeniyet çevresini değiştirme zorunluluğu hissetmesiyle birlikte, 19. yüzyılın başlarından itibaren dil bir sorun olarak ele alınmaya başlandı. Tanzimatla birlikte Batı dünyasındaki bir takım fikir akımları Osmanlı aydınlarını etkilemeye, bunun sonucu olarak da yeni bir takım kavramların ifade yolları aranmaya başlandı. Devlet, resmî yazışma dilini sadeleştirme ihtiyacı duydu ve halka hitap etmek için çıkarılan gazeteler de dilde sadeleşmenin öncülüğünü yaptılar. Bütün bu çabalar nesir dilinin gittikçe sadeleşmesini sağladı. Tanzimat aydınları, Osmanlı Türkçesini bir yana bırakıp konuşulan Türkçeden modern bir Türkçe oluşturmak yolunu tutmayıp sorunu Osmanlıcanın kendi içinde çözmeye çalıştılar. Meselâ tıp terimleri, hukuk terimleri gibi batıdan gelen yeni kavramları karşılamak için başlıca iki yola başvurdular: Ya Fransızca kelimeleri olduğu gibi kabul ettiler, ya da Arapça, Farsçaya dayalı yeni kelime ve şekiller türettiler. Böylece Tanzimat dilinin lügati bir yandan Fransızca kelimelere kapılarını açarken, bir yandan da özellikle Arapça köklerden türetilmiş yeni kelimelerle genişlemeye başladı (Özkan, 2002).

Tanzimat’tan sonra pek çok sözlük ve dilbilgisi kitabının yazıldığı görülür ve bilhassa sözlüklerin “Türkçe Sözlük” mü yoksa “Osmanlıca Sözlük” mü olacağı konusunda, yani bir noktada dilin adı ile ilgili tartışmalar yapıldığı görülür. Bu tartışmalara 20. yüzyılın başında yazdığı Kâmus-ı Türkî ile Şemseddin Sami son noktayı koyar. Şemseddin Sami’ye göre; “dilimize mahsus bir lügate, içinde ne kadar yabancı kelime bulunursa bulunsun Türk’ten başka bir isim verilemez.” (Akün, 1985).

  1. yüzyılın ortalarında yoğunlaşan Türklük araştırmaları, yüzyılın sonlarında ürünlerini vermeye başlamış ve Orhun Yazıtları bulunup okunmuştur. Türkler için son derece değerli olan bu tarihî dil yadigârlarının ortaya çıkarılması, siyasî yönden oldukça zor zamanlar yaşayan Türkler için bir moral kaynağı olmuş ve Türk aydınlarındaki millî bilincin oluşup gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.

Kâmus-ı Türkî’yi yazarak Türkçeye büyük bir hizmeti gerçekleştiren Şemseddin Sami’nin şu düşünceleri, yaşadığı dönemin dille ilgili tartışmalarını göstermek bakımından önemlidir; “İstanbul Türkçesinin bütün Türklük âlemi için müşterek edebiyat ve yazı dili olması gerekir.” Buna çok benzeyen düşünceleri aynı yıllarda Kırım’da Gaspıralı İsmail Bey de sürekli işlemektedir ki büyük ihtimalle birbirleriyle irtibatlıdırlar. “Ali Şir Nevâî’nin, dilimizin bir klasiği olarak bütün Türk çocuklarına okutulması gerekir.”, “Gerçek edebiyat millî duyguların millî bir lisanla ifadesinden ibarettir.” (Akün, 1985). Yazarın Kâmus-ı Türkî’nin önsözüne yazdığı şu cümleler de devrin dille ilgili tartışmaları konusunda fikir verecek niteliktedir; “Bizce kullanılan Arapça ve Farsça kelimeleri içine aldığı halde bu kitaba Kâmus-ı Türkî “Türkçe Sözlük” adı verilmesine belki karşı çıkanlar bulunur; ancak dilimiz Türk dilidir, bu dil için yazılmış sözlüğe de başka isim düşünmek yersizdir. Dilimizde kullanılan kelimelerin hepsi de hangi dilden alınmış olursa olsun, gerçekten kullanılmak ve bilinmek şartı ile, Türkçe sayılır.” (Şemseddin Sami, 1318). Bu cümlelerde o devirde yapılan dille ilgili tartışmaların izleri görülmektedir. Bu tartışmalarda daha uzun süre devam edecek olan üç temel fikir göze çarpar; bunlardan birincisi dilde sadeleştirme çabalarının yersiz olduğuna inananların ortaya koydukları düşünceler, ikincisi dilde sadeleşmenin gerekliliğine inananların ortaya koydukları düşünceler, üçüncüsü de dildeki bütün yabancı kaynaklı kelimelerin atılması gerektiğine inananların görüşleri. Bugün bu üç görüşten birincisinin pek taraftarı olmamakla birlikte, konuyla ilgili tartışmalar halen sürmektedir. Dille ilgili asıl gelişmeler, 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra Türk Derneği, Türk Ocağı gibi kurumların oluşmasıyla sistemli bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. 1911’de Selanik’te Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canib ve arkadaşları tarafından çıkarılan Genç Kalemler dergisinde konunun temel esasları aşağıdaki maddelerle ilan edildi:

1- Yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak, mümkün olduğu kadar İstanbul halkının konuştuğu gibi yazmak.

2- Dilimizdeki Arapça, Farsça gramer kurallarını kullanmamak ve bu kurallarla yapılan isim ve sıfat tamlamalarını – bazı istisnalar dışında- kaldırmak.

3- Dilimizde kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerle kurulacak isim ve sıfat tamlamalarını Türkçe kurallara göre yapmak.

4- Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe’de söylendikleri gibi yazmak. Dilde kullanılan bütün Arapça ve Farsça kelimeleri atmak gerekmediğinden, ilmî terimlerde Arapça kelimelerin kullanılmasına devam etmek.

5- Öteki Türk lehçelerinden kelime almamak.

6- Türkçeleşmiş olan ama, şayed, lâkin, hemen, henüz, yani gibi edatlar dışındaki bütün Farsça ve Arapça edatları atmak.

7- Bu prensiplerden hareket ederek millî bir dil ve millî bir edebiyat meydana getirmek.

Bütün bu tartışma ve çabalar, dilin sadeleşmesi konusunda küçümsenemeyecek bir yol alınmasını sağladı, ancak bilim terimleri, hukuk ve idare dilinde fazla etkili olunamadı. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar dille ilgili yapılan tartışma ve çalışmalar, bir nevi Cumhuriyet döneminde uygulanacak olan dil politikalarının alt yapısını oluşturmuştur.

İlk baskısı 1923’te yapılan Türkçülüğün Esasları’nda Ziya Gökalp “Lisanî Türkçülüğün Umdeleri” başlığı altında Türkçe ile ilgili görüş ve önerilerini şöyle sıralamıştır;

1- Millî dili meydana getirmek için Osmanlı dilini bir tarafa bırakarak, halk edebiyatına temel vazifesi gören Türk dilini aynen kabul edip, İstanbul halkının, özellikle de İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.

2- Halkın dilinde karşılığı bulunan Arapça ve Farsça sözleri atmak, tamamen karşılığı olmayan küçük farklılıklar gösteren sözleri dilimizde korumak.

3- Halk diline geçip yapı bakımından veya anlam bakımından galat olan sözlerin bozulmuş biçimlerini Türkçe saymak, yazılışlarını da söyleyişine uydurmak.

4- Yerlerini yeni sözler aldığı için fosilleşmiş eski Türkçe sözleri diriltmemek.

5- Yeni terimler bulunacağı zaman önce halk dilindeki sözler arasına bakmak, bulunmadığı durumlarda Türkçenin yapım özelliklerine göre yeni kelimeler meydana getirmek.

6- Türkçede Arap ve Acem dillerinin kapitülasyonları kaldırılarak, bu iki dilin ne çekimleri ne de tamlamaları dilimize alınmalıdır.

7- Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçedir. Halka sevimli gelen ve yapay olmayan her kelime millîdir. Bir milletin dili, kendisinin cansız köklerinden değil, canlı tasarruflarından meydana gelen canlı bir organdır.

8- İstanbul Türkçesinin ses bilgisi, biçim bilgisi ve söz varlığı yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne söz, ne çekim, ne edat, ne tamlama kuralları alınabilir.

9- Yeni Türkçenin bu esaslar dâhilinde, bir sözlük bir de dil bilgisi meydana getirilmeli, bu kitaplarda yeni Türkçeye girmiş olan Arapça ve Acemce sözlerin ve tabirlerin bünyelerine ve terkip tarzlarına ait bilgiler türetme kısmına dâhil edilmelidir (Gökalp,1963).

  1. yüzyılın başlarında dil tartışmaları yanında alfabe ile ilgili tartışmalar da yapılmaktadır. Bir kısım aydınlar, Lâtin harflerinin alınması gerektiğine dair düşünceler ortaya atmışlar, bazı aydınlar ise Osmanlı dışındaki Türklerle yazı birliğinin bozulacağı gerekçesiyle buna karşı çıkmışlardır.

 

 

 

CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRKÇE**

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde yaklaşık bir yüzyıl süren tartışmalar meyvelerini vermiş, dilde belirli bir sadeleşme sağlanmıştı, ancak dil, bu dönemde bir devlet meselesi olarak ele alınmıştır. Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra Gazi Mustafa Kemal, Fuat Köprülü’yü çağırarak “Fuat Bey, cumhuriyeti kurduk. Artık cumhuriyeti ve devletimizi ilmî temeller üzerinde yükseltmek zamanı gelmiştir. Lütfen İstanbul Darülfünûn’u bünyesinde Türkiyat Enstitüsünü kurunuz” emrini verir. Bir hazırlık döneminden sonra 12 Kasım 1924’te Bakanlar Kurulu kararnamesiyle kurulan Enstitü’nün ambleminin nasıl olması gerektiğini soran Köprülü’ye Gazi’nin cevabı şudur; “Fuat Bey! Karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale tutan bir bozkurt olsun, bu meşale genç Türkiye Cumhuriyetinin ilminin ifadesi olsun. Ergenekon’dan çıkmamızda kılavuz olan bozkurt Türklüğün Anadolu topraklarındaki yeni devletinin kuruluşunu ifade etsin”. Atatürk’ün Türkiyat Enstitüsü kurulmasını isterken ortaya koyduğu sebep ve gerekçeler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin uygulayacağı dil politikası konusunda açık bir tercih yaptığını da göstermektedir.

1920’de Millî Eğitim Bakanlığı’nda dili arılaştırma ile ilgili bir karar alınmış ve Anadolu ağızlarından derlemeler yapılmaya başlanmıştı. Cumhuriyet ilan edilmeden önce devletin resmî organları tarafından dille ilgili çalışma ve yayınlar yapılmış, 1923 Ağustos’unda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Türkçe Kanunu önerisi verilmiş, ancak bu öneri gerçekleşememiştir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra alfabe ile ilgili tartışmaların da gittikçe yoğunlaştığı ve Latin alfabesi taraftarlarının çoğaldığı görülür. Bu arada başta Saha Türkleri olmak üzere Lâtin alfabesi uzak Türk topluluklarında kullanılmaya başlanmıştır. Değişik Türk coğrafyalarında da benzeri çalışmalar ve tartışmalar sürmektedir. Nihayet 1926’da Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi’nde bütün Türklerin Lâtin alfabesine geçme kararı alınır. Bu kongreye Türkiye’yi temsil etmek üzere Fuat köprülü, Hüseyinzâde Ali Bey, Türkiye’de çalışmakta olan Macar bilgin Mesaroş Yula katılır. Türkiye delegeleri de Kongre’nin kararını benimserler. Türkiye’nin bu kararı desteklemesi ve iki yıl gibi kısa sayılacak bir sürede uygulamaya koyması, Stalin’in Türkler üzerinde oynamak istediği oyunun bozulmasını sağlar. Buradaki plan, Türkiye ile Sovyetler Birliği sınırları içerisindeki Türklerin yazı birliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Kongre’den sonra bütün Türk toplulukları arka arkaya Lâtin alfabesine geçerler ve yazı birliği devam ettirilmiş olur, ancak Sovyetler’deki Türkler’e 1938’den itibaren Kril harflerinin, her bir lehçeye ayrı ayrı olmak üzere, uygulanmasıyla yazı birliği hem Türkiye ile hem de birbirleri arasında bozulmuş olur ve Rus generalinin söylediği “Ordularımızın yarım bıraktığını alfabemiz tamamlayacaktır.” sözündeki düşünce gerçekleştirilmeye çalışılır.

Türkiye 3 Kasım 1928’de Resmî Gazete’de yayımlanan “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Yasa” ile Lâtin kaynaklı yeni Türk alfabesini kabul eder. Yeni Türk harflerinin kabul edilmesinden sonra ülkede büyük bir seferlik başlatıldı. Mustafa Kemal; il il, kasaba kasaba dolaşarak elinde tebeşir kara tahta başında yeni harfleri tanıtıyor ve Dünya ilk defa bir cumhurbaşkanını elinde tebeşir halka okuma yazma öğretirken izliyordu.

Devlet dairelerinde 1 Ocak 1929’dan itibaren eski yazını kullanılmasına son verildi. Yeni yayımlanacak kitapların yeni Türk yazısıyla yayımlanması mecburiyeti getirildi. 1929 yılının Haziran ayında tapu senetleri, nüfus ve evlenme cüzdanları askerlik belgeleri yeni Türk harfleriyle yayın yapmaya başladılar. Devlet, bütün ekonomik sıkıntılara rağmen gazete ve dergilere aylık maddi yardımda bulundu. Yeni yazıyı öğretmek için açılan Millet Mektepleri dışında Türk Ocakları, Halkodaları, Halkevleri de çeşitli kurslar düzenlediler.

2-11 Temmuz 1932 tarihleri arasında 1. Türk Tarih Kurultayı toplanır ve bu toplantının hazırlıkları sırasında dil sorunu da gündeme gelir. Başlangıçta dil sorununun Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti bünyesinde bir kol olarak ele alınması düşünülür, ancak daha sonra Atatürk’ün “Öyle ise, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” sözüyle ayrı bir kurum oluşturulması yoluna gidilir. Âfet İnan’a göre Gazi Mustafa Kemal Türk Dil Kurumu’nun hedeflerini şöyle belirlemiştir;

1- Türk dilinin sadeleşmesi, halkın konuşma dili arasında bir birlik ve ahenk kurulması. Konuşma, edebiyat ve bilim dilimizin kesin kurallarla tespit edilerek tarihî metinlerden ve yaşayan halk lehçelerinden taramalar, derlemeler yaparak bir kelime ve terim hazinesi vücuda getirilmesi.

2- Dil incelemelerinde ikinci hedef, tarihî araştırmalarda belge olan, ölü veya eski dillerin metotlu bir şekilde incelenmesi ve mukayese edilmesi.

12 Temmuz 1932’de Türk Dilini Tetkik Cemiyeti; “Türk dilini tetkik ve elde edilecek neticeleri neşretmek” amacıyla resmen kurulur.

26 Eylül – 4 Ekim 1932 tarihleri arasında halka da açık olarak Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan 1. Türk Dili Kurultayı’nda konuşulacak konu başlıkları şöyle belirlenmiştir;

1- Dilin menşei

2- Türk Dilinin bugünkü hâli, asrî ve medenî ihtiyaçları

3- Türk dilinin müstakbel inkişafları.

21 Kasım 1932 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Söz Derleme Talimatnâmesi ve 1933 yılı baharında yayımlanan beyannâmelerle, daha sonra Dil Devrimi olarak adlandırılacak çalışmalar başladı. Bütün ülkede bir anda dil seferberliği başladı. Yazı ve konuşma dilinde kullanılan Arapça sözlerin Türkçe karşılıklarının en kısa yoldan ve az zamanda bulunmasını yurttaşların yardımıyla gerçekleştirmek için anket hazırlandı.  Bu faaliyete gazeteler de katılacak ve bulunan karşılıkları yayınlayacaklardı, ayrıca gazete yazarları da beğendikleri kelimeleri yazılarında kullanarak ortak dilde yerleşmesine çalışacaklardı.

Her ilde kurulan “dil heyeti”nde vali, belediye başkanı, üst düzey bir askerî yetkili, milli eğitim ve sağlık müdürlüklerinden, yetkililer, lise müdürleri ve diğer yetkililer yer almışlardır. Aynı şekilde ilçelerde de heyetler oluşturulmuştu.

1934 yılında çalışmaların ilk ürünlerinden biri olan Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi yayımlandı.

18 Ağustos 1934’te ikinci Türk Dil Kurultayı toplandı ve bu kurultayda kurumun adı, Türk Dili Araştırma Kurumu olarak değiştirildi. Bu kurultayda ağırlıklı olarak bilim ve teknik terimleri konusu üzerinde durulmuş ve Batı dillerinden terim alınması gerektiğinde yaşayan dillerden değil de Latince ve Grekçe gibi ölü dillerden terim alınmasının uygun olacağı sonucuna varılmıştır. İkinci Kurultay’dan sonra özleştirmecilik hareketi yavaşlamış ve ılımlı bir sadeleştirmeye dönülmüştür. Ayrıca bu dönemden sonra Türkçedeki Arapça, Farsça sözler yerine Batı kaynaklı sözlerin tercih edildiği de görülmektedir ki bu durum, Kurum’un daha sonraki çalışmalarında da dikkati çeker. Bu tercihte medeniyet çevresi değişikliğinin belirginleşmesi etkili olmuştur.

Falih Rıfkı’nın Çankaya adlı eserinde aktardığı şu konuşma, Atatürk’ün dilin içine düşürüldüğü karmaşayla ilgili görüşünü yansıtması ve aldığı tavır bakımından önemlidir:

“Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti,

– Dili bir çıkmaza saplamışızdır, dedi.

Sonra:

– Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız, dedi.”

24 Ağustos 1936 günü Üçüncü Türk Dil Kurultayı toplandı ve  bu kurultayda Kurum’un adı Türk Dil Kurumu’na dönüştürüldü. Bu Kurultay’ın ana gündemi; Türk dilinin eskiliğini ortaya koyan, aynı zamanda dünya dillerinin de Türk dilinden kaynaklandığını ve Türkçenin bütün dillerin kökü olduğunu iddia eden Güneş – Dil Teorisi oldu. 1938’e kadar bu teori ile ilgili çeşitli yayınlar yapıldı, ancak 1938’den sonra bu teori gündemden çıktı. Atatürk’ün 1936 yılındaki Dil Bayramı dolayısıyla gönderdiği telgrafla 1932’den sonraki söz ve konuşmaları karşılaştırıldığında aradaki farklılık açıkça görülecektir. Bu telgraf aşırı özleştirme tutumundan vazgeçip, sadeleştirmeci tutuma geçişin göstergesidir.

Atatürk, öldükten sonra da kurulmasını sağladığı Türk Tarih ve Dil Kurumları’nın yaşaması için İş Bankası’ndaki hisselerinin gelirlerinden bir kısmını bağışlamış ve bu kurumlarla ilişkisinin sürmesini sağlamıştır.

1945’te Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu)’nın dili Türkçeleştirilmiş ve genel dil ile hukuk dili arasındaki ayrılığın ortadan kaldırılması yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Türk Dil Kurumu’nun temel başvuru kaynaklarından olan Türkçe Sözlük 1944 yılında yayımlanır.

Türk Dil Kurumu’nun özellikle özleştirme çabalarına karşı aydınlar arasında başlangıçtan beri bir  muhalefet süregelmiştir. Bu muhalefetin temel hareket noktaları; yeni türetilen kelimelerin bir kısmının köklerinin belirsizliği, bir kısım kelimelerdeki kök ek uyumsuzluğu, dilden atılan yabancı kaynaklı sözlerin yüzyıllardır kullanıla kullanıla dilin ve hayatın her alanına girdiği, ayrıca bunların anlaşılmama sorunu olmadığı, özellikle Arapça, Farsça kaynaklı kelimelere karşı düşmanlık yapıldığı ve Batı dillerinden gelen kelimelere aynı tutumun takınılmadığı gibi konulardır.

 

Bugünkü Durum

Tanzimat’tan itibaren başlayan Türkçecilik hareketi, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte sistemli olarak ve bir devlet sorunu olarak ele alınmış, yukarıda anlatıldığı üzere konuyla ilgili devlet destekli kurumlar oluşturulmuştur. Devletin dille ilgili bu titizliği, toplum hayatının her yönünde hissedilmiş ve bir süre böyle devam edilmiştir. Başta eğitim dili olmak üzere idare ve hukuk dili, gazetecilik dili Türkçeleştirilmiştir.

Türkçe ile ilgili çalışmalar üniversitelerde bilim adamları ve üniversite dışından aydınlar tarafından devam ettirilirken, 1950’den sonra yabancı dille eğitim yapan okullar çoğunlukla devlet destekli olarak yeniden açılmaya başlanmıştır.

Osmanlı’da Tanzimat’tan sonra gerek devletin açtığı, gerekse yabancıların daha çok azınlıklara yönelik olarak açtıkları yabancı dille eğitim yapan okullardan dolayı kısa zamanda ortaya çıkan durum şöyledir;

1839’da başlayan Fransızca tıp eğitimi, eğitimini Avrupa’da bitiren ve iyi Fransızca bilen gayrimüslimlerin tekelinde kalmıştır. 1900 yılında belediye hekimlerinin %50si bile Türk değildir. 1919’da ise İstanbul’daki 319 eczanenin yalnızca %20’sinin sahibi Türk idi. Fransızca tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye’nin zengin ve nüfuzlu hocalarının 1861’de kurduğu Elenikos Filolopikos Sillogus derneği binlerce ciltlik bir kitaplık oluşturmuş; fen, eski eserler, eğitim ve okul bölümleri halinde çalışmış ve Helen kültürüne Yunanistan’dan daha çok hizmet etmiştir.

  1. yüzyılda Osmanlı topraklarında açılan yabancı okullarının sayısı 1600’ü aşmıştı. Misyoner okulları olarak adlandırılan bu okullarda yabancı dillerle öğretim yapılıyor, çoğunun programında Türkçe dersi bulunmuyordu. Bazı illerde bu okulların dağılımı şöyledir:

İstanbul’da 83 İngiliz okulu (1917)

Beyrut’ta 44 Rus okulu (1910)

Elazığ’da 83 Protestan okulu (1894)

Bitlis’te 22 Protestan okulu (1894)

Diyarbakır’da 22 Protestan okulu (1894)

Erzurum’da 24 Protestan okulu (1894)

Bugünkü Türkiye üniversitelerindeki yabancı dille öğretim ise şu şekildedir; vakıf veya devlet üniversitelerinin 28’inin tamamında veya bazı programlarında kısmen bir yabancı dille öğretim yapılmaktadır. Devlet üniversitelerinin 245, vakıf üniversitelerinin 150 programında yabancı dilde öğretim vardır. 1999 rakamlarına göre, yabancı dille öğretim yapan öğrencilerin oranı devlet üniversitelerinde %10, vakıf üniversitelerinde %63’tür. Yabancı dille eğitim konusunu aşağıda aktarılan insan beyninin yapısına ilişkin bilgilerle ilişkilendirerek düşünürsek, yapılan öğretimin verimi hususunda daha açık bir kanaate varabiliriz.

Dilin insan beyniyle ilişkisi şöyle tespit edilmiştir: 1997 yılında Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre [1997 July 10; 388 (6638): 171-4] ana dilini kullanan kişilerin beyinlerinde, ana dilin kullanımı ile ilgili bölgeler FMRI (işlevsel manyetik rezonans görüntüleme) tekniğini kullanarak belirlenmiş. Bunun yanı sıra, ikincil bir dil konuşan kişilerin beyin bölgeleri de dil kullanımı sırasında haritalandırılmış. Küçükken öğrenilen ana dili, beynin belli bir bölgesinde kodlanırken, daha ileri dönemlerde (genellikle 3-7 yaş sonrasında) edinilen yeni bir dil başka bir beyin bölgesinde işlenmektedir. Sonradan edinilen bir dilde gündelik konuşma kolayca yapılabilirken, alınan bilginin işlenmesi, içselleştirilmesi, soyut sonuçlara gidilmesi ve yeni imgelemler üretilmesi çok büyük oranda kısıtlanmaktadır. Bu şu demektir, yabancı bir dilde anlatılan bir şeyi anlamaya çalışmak çoğu kez ana diline göre çok daha yavaş, pahalı ve kalitesiz olacaktır. Biraz derin düşünüldüğünde sonradan öğrenilen dille ana dili arasındaki fark çarpıcı bir biçimde ortaya çıkacaktır (Öner, 2005 ).

Bugün Türkiye’de gerek devlet, gerekse vakıf üniversitelerinde yabancı dilleri öğretmeye yönelik olarak açılmış pek çok bölüm vardır ve bu durum, dünyanın içinde bulunduğu bugünkü şartlar dikkate alındığında gayet doğaldır. Bu bölümlerde gözden kaçırılmaması gereken husus, öğrencilerin öncelikle ana dillerini, yani devletin resmi dilini bütün gramer kurallarıyla tam olarak öğrenmelerinin sağlanması ve bu dilde yazılmış edebî eserlerden haz almalarını temin edecek bir edebiyat zevkinin verilmesidir. Bunlar yapılmadan öğrenilecek bir yabancı dilden de amaçlanan sonuca ulaşılması mümkün olmayacaktır.

Türkiye’de 1950’li yıllardan başlayarak devlet tarafında yaygınlaştırılan yabancı dille öğretim sorunu, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte oluşturulan ve pek çok çaba ve çalışmayla yerleştirilen dil politikasında bir sapmanın göstergesidir. Bugün dünyanın büyük bir bölümünde özellikle Anglo-Sakson kültürü etkili ve hâkim durumdadır. Bu kültürün taşıyıcısı olan İngilizce, geri kalmış ya da sömürge hayatı yaşamış pek çok ülkede eğitim öğretim dili haline gelmiştir ve gerek İngiltere gerekse ABD bu durumdan çok büyük bir maddî kazanç sağlamaktadırlar. Türkiye gelişmişlik bakımından orta seviyede ve hiçbir zaman sömürge durumuna düşmemiş bir ülke olmasına rağmen, ülkenin üst zekâ seviyesine sahip gençlerinin tercih ettiği okullar, İngilizce öğretim yapan okullardır. Yukarıda belirtildiği üzere bunların içerisinde devlet okulları da vakıf okulları da vardır, ancak başlangıcı devlet okulları yapmıştır. Yapılan propagandalarla, halkta, yabancı dille öğretim yapan okullardaki eğitimin kaliteli olduğu düşüncesi yerleştirilmiş ve orta öğretimde başarılı ve zeki öğrenciler bu okullara yönlendirilmiştir. Yabancı dillerle öğretim yapan bu zeki öğrencilerin, ana dilleriyle öğrenim gördüklerinde daha başarılı olup olamayacakları hiçbir araştırmanın konusu yapılmamıştır. Bu tür okulların amacı; yabancı bir dili ki, bu, ülkemizde özellikle İngilizcedir, öğretmek midir, yoksa öğrenciyi seçtiği alanda iyi yetiştirmek midir? Eğer amaç yabancı dil öğretmekse bunun çok daha ucuz ve kolay yolları vardır, ama eğer amaç öğrenciyi iyi yetiştirmekse yukarda belirtildiği gibi insan herhangi bir meseleyi sonradan edinilmiş dille değil, içine doğduğu ana diliyle çok daha iyi düzeyde öğrenebilir. Bugün ne yazık ki devletin öncülük ettiği yabancı dille öğretim sorunu, pek çok akademisyen ve aydın tarafından savunulmaktadır, ancak aynı kişiler geçmişi Arapça, Farsça konusunda eleştirmektedirler. Sonuçları açısından hiçbir farkı olmayacak bir durum söz konusudur ve Arapça, Farsça Türkçeye ne kadar zarar verdiyse İngilizce, bugünkü şartlar dolayısıyla çok daha fazlasını verecektir.

Türkiye üniversitelerindeki akademik yükselmelerde aranan yabancı dilde yayın yapma şartı da devlet kurumlarının dil konusundaki tercihlerinin bir göstergesidir. Mesela bir kimyacı alanıyla ilgili bir deney yapacak; yapacağı deneyde kullanılacak malzeme muhtemelen ithal bir malzemedir, yani Türkiye bu maddeyi döviz ödeyerek yurt dışından satın almıştır, deneyin tamamlanmasından sonra ortaya çıkan sonuç eğer Batı dillerinden biriyle ve Batı ülkelerinde yayınlanabilirse, bu çalışma bir değer ifade eder. Yani bu demektir ki, para vererek aldığımız hammaddeyi emek harcayarak işledik ve ortaya çıkan ürünü kullanma önceliğini de hammaddeyi aldıklarımıza vereceğiz. Üstelik çoğunlukla çıkan sonucun yayınlanması için de ayrıca para ödenmektedir. Bunlar konunun yalnızca maddi boyutlarıdır. Konunun bir de sosyal ve psikolojik boyutu vardır ki, maddi yönünden daha düşündürücüdür.  Akademik yükselmede yabancı ülkede ve yabancı dille yayın şartı koymak demek; ben ülkemin insanına da, yayın kurumlarına da, eğitim kurumlarına da, üniversitedeki hocalarına da, hatta üniversiteyi yöneten bir rektör olarak kendime de güvenmiyorum demektir ve bu, esasında millî haysiyeti yaralayacak bir durumdur.

Yabancı dille öğretimin ilk ve ortaöğretim kurumlarına, anaokullarına kadar yaygınlaşmış olması, Türkçenin geleceği açısından oldukça ciddi bir tehdittir. Devletin yabancı dille öğretimi başlatıp yaygınlaştırması, vakıfların ve kişilerin kurduğu eğitim kurumları için de özendirici olmuş ve onlar da kaliteli olduklarının göstergesi olarak yabancı dille eğitim yapıyor olmayı gösterir duruma gelmişlerdir. Bu durumun sonucu derhal halka ve sokağa yansımış ve özellikle büyük şehirlerdeki iş yeri adları ile marka adları büyük ölçüde yabancılaşmıştır.

Bugünkü devlet yöneticileri ve aydınlar Türkçe karşısındaki tavırlarını, Cumhuriyet’i kuran kadronun tavrıyla karşılaştırmalı ve şu soruların cevabını aramalıdır;

1- Türkçemiz, ana dilimiz, böylesine bereketli bir geçmişe sahip olmasına rağmen, bugün bizim onun karşısındaki tavrımız nedir?

2- Okullarımızda ana dilimizi yeterince öğretebiliyor muyuz? Ana dilimizi öğretmekte yeni ses ve yazı teknolojilerinden yararlanabiliyor muyuz?

3- Çocuklarımızın çevresini kuşatan sözlü ve yazılı basının ana dilimize karşı duyması gereken sevgi ve sorumluluk yeterli mi?

4- “Din dili, evrensel dil” gibi yutturmacalarla çok küçük yaşlarda, daha çocuklarımızın ana dillerinin yapı ve anlam örgüsü oluşmadan ve büyük kısmının ömür boyu ihtiyaç duymayacakları yabancı dilleri onlara zorla öğretmeye devam edecek miyiz? Böyle yaparak ana yurdumuz olan ana dilimizi terk edip, topluca, bir başka ülkeye, yani bir başka dile taşınmaya mı karar verdik? (Karaağaç, 2002).

 

SONUÇ

1- Eğitim-öğretimin her kademesinde yabancı dille öğretime derhal son verilmeli ve buna devlet öncülük etmelidir.

2- Halka hitap etme durumunda olan herkesten (radyo ve televizyon sunucuları, eğitim kurumlarında çalışanlar, din adamları, vb.) mutlaka dil titizliği ve edebî zevk aranmalıdır.

3- Ülkenin bilim kurumları, Türkçenin bilim dili olması için Cumhuriyet’in ilanından sonra başlatılan çalışmaları, aynı bilinçle devam ettirmelidirler.

4- Üniversitelerdeki yabancı yayın sona erdirilmeli, yapılan bütün çalışmaların öncelikle Türkçe olarak ve Türkiye’de yayınlanması sağlanmalı, gerekiyorsa bu yayınlar daha sonra yabancı dillere çevrilmelidir.

5- Üreticilerin ürettikleri mallara Türkçe adlar vermeleri özendirilmelidir.

6- Türkçeyi “sokaktaki yabancı” durumuna düşüren iş yeri adlarının Türkçe olması sağlanmalıdır.

7- İlköğretimin ilk yıllarında başlatılan ve öğrencilerin düzgün cümle kurma yeteneklerini ortadan kaldırarak düşüncelerini ifade edemez hâle getiren teste ve “aşağıdakilerden hangisidir” sorusuna dayalı sınav sistemi sorgulanmalı ve mutlaka düzeltilmelidir.

8- eğitim kurumlarının ilk basamağından itibaren öğrencileri edebî zevk sahibi yapacak eserler seçilerek okumaları sağlanmalı ve gençlik seçici duruma getirilerek televizyonların kölesi durumundan kurtarılmalıdır.

Devleti ve eğitim kurumlarını yönetenler, ülkede bir Türkçe sorunu olduğunun farkına varmadıkları sürece bu sayılanların ve benzeri tedbirlerin hayata geçmesi elbette mümkün olmayacaktır. Sorunun fark edilmesi için de meslekleri Türk Dili ve Türk Edebiyatı olanların, bu alanların yalnızca günlük geçimin sağlandığı bir alan olmaktan öte bir anlama sahip olduğuna inanmaları ve bu inançla hareket etmeleri gerekmektedir.

 

KAYNAKÇA

AKALIN, Şükrü Haluk (2003). Atatürk’ün Türkçeye Verdiği Önem ve TDK, Gaziantep Üniversitesi Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni I, Gaziantep.

AKÜN, Ömer Faruk (1985). Hayatı, Hizmetleri ve Eserleri İle Şemseddin Sami, Temel       Türkçe Sözlük, Tercüman Gazetesi Yay., C. 1, İstanbul.

EGAMBERDİYEV, Mirzahan (2005). Çarlık Rusyası’nın Türkistan’daki Eğitim Politikası (1870-1917), Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi,  C. 6, S. 1, s. 103-108.

GÖKALP, Ziya (1963). Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınevi, 5. baskı, s. 89-90, İstanbul.

GÖKDAĞ, Bilgehan Atsız (2003). Dil Planlaması, Gaziantep Üniversitesi Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni I, Gaziantep.

İMER, Kamile (2001). Türkiye’de Dil Planlaması: Türk Dil Devrimi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.

ÖNER, Mustafa (2003). Sovyetler Birliğinin Dil Politikaları ve Sonuçları, Gaziantep Üniversitesi Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni I, Gaziantep.

——————- (2005). Yabancı Dille Öğretim, Ulusal Eğitim Kurultayı, İzmir.

ÖZKAN, Mustafa (2002). Yenileşme Sürecinde Türk Dili, V. Türk Kültürü kongresi (Cumhuriyet’ten Günümüze Türk Kültürünün Dünü, Bugünü ve Geleceği), Ankara.

SADOĞLU, Hüseyin (2003). Türkiye’de Uluşçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi                Üniversitesi Yay., İstanbul.

Şemseddin Sami (Tarih Yok), Kamus-ı Türkî, Bedir Yayınevi, (Yer Yok).

TALAT, Tekin (1997). Tarih Boyunca Türkçenin Yazımı, Simurg Yayınları, Ankara.

TÜRK, Vahit (2003). Din Türkçesi, Gaziantep Üniversitesi Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni I, Gaziantep.

 

 

“DİL POLİTİKASI” MAKALESİNİN ÖZETİ

Haz: Ercan ÇALIŞKAN

 

Yazar ilk paragrafta makaleyi tek cümleyle özetlemiş:

Bu makalede dil, dilin birey ve toplum hayatındaki yeri, dil politikası veya dil planlaması kavramı ile dünyada uygulanan örnekler üzerinde durulmuş ve konu Türkçe açısından da, dilin tarihî gelişmesiyle birlikte değerlendirilmeye çalışılmış, son olarak da Türkçenin geleceğine yönelik önerilerde bulunulmuştur.

Yazılanları biraz daha geniş bir şekilde ele alacak olursak şunları yazabiliriz:

İnsanların bedenleri yani fizik yanları toprak olan yurtta, insanı insan olarak var kılan değerleri ise dilde yaşar. Tarihte buna bağlı olarak din, medeniyet, egemenlik gibi etkilere bağlı olarak “toprak yurdu kaybetme” kavramından söz edilebileceği gibi, “dil yurdunu kaybetme” kavramından da söz edilebilir. Buradan hareketle insanın, insan varlığının göstergesi olan dil, bir ulus için ulus olarak yaşamanın temel şartıdır.

Dil politikası ve dil planlaması kavramı, her ne kadar yeni bir kavramsa da, konuyla ilgili uygulamaların tarihi oldukça eskidir. Örneğin 10. yüzyıla kadar Türkçe konuşan Bulgarlar, durduğu yerde “Slavlaşmamış”, dini ve kültürel politikalar sonrasında değişime uğramışlardır. Aynı şekilde Çarlık Rusyası ile Sovyetler Birliği’nin aynı politikaları sürdürmesi sonucunda da pek çok Türk topluluğu Hıristiyanlaşmış ve Ruslaşmışlardır.

Avrupa’da sorun bir başka şekilde gelişmiştir. Orada ulus olma bilinci en çok kilise etkisindeki “din dili” ile uğraşmış, 19. Yüzyıl sonlarına kadar işin bu yönünü çözse de bu defa devletler kendi içlerine yönelmişler ve hâkim unsura göre “öteki” olarak tanımlanan kitleleri benzeştirme çabasına girmişlerdir.

Bugün yeryüzünde altı binin üzerinde farklı dil konuşulmasına rağmen bağımsız devlet sayısı iki yüzü bulmamaktadır.  J. A. Fishman kapsamlı bir biçimde tanımını ortaya koymasıyla başlayan dil planlaması dünyada karşılığını bulmuş, bu alanda çalışmalar sürmektedir.

Dünyada dil etkileşimleri bir gerçektir. Türkçenin tarih boyunca komşularından etkilendiği ve sürekli onların baskısına maruz kaldığından bahsedilmiş, ayrıca Türkçedeki yabancı kelimelerle ilgili sözlükler yazılmış ama Türkçenin komşularına verdikleri sürekli göz ardı edilmiştir. Mesela Rusça’da 2500 civarında Türkçe kelime vardır. Bu konuda makalede ayrıntılı istatistiki bilgiler bulunmaktadır.

Dil etkileşiminde Türkçenin durumu iç açıcı değildir. Mesela 11. yüzyılda Kutadgu Bilig’de %3 oranında yabancı dil girdisi varken 14. Yüzyılda Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’ nde %45 alıntı vardır. 19. yüzyılda Recâizâde Mahmud Ekrem’de bu oran %60 civarındadır.

  1. yüzyıldan itibaren bazı yerel çıkışlar olmasına rağmen gelişmeler Türklük ve Türkçe aleyhine olmuştur. Burada Rusya’da özellikle İlminski’nin Türkistan’ı Ruslaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak için hazırladığı programdan söz edilmeli, binlerce Türk aydınının öldürüldüğü unutulmamalıdır. Bu arada bilhassa Gaspıralı İsmail Bey’in kurup yaygınlaştırdığı usûl-i cedit okullarının, İlminski ve benzerlerince oluşturulan ve devlet tarafından uygulanan programlara karşı geliştirilmiş bir tedbir olduğu da belirtilmelidir. Her şeye rağmen bu yüzyıldaki çırpınışlar 20. Yüzyıl için temel oluşturmuştur.

Bu noktada 1911 Genç Kalemler dergisindeki, Milli Edebiyat makalesinden, özellikle 1926 Bakü Türkoloji Kongresinden, 1932 ve 1934’teki  Türk Dili Kurultaylarından söz edilmelidir. 1934’teki kurultay sonrası “Dili bir çıkmaza saplamışızdır, çıkmazdan biz kurtaracağız.” tespitini de unutmamalıyız.

Tanzimat’tan itibaren başlayan Türkçecilik hareketi, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte sistemli olarak ve bir devlet sorunu olarak ele alınmış, yukarıda anlatıldığı üzere konuyla ilgili devlet destekli kurumlar oluşturulmuştur. Devletin dille ilgili bu titizliği, toplum hayatının her yönünde hissedilmiş ve bir süre böyle devam edilmiştir. Başta eğitim dili olmak üzere idare ve hukuk dili, gazetecilik dili Türkçeleştirilmiştir. Bu arada Türkiye’de 1950’li yıllardan başlayarak devlet tarafında yaygınlaştırılan yabancı dille öğretim sorunu, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte oluşturulan ve pek çok çaba ve çalışmayla yerleştirilen dil politikasında bir sapmanın göstergesidir.

Makalenin bundan sonraki bölümünde Genç Kalemler’de ve Dil Kurultaylarında ifadesini bulan önerilere yer verildikten sonra aşağıdaki sorular sorulmuş ve önerilere yer verilmiştir:

 

SORULAR

 

1- Türkçemiz, ana dilimiz, böylesine bereketli bir geçmişe sahip olmasına rağmen, bugün bizim onun karşısındaki tavrımız nedir?

2- Okullarımızda ana dilimizi yeterince öğretebiliyor muyuz? Ana dilimizi öğretmekte yeni ses ve yazı teknolojilerinden yararlanabiliyor muyuz?

3- Çocuklarımızın çevresini kuşatan sözlü ve yazılı basının ana dilimize karşı duyması gereken sevgi ve sorumluluk yeterli mi?

4- “Din dili, evrensel dil” gibi yutturmacalarla çok küçük yaşlarda, daha çocuklarımızın ana dillerinin yapı ve anlam örgüsü oluşmadan ve büyük kısmının ömür boyu ihtiyaç duymayacakları yabancı dilleri onlara zorla öğretmeye devam edecek miyiz? Böyle yaparak ana yurdumuz olan ana dilimizi terk edip, topluca, bir başka ülkeye, yani bir başka dile taşınmaya mı karar verdik?

 

ÖNERİLER

 

1- Eğitim-öğretimin her kademesinde yabancı dille öğretime derhal son verilmeli ve buna devlet öncülük etmelidir.

2- Halka hitap etme durumunda olan herkesten (radyo ve televizyon sunucuları, eğitim kurumlarında çalışanlar, din adamları, vb.) mutlaka dil titizliği ve edebî zevk aranmalıdır.

3- Ülkenin bilim kurumları, Türkçenin bilim dili olması için Cumhuriyet’in ilanından sonra başlatılan çalışmaları, aynı bilinçle devam ettirmelidirler.

4- Üniversitelerdeki yabancı yayın sona erdirilmeli, yapılan bütün çalışmaların öncelikle Türkçe olarak ve Türkiye’de yayınlanması sağlanmalı, gerekiyorsa bu yayınlar daha sonra yabancı dillere çevrilmelidir.

5- Üreticilerin ürettikleri mallara Türkçe adlar vermeleri özendirilmelidir.

6- Türkçeyi “sokaktaki yabancı” durumuna düşüren iş yeri adlarının Türkçe olması sağlanmalıdır.

7- İlköğretimin ilk yıllarında başlatılan ve öğrencilerin düzgün cümle kurma yeteneklerini ortadan kaldırarak düşüncelerini ifade edemez hâle getiren teste ve “aşağıdakilerden hangisidir” sorusuna dayalı sınav sistemi sorgulanmalı ve mutlaka düzeltilmelidir.

8- eğitim kurumlarının ilk basamağından itibaren öğrencileri edebî zevk sahibi yapacak eserler seçilerek okumaları sağlanmalı ve gençlik seçici duruma getirilerek televizyonların kölesi durumundan kurtarılmalıdır.

Özeti yazarın kendi cümleleriyle tamamlıyorum:

 

Devleti ve eğitim kurumlarını yönetenler, ülkede bir Türkçe sorunu olduğunun farkına varmadıkları sürece bu sayılanların ve benzeri tedbirlerin hayata geçmesi elbette mümkün olmayacaktır. Sorunun fark edilmesi için de meslekleri Türk Dili ve Türk Edebiyatı olanların, bu alanların yalnızca günlük geçimin sağlandığı bir alan olmaktan öte bir anlama sahip olduğuna inanmaları ve bu inançla hareket etmeleri gerekmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

  1. BÖLÜM

DİL POLİTİKALARI

Prof. Dr. Vahit Türk[1]

Bu yazı,[2] tam tarihini hatırlamamakla birlikte 2005 yılında yazılmış olmalı. Gaziantep Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda bugünkü Türk Dil Kurumu başkanı olan Gürer Gülsevin, Türkçenin Çağdaş Sorunları adıyla bir kitap düşündüklerini, bu kitap içerisinde Sözlük ve Sözlükçülük, Yabancı Dille Öğretim, Türkçenin Yabancı Dil Olarak Sesletimi, Türkçe Öğretiminin Sorunları, Dil Kirliliği, Ölçünlü Türkçede Yerelleşme, Anadili Bilinci, Türk Dünyası ve Ortak İletişim Dili, Türkçe ve Bilim Dili, Medya Dili, Yabancı Kelimelere Türkçe Karşılıklar Bulma, Türkiye Türkçesinde Güncel Yazım Sorunları, İnternette Türkçe, Cumhuriyet Dönemi Terim Çalışmalarına Bir Bakış ve Varılan Son Durum gibi başlıkları taşıyan makalelerin olacağını, benden de dil politikalarıyla ilgili bir yazı yazıp yazamayacağımı sordular ve bu yazı ortaya çıktı.

Bu sayılan başlıkların her biri, bir makale haline geldi ve bu makalelerin toplanmasıyla 404 sayfadan oluşan bir kitap ortaya çıktı. Kitap 2006 yılında ikinci baskıyı yaptı, ancak ondan sonraki durumunu bilmiyorum.

Kitapta Dil Politikaları Sorunu başlığıyla yer alan bendenize ait yazı, yılını hatırlamıyorum ama Ülkü Ocakları’nın dergisi Ülkü Ocağı’nda da yayımlandı. Daha sonra biraz genel okuyucuya hitap edecek bazı yazıların bir kitaba dönüştürülmesi düşünüldü ve bu düşünce 2014 yılında bu yazının da yer aldığı Türkçe Yazılar adlı kitaba dönüşerek Kurgan yayınevi tarafından basıldı. Şu anda piyasada var mı yok mu bilmiyorum.

Dil konusunun ne derece önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Herhalde Türk milliyetçiliği düşüncesinin birtakım iddialarla ortaya çıktığı günden bugüne en çok tartışılan konulardan biri, dildir. Türkçenin yaşadığı tarihi macera, insanımızın dilimizle ilgili tutumu, duyarlı ya da duyarsız davranışları sürekli üzerinde durulan, tartışılan konular oldu. Dilin, millet varlığını sürdürme konusundaki yeri dikkate alındığında bu durumun oldukça doğal olduğu kabul edilmelidir. Özellikle çağımızdaki teknik üzerinden gelen emperyal dil saldırılarını etkisiz hale getirmek ve püskürtmek için mutlaka dikkatli olmak durumundayız. Devleti yönetenlerin ve eğitim camiasının sorumluluğu her zamankinden daha çok olacağa benziyor. Yeni oluşan durumlara göre politikalar geliştirmek be tedbirler almak elbette devletin görevidir, ancak aydınların da görevi devleti yönetenlere yol göstermek, onların yanlış yapmalarına engel olmaktır. Buradaki amaçlardan başlıcası sanırım budur.

 

 

 

 

DİL POLİTIKALARI

Prof. Dr. Ayşe İNCE İLKER[3]

DTCF Akademi’nin Değerli Üyeleri, akademiyi kuran ve destek olan arkadaşlarımızın mühim bir toplumsal sorumluluk üstlendiklerini; dilci ve edebiyatçı arkadaşlarımızın da bu sorumluluk anlayışına bilimsel olarak destek olduklarını görüyor ve bu tavır alışın bir kıvılcımdan bir ocak ateşine dönüşebileceğini düşünüyorum. Günümüze yön veren bütün hareketler önce birkaç sevdalı ile başlamış ve sonra dal budak vermişti. Gaspıralı İsmail Bey, yalnızdı; Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp da yalnızdı başlangıçta. Mustafa Kemal’in etrafında da bir avuçtan daha az insan vardı ona inanan. Bu çerçevede bu sivil Türkçe hareketinin ilkeleri doğru ve isabetli ortaya konursa benimsenmesinin uzak bir ihtimal olmayacağına inanıyorum. Sizlere, 2018 yılında Türkçe Konuşan Ülkeler Kurultayı’na sunulan “Batı Grubu Türk Yazı Dillerinin Bugünkü Durumu” başlıklı bildirimin[4] genel ağ ortamında yayımlanmış biçiminden alıntıladığım birkaç paragraf sunmak istiyorum. Bu alıntıda en çok vurgu yapmak istediğim madde 4. ve 5. maddelerdir:

Bir yazı dilinin gelişmişlik durumunu belirlemek için çağdaş dünyanın kullandığı belirli ölçütler vardır. Bunların başında, edebî ve bilimsel alanlardaki işlenmişliği gelmektedir. Bunun yanında, yazı dilinin basılı eserleri ve kitapların baskı sayısı ile basılanların tür ve çeşitliliği de ölçütlerden bazıları olarak kabul edilmektedir.  Süreli yayınların, özellikle dergilerin, gazetelerin yayımı, yazı dilini besleyen en önemli ögedir. Elbette, yazı dili için temel şartların başında sınırları belli bir coğrafya ve bir devlet teşekkülünün varlığı gelmektedir. Dilin, bilimsel eserlerle işlenmesi yanında edebî olarak işlenmesi ve eşzamanlı yayınlarda bu işlenmişliğin sürdürülmesi önemlidir. Dilin işlenmiş ürünlerinin geniş toplum tabanına yayılması ve düşünsel alanın derinleştirilmesi, o yazı diliyle inşa edilen gelecek tasarımı için de çok mühimdir. Dolayısıyla roman, hikâye, deneme, tiyatro, sinema ve film senaryoları,  gezi ve hatıra yazıları ve mizahî eserler, bu işlenmişliğin can damarları olarak kabul edilmektedir. Bunların yanında, ilköğretimden üniversiteye kadar ders kitaplarının dili de, dilin doğal gelişmesine büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Bu girişten sonra söylenenlere dayanarak, yazı dili süreçlerini etkileyen konuları şöyle sıralamak mümkün olabilir:

1) Yazı Dillerinin Dil Politikalarıyla Yönlendirilmesi

2) Yazı Dili Ürünlerinin Basım,  Yayım ve Dağıtımı

3)Yazı Dili Alanının Temel Yazıcılık Alanları: Sözlükler,  Ansiklopediler

4) Bilim, Edebiyat ve Sanat Alanında Yazı Dilinin İşlenmesi

5) Yazı Dilinin veya Anadilin Geleceğini Yönlendirici Söylemler

6)Kamusal Alanda Yazı Dilinin İşlenmesi (Bakanlıkların hazırladığı ders kitapları, üniversitelerin çıkardığı bilimsel dergiler, yönetmelik, yönerge, kanunların dili, kamusal alanda yazı dilinin işlendiği örnekler olarak ele alınmalıdır.)

7)  Mevcut Gidişata Muhalif Dilin İşleklik Kazanması  (Tarihsel bir örnek olarak Hürriyet Kasidesinin ve diğer örneklerin yadsınamayacak işlevleri ).

Bizler DTCF Birlik-Akademi olarak en çok bilim ve sanat alanında yazı dilinin işlenmesi ve ana dilimizin geleceğini yönlendirecek söylemlere odaklanabiliriz. Özellikle roman, hikâye, deneme, tiyatro, sinema ve film senaryoları, gezi ve hatıra yazıları ve mizahî eserlerin yeniden üretilmesini ve mevcut olanların da güncellenmesini önceleyebiliriz. Şunu söylemek istiyorum: Hatıra olarak DTCF Kantin Günleri düşüncesi buna katkıdır. Senaryo da yazılabilir. Ayrıca, klasik eserlerimizi çocuklar ve gençler için güncelleyebiliriz. Belirli yaş gruplarına yönelik kısaltılmış ve sadeleştirilmiş baskılar yapılabilir. Bunlara örnek olarak bazı yayınevlerinin basımları var, ama geliştirilmesi gereklidir.

Türkçenin geleceğini yönlendiren söylemler, sivil toplum kuruluşlarına çağrı yapılarak çoğaltılabilir. Genel ağda ana dili ve iletişim aracı olarak dilin ehemmiyetini vurgulayan uranlar/sloganlar üzerinde çalışabiliriz. En yakın çevremizden başlayarak söz dağarcığımızı zenginleştirici çalışmaları, oyunlar ve esprilerle kurgulayabiliriz. Orta Asya Türk lehçelerinden aktarmalar konusunda dikkat çekebiliriz. Güney Azerbaycan Türkçesi ve bu lehçeyi anadili olarak konuşan Türkler,  Farslar tarafından “böcek” olarak kabul edilmekte ve aşağılanmaktadır. Dünyada, Türkçeye (Türklere)  karşı girişilen haksızlıkları mizahi ve etkili örneklerle Türkiye coğrafyasında, Balkanlar’da ve Orta Asya’da duyurabiliriz. Ana başlıklarım şimdilik bunlardır. Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

 

 

 

 

  1. BÖLÜM

İKİNCİ OTURUM: SORU VE KATKILAR

Oturum Başkanı: Arslan KÜÇÜKYILDIZ

Oturum Başkanı:  Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bugün Kırım sürgününün yıldönümü.  Sürgünde ölenlere rahmet diliyorum. Yarın Dursun Kepçeoğlu arkadaşımızın dediği gibi “Bir Milletin Samsun’a çıktığı” gün. Kutlu bayramdır, kutlu olsun.

DTCF AKADEMİ olarak bir ilki yaşıyoruz. Altyapısı Ercan Çalışkan Başkanımızca hazırlanan ilk planlı toplantımız bugün burada sanal ortamda, bir WhatsApp topluluğunda gerçekleşiyor. İnşallah gelecekte bu toplantıları daha geniş katılımlarla, yüz yüze yapacak, başta okulumuz Farabi salonu olmak üzere daha büyük salonlara, ilmi dergilere taşıyacağız. Buna yürekten inanıyorum. Emeği geçen arkadaşlarımıza, kıymetli Hocalarımıza, kıymetli katılımcılara teşrifiniz ve katkılarınız için teşekkür ediyorum.

Soru ve katkılarınızı buyurun arkadaşlar:

Mehmet Yılmaz:  Prof. Vahit Türk’ün yazısında bahsini ettiği Türkçe Yazılar adlı kitabını (Vahit Türk. Türkçe Yazılar. Ankara, Kurgan Yayınevi, 2014) okumamış olanlar için “Türk/çe bakış” açısından tavsiye ederim…

Oturum Başkanı: Türkçe üzerine yazılmış kitaplar uyarıcı, düşündürücü, yol gösterici oluyor. Vahit Hocamın kitabı çok önemli bir çalışma. Burada Necmettin Hacıeminoğlu ve Nihat Sami Banarlı’yı Türkçe üzerine yazdıkları kitapları için rahmet ve minnetle anmış olalım.

Selma Yel: Soru değil ve katkı da değil aslında ne haddime. Teşekkür belki. Ayşe hocama. Maddi olarak neler yapılabileceğini söylemiş. Çok teşekkür ederim bu kıymetli katkısından dolayı. Bizim kantin anılarımızda kullanılan Türkçenin de ne kadar önemli olduğunu da vurgulamış sağ olsun. Sosyal medya gruplarında kullanılan Türkçeyi de önemli buluyorum ben. Çünkü görsel hafıza irade dışı çalışır ve kopyalar, hem doğruyu ve hem de yanlışı. Bizlerin bu konuda da dikkatli olması gerekir bireysel olarak. Bir de ufak ilave, İslâm Ülkeleri ve Türkistan coğrafyasında Türkiye Türkçesini konuşabilen ve anlayabilenlerden çoğu televizyon kanalıyla bunu başardıklarını söylemişlerdi. Ayşe hocam buna işaret etmiş zaten ama vurgulamak istedim yine de.

Oturum Başkanı: Ayşe Hocam, sosyal medya üzerinde bir hâkimiyetimiz yok ama dili üzerine ne gibi çalışmalar yapılabilir?

Ayşe İlker: Sosyal medya alanı, denetimi mümkün olmayan bir alan. Ama yine de çok şey yapmak mümkün. Söz gelimi, edat olan ” da ” yı birleşik yazanların iletilerini beğenmemek gibi… Bunu yayabiliriz…

Selma Yel: Vahit beye de teşekkür ederim. Elon Mask demiş ki “yeni bir çağ geliyor ve insan dili bitecek”. Bu durumda zaman zaman umutsuzluğa düşüyorum sadece millet olarak biz değil tüm insanlık tehlike altında görünüyor gibi. Konunun dışına çıkmamaya çalışmakla birlikte soruyu sormak zorundayım. Nasıl çıkacağız bu sarmaldan. Hiç bilmediğimiz tarihten ders çıkarma imkânı bulamayacağımız bir tehditle karşı karşıyayız. Elon Mask kim diye merak edenler hemen bir tarama yapabilirler.

Oturum Başkanı: Vahit Hocam İnsan dili yerine yapay zekâ dili gelir mi? Ne dersiniz; bizim yapay zekâ konusundaki siyasetimiz ne olabilir?

Vahit Türk: Elon Mask’ın öngörüsüne benzer öngörüler daha önce de duyuldu. Buna elbette kesin bir cevap verme, ya da tam olarak şöyle olacak deme imkânımız yok. Cenab-ı Allah, insanı akıl ile yarattığı için ona birtakım sorumluluklar da yüklemiş. Bu sorumlulukları izlediğimiz zaman tabiatın dengesi bozulmaz, ancak insana bir de hırs verilmiş, bu hırsın peşinden gidince de felaket kaçınılmaz. Bunlar, dinin ve felsefenin alanına giren konular, çok da fazla ilerleyemiyorum. Bir sarmal var mı? Evet. Nasıl çıkarız? Tarihteki örnekleri inceleyerek ve yapılması gerekenlerle yapılmaması gerekenleri tayin ederek diyebilirim ancak.

Yapay zekâ konusuyla ilgili doğrusu çok bilgim yok. Dil, yalnızca ses ile iletişimden ibaret değil, konuşmanın içine çoğu zaman duyguları da katarız, bu yüzden robotlardan farklıyız. Doğrusu yapay zekânın insan iletişiminin yerini tutabileceğini düşünmüyorum. Konuşur, ancak insan gibi değil.

Selma Yel: Dili nasıl koruyacağız bu durumda?

Mehmet Yılmaz: Geleceğin “insan modelleri” için Fukuyama’nın “İnsan ötesi geleceğimiz” adlı kitabı, dilden toplumsal düzene kadar ipuçları veriyor, sorun olarak gördüğü şey, elde edilen bilgi/yeteneklerin nasıl kullanılacağı konusunda…

Oturum Başkanı: Selma Hocam sorunuz cevaplandı.

Ercan Çalışkan: İki sorum var:

  1. Ülkücüler olarak biz tek cümlelik “Biz şöyle bir Türkçeyi savunuyoruz.” gibi özet bir tanımımız olabilir mi? (Vahit Türk için)
  2. Türk Dil Kurumu Türk dil politikası oluşturmanın an itibarıyla neresinde? (Ayşe İlker için)

Oturum Başkanı: Hocalarım bu soru ikinize geldi. Buyurun.

Vahit Türk: Ercan Başkanımın sorusu, kolay cevaplanacak bir soru değil, ancak bir amaç söyleyebilirim; “Türkçeyi hayatın her alanında hâkim kılmak.”

Ayşe İlker: Ercan ağabey, her şeye rağmen Türkçe şu anda doğal mecrasında akıyor. Kurum şu anda dört koldan çalışıyor, bilim ve uygulama kolları bekleyen ve yeni projeler yapmakta. Birkaç örnek vereyim: Türkiye Türkçesi Ağız Atlası ve Köken Bilgisi Sözlüğü projeleri sürüyor…

Gürol Delice:  Vahit ve Ayşe Hocamızın yazılarının belirlediği çerçeve dahilinde konuya katkıda bulunmak istiyorum:

İnsanı konuşabilen bir varlık olarak yaratan Yüce Allah, zaman içinde insanları kavimlere ayırmış her kavme de anlayabilmeleri için bir dil halk etmiştir. Allah’ın ayetlerinden biri de bu dillerin kelime ve kaidelerinin kendiliğinden oluşmasıdır.

Dillerin nasıl ortaya çıktığına dair birçok faraziye ileri sürülse de ispatı şu ana kadar mümkün olmamıştır.

Neticede her dil bir anlaşma haberleşme ve iletişim vasıtası olduğu kadar aynı zamanda edebi sanatların malzemesidir.

Meseleye bu zaviyeden baktığımızda Türkçemiz var olduğu günden bugüne kadar bir medeniyet, sanat, hukuk vb. dili olma özelliğine sahip dünyadaki beş on dilden bir tanesidir.

Bir sanat dili olduğu kadar bir imparatorluk dili olan Türkçemize tabii olarak Arapça, Farsça ve diğer dillerden kelimeler girmiş, Türkçemizden de diğer dillere kelime geçişleri olmuştur ki bu son derece tabii bir haldir.

Türkler kadar dünyada geniş bir coğrafyaya yayılmış başka bir millet var mıdır, bilemiyorum. Anayurttan başlayan yolculuğumuz bugün dünyanın dört bir tarafına devam etmektedir. Bu da Türk milletinin milli kimliğinin ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesidir.

Akademik olarak Türk dilinin incelenmesi ayrı Türkçenin ana kucağından başlayarak eğitim kurumları dâhil öğretilmesi ciddi bir çalışmayı gerektirir. Bunun paydaşları anne baba, öğretmenler, akademisyenler rehberlik uzmanları, yazılı, görsel ve sosyal medya mensuplarıdır.

Tabii bunların alacağı kararları uygulayacak/uygulatacak devlet yöneticileridir.

Anaokulu ve ilkokul bu işin beşiği giriş kapısıdır. İşin uzmanlarınca tespit edilmiş kelime hazinesi çocuğun eğitim ve pedagojik seviyesine göre azar azar metinlere dayalı tatbiki olarak çocuğa verilmelidir. Bu ortaokul, lisede devam etmelidir.

Sahada 32 yıl çalışmış birisi olarak en büyük sıkıntı öğrencilere yeteri kadar kendini yazılı ve sözlü ifade edecek imkânın verilmemesidir. Yazılı yoklamalarda çoktan seçmeli sistemden tamamen vaz geçmek gerekir. Belki kurumlara geçiş imtihanında bu mümkün olabilir.

Sınıf içi yazılı ve sözlü çalışmalara ağırlık verilip, değerlendirme bu çalışmalar üzerinden yapılmalıdır.

Türkçe dersinin genel amacı okuduğunu anlamak, anladığını en doğru en güzel şekilde yazılı ve sözlü anlatabilmektir. Tabii öğrenci bu beceriyi kazanırken vücut ve duygu dilini ifadesine katabilmelidir.

Ta ilkokuldan başlayıp üniversiteye kadar öğretilen dilbilgisi kurallarının bu amaca yönelik hizmeti son derece sınırlıdır.

Türk Dili ve Edebiyatı dersinin amacı ise Türkçe dersinin amaçlarına edebi metinler üzerinden devamı şeklindedir. Gerek Divan Edebiyatı gerçekse Tanzimat sonrası edebi metinlerin incelenmesinde anlaşılabilir zevk ve heyecan verici metinler tercih edilmelidir. Öğretmen her şeyden şikâyetçi olacağına kendini yetiştirip bu metin tespitini yapabilmelidir. Türkçe ve Edebiyat derslerinde gereksiz bilgilerden arınarak ağırlık bu metinlere verilmelidir.

Kendi lisan bilgilerimle liselerde verilen bilgileri mukayese ettiğimde liselerde verilen bilgilerin kat be kat fazla olduğunu, imtihanlardan sonra bu bilgilerin çoğunun çöpe atıldığını biliyorum. Tabii diğer derslerde bundan farklı değildir.

Fakülte ve yüksekokullardaki Türk Dili ve İnkılap tarihi dersleri öğrenci için külfet mesabesindedir ki bir an önce vazgeçilip bunun yerine şair edip ve yazarlarla sohbet programlarının yapılması daha yerinde ve faydalı olur.

Dil ne fazla zorlamaya ne de boş bırakmaya gelir. Burada ölçü hayatın kendisi ve bu hayat içinde yaşayan ana baba, öğretmen, sanatçı ve diğer yetkililere çok iş düşmektedir.

Oturum Başkanı: Ayşe Hocam, Gürol Beyin katkısı, sizin de dikkatini çektiği, okullarda edebi zevki aşılama konusuyla ilgili. Katkıyı değerlendirmek ister misiniz? Bence yapılabilecekler konusunda bir dizelge oluşmaya başladı. Ne dersiniz?

Ayşe İlker: Gürol kardeşim, okumanın yanına yazma eğitimini de eklemeliyiz… Bu çok önemli bir zihinsel eylem… Evet, okuma- düşünme-yazma alışkanlığı ve zevki…

Gürol Delice: Elbette öyle, yazmayı da ihmal etmemek gerekir.

Tülay Alparslan: Bu konuda bir eğitimci olarak fikir beyan etmek istiyorum:

Öncelikle ilkokul ve ortaokul seviyesinde ders kitaplarının düzenlenmesi gerektiğine inanıyorum. Bu çağlarda öğrenilen asla unutulmuyor. Eskiden kitaplarda Ömer Seyfeddin’in  Forsa ve Eskici hikâyeleri gibi güzel Türkçe hem de milli değerleri dilin önemini  anlatan edebi metinler vardı. Bunlar hem okuma merakını uyandırıp bu yazarların okunmasını hem de güzel Türkçeyi öğretiyordu.

Bu konuda da hemfikirim. Yeni müfredatla etkinlik kitapları çocuklara okuma yazma alışkanlığını tamamen unutturan bir rol üstlendi.

Hele de test sınavları.

Çocuklar günlük konuşmalar dışında kelime haznesi olmayan kendini ifade edemeyen düşünemeyen bireyler oldular.

Vahit Türk: Bir uran (slogan) cümle yazayım. Türkçenin katili, iki kelimelik bir Türkçe cümle olan “Aşağıdakilerden hangisi” sorusudur.

İlkokullarımızın temel amacı, okuma yazma öğretmek. Bunun, okur-yazar yetiştirmek olarak değiştirilmesini önerebiliriz.

(Oturum Başkanı: Bu uran meselesini sormak istiyorum. Gittikçe daha kısa yazıyor, az düşünüyoruz. Nasıl aşmalı? Zor metinleri, uzun metinleri (kitap Hary Potter olunca nedense bu değişiyor) okutamıyoruz.

Vahit Türk: Arslancığım, okur-yazar konusunu tam da bunun için yazmıştım.)

Tülay Alparslan: Hocam okuma yazma birinci sınıfta, iki üç ise pekiştirme amaçlıdır. Okuma zevki ve alışkanlığı çocuğun merakını uyandıran beynini harekete geçiren güzel metinlerle  olmalıdır.

Hep yazma okuma üzerinde durduk. Dilin kaynaklarından sözlü kültür ve aktarımı üzerinde de düşünmemiz gerekmez mi acaba?

Okul öncesi veya daha küçük yaşlarda evde çocuklara okuduğumuz masal kitapları?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum milli kimlik oluşturulmadan hiçbir şeyi oluşturamaz ve sahip çıkamayız. Bireylerin Türkçeye sahip çıkabilmesi için kendini Türk hissetmesi gerekiyor Eğitim de bu temele dayandırılmalı.

Bu eğitim de ailede başlıyor Ne yazık ki 2.- 3. sınıflarda Türklerle ilgili bir konu anlatırken ben Kürdüm diyen öğrencilerim oldu bunların aileleri Ankara’ya geleli 20 30 yıl olmasına rağmen Türkçe öğrenmeyen, hala Kürtçe konuşan büyükanne ve büyükbabalardan oluşuyordu.

Bu yüzden okul öncesi çok önemli, şimdi torun büyütüyorum ve ona okuyacak Türk masalı bulamıyorum.  Sizi fazla yormadan maddeler halinde yazayım önerilerimi bu örneklerle değerlendirirsiniz.

(Oturum Başkanı: Mesele çok yönlü. Oyuncakla, beşikle, tepesinde dönen müzikli oyuncakla, ninniyle başlıyor. Yazın hepsini.)

Tülay Alparslan:

  1. Okul öncesi çocuklara yönelik masal kitapları okumak için ya da resimli anlatımlı
  2. Türk mitolojisini temel alan çizgi kahramanlar çizgi romanlar. Keloğlan ve Nasredin Hoca tek başına yıllardır bu işi götürüyor ama yetmez.
  3. Ana sınıflarındaki etkinlikler de bu temelle yeniden düzenlenmeli.
  4. Birinci sınıf okuma-yazma temelli olduğu için bu dönemde seslerle verilecek örneklerden tutun da okunacak hikâyeler de tamamen Türkçe isimli kahramanlar, Türk aile yapısını ve geleneklerini örneklemelerden seçilmeli.
  5. İkinci sınıftan itibaren ders kitaplarındaki metinler her sınıfın seviyesine uygun klasik Türk hikâyecilerinden seçilmiş metinler ve özellikle Türk mitolojisi Oğuz Kaan Dede Korkut Hikâyeleri Alp Er Tunga, Göç Destanı, efsanelerimiz mutlaka ilk beş sınıfta metin olarak verilip işlenmeli.
  6. İlk beş sınıfta test sınavları tamamen kaldırılmalı, öğrenci Türkçe okuyup yazmaya Türkçe düşünüp Türkçe kendini ifade etmeye odaklı etkinliklerle yetiştirilmeli.

Orta ve lisede hâlâ kelimeleri düzgün yazamayan öğrenci sayısı o kadar çok ki.

  1. İlk kademede Türkçe dilbilgisi kuralları nerdeyse hiç yok; dilbilgisi ve noktalama işaretleri pekiştirilmeli. Bunun için de hazır etkinlik içeren ders kitaplarından vazgeçilmeli.
  2. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Tarihi Atatürk odaklı anlatımdan kurtulmalı. Atatürk düşmanı değilim, yanlış anlamayın: Diğer komutanlar yerel kahramanlara milli ve yerel teşkilatlara daha fazla yer verilmeli. Milli mücadeleyi bir kişinin başarısı olarak göstermek milli kimliği küçümsemeyi geliştiriyor. Her bunalımda oturup bir Atatürk bekleyen, kendine güvenemeyen nesillerin oluşmasına sebep oluyor. Atatürk’ün her başarısının altında Türk milletinin vatan ve bağımsızlık aşkının olduğu ve teşkilatlanma birlik olma özelliğinin vurgulanması, milletinin hasletlerine güvenilmesinin sağlanması.
  3. Ortaokula geçen her çocuk Türkiye’nin sınırlarını komşularını bölgelerini bilebilmeli, vatanının konumunu ve önemini kavrayabilmiş olmalı.
  4. Türk kimliği sadece Cumhuriyet Türkiye’si ile sınırlandırılmadan Orta Asya’dan itibaren ve günümüzdeki Türk devletleriyle birlikte kavratılmalı.
  5. Çok önemli bir sorun da erken yaşta okul öncesi verilen dini eğitim: Çocuklarımızın ilk aidiyeti milletine olmalı milli dilini oluşturmadan anlamadığı bir dili ezbere zorlanmamalı. Çocuklarımız Türkleşmeden dindarlaştırılmamalı. Türk milleti dinini milliyetinden ayrı düşünmez zaten. Bence en büyük tehlike anlamadan sorgulamadan korkutularak biat kültürünü çocukların beynine sokmaktır.

Ayşe İlker: Arslan kardeşim, Mart 2019’da Devlet dergisinde “Geleceğe Nasıl Yön Verilir?” başlıklı bir makale yazmıştım…[5] Orada çocuklarımızı ve gençlerimizi bekleyen başka tehlikelere de dikkat çekiyorum… Ama bunlar zihinsel…

Kenan Ziya Taş: Türk dilinin bozulmasına ve bu bozukluğun yaygınlaşmasına günlük hayatta en fazla etki eden marka adları ve tabelalarda kullanılan sözlerdir. Bu etkiyi kırabilecek neler yapılabilir? Diğer türlü yapılan akademik veya ilmi çalışmaların sonuçları, kütüphane raflarında tozlanmaya mahkum kalıyor.

Oturum Başkanı: Vahit Hocam, aklıma Türkçe ile ilgili bir kanun dışında bu konuya bir çözüm gelmiyor. Ne dersiniz?

Vahit Türk: Türkçenin korunması konusu elbette son derece önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Türk dili, tarihin bilinmeyen çağlarında kollara ayrıldı, lehçeler halinde yaşamaya başladı. Biz, doğal olarak daha çok Oğuz sahasına dikkat ediyoruz ve dilimiz yaşıyor diye düşünüyoruz. Türklüğün, farklı coğrafyalardaki kolları büyük kayıplar verdi. Bunun sebepleri üzerinde pek durulmadı. Anadolu, aşağı yukarı bin yıldır Türkistan’dan beslene beslene bugüne geldi, bugün bile Türkistanlı pek çok kişi burada yaşıyor. Anadolu’nun bir başka özelliği doğal sınırlara sahip olması, bir diğer özelliğimiz, çevremizdeki halkların bir kısmıyla din farklılığımız. Din farklılığı olmayan halklar içerisinde çok çabuk erimekte olduğumuzu tarih bize söylüyor. Kürtçe konuşuru olan onlarca Türk aşireti var.

Kenan Hocam, elbette kanun olabilir, ancak ondan daha önemlisi, eğitimin temelinde “ana dili” düşüncesinin hâkim olması, devleti yönetenlerin konuyu ciddiye alması, aydınların aynı şekilde meseleyi benimsemesi gerekiyor. Bu durumda kanuna bile gerek kalmaz.

Aslında bu tabela konusu meselenin en kolay yönü. Bir yasa çıkarırsınız, tabelasından Türkçe Sözlük’te olmayan bir kelime kullanan her yıl şu kadar fazladan vergi ödeyecek dersiniz, iki türlü kazanırsınız. Asıl olan bilinçlerde bu dil konusunun yer etmesi.

Kenan Ziya Taş: “Zor oyunu bozuyor” Tabii burada kastım silah zoru değil.

Vahit Türk: Kenan Hoca, insanları dövmektense parasını alın.

Kenan Ziya Taş: Zamana uygun çözüm.

Mehmet Yılmaz: Tabela konusu Türkçeye yönelmiş gerçek bir ağır topçu atışıdır, bu konuda yapılacak iş “irade ve idare” gösterip uluslararası zincir markalar dışında yabancı kelimeleri yasaklamak ya da “yerli üretim” kuruluşlara Vahit Hocanın dediği gibi farklı ve zamlı tabela vergisi uygulamasıdır…

Tülay Hanım: Bu konuda belediyeler ek gelir elde edecekleri için istekli olabilirler.

Oturum Başkanı: Vahit Hocam, Göktürk Alfabesi’ne yönelişlerin dil siyasetimizde karşılığı nedir? Son zamanlarda arabalarda şurada burada bu alfabeyi görüyoruz. İnternette bu yazıyı öğreten siteler bile var Hocam. Uzmanlar her dilin kendi yazısıyla daha iyi ifade imkânı bulacağını söylüyorlar mı?

Vahit Türk: Bu tür şeylerin sonuca etki etme değeri olmaz, ancak insanlara geçmişi hatırlatmak gibi bir yararı olur. Bu durum oldukça yeni biliyorsunuz. Arabaların arkasına yazmak, bu yazıyı öğreten kurslar da varmış sanırım. Hafıza tazeleme diye düşünmek gerek. Bu tür durumlar bazen de birtakım olumsuzluklara tepki olarak görülür.

Alfabenin amacı dilin seslerini mümkün olan en üst düzeyde karşılamasıdır. Bu açıdan düşünüldüğünde Eski Türk Yazısı’nda sekiz ünlüyü dört işaretle, Arap Yazısı’na sekiz ünlüyü üç işaretle gösteririz. Çok kullandığımız Uygur Yazısı’nda da durum farklı değil. Bugünkü yazımız bu anlamda en yeterli yazıdır, üzerinde çok ciddi çalışılmış, özellikle Macar uzmanlardan yararlanılmıştır. Bilhassa noktalı harflerin varlığı dilimizdeki sesleri üst düzeyde karşılayacak durumdadır.

Eski Türk Yazısı’nın bir özelliği, ünsüz çeşitliliğine sahip olmasıdır. Yani kalın ünlülerin yanındaki b harfiyle ince ünlülerin yanındaki b harfi farklı, böyle olunca ünlü o mu okunacak yoksa ö mü okunacak karmaşası ortadan kalkıyor.

Oturum Başkanı: Size bir soru daha Vahit Hocam. Tıpkı Kiril alfabesi kullanan Türklerde, her Türk topluluğunun Kiril alfabesinin birbirini anlamaması için aynı seslere farklı Kiril harfleri kullanılmasında olduğu gibi Latin yazısında da benzer harf farklılıkları var. Yaklaşacak mıyız, yaklaşmalarını mı bekleyeceğiz?

Vahit Türk: Özellikle Özbek alfabesine iyi saate olsunların müdahale ettiği biliniyor. Bu müdahaleler diğerlerinde de var. Türkiye bu konuyla çok uğraştı, siyasi görüşü ne olursa olsun her hükümet bu konuya eğildi, özellikle doksanlı yıllarda, ancak kolay olmuyor. Bir şeyler yapılacaksa yine biz yapacağız, ancak bir insan ömrü içinde olup bitmiyor, uzun zaman istiyor. Esas konu bence şudur: Öz kardeşiniz de olsa size muhtaç olduğu sürece bağlılığı daha çok olur. Muhtaçlık nedir? Maddi olarak size muhtaç olacak ve siz de onun ihtiyacını karşılayacak güce sahip olacaksınız. Eğitim konusu ihmale gelmez. Her türlü ilişkinin yararı olur. Karşılıklı evlenmelerin çoğalması son derece önemli. daha pek çok şey sıralanabilir.

Taşkent’ten Semerkant’a seyahat ederken trende görevli bir genç kız bizimle çok güzel bir İstanbul Türkçesiyle konuşunca Türkiye Türkçesini hangi okulda öğrendiğini, Türkiye’de mi eğitim aldığını sordum. Hiçbir okula gitmediğini ve televizyon dizilerinde öğrendiğini söyledi. Bu önemli bir ölçüdür. İnsanların ilgilerini çekebilecek bir şeyler sunabilirseniz, müşteriniz hep olacaktır. Tanık olduğum bir başka olay da şudur: Gaziantep’te çalışırken bu Suriye konusu yoktu, ilişkiler yeni yeni düzeliyordu. Malum Halep ile Gaziantep her şeyiyle birbirine yakındır ve bu iki şehirde pek çok akraba vardır. 8-9 yaşlarında bir Türk çocuğu Gaziantep’e akrabalarına gelmiş, televizyonda özellikle bu dedikodu programlarını, evlenme programlarını izlediğini söylediklerinde “Türkçe söylenen her cümle kutsaldır” dediğimi hatırlıyorum. O çocuk ana dilini Halep’te o programları izleyerek yaşatıyor ve o programları yapanların hiçbirinin aklından yaptığının bu yönü yoktur.

Sebahattin Köroğlu: Doğru.  Televizyon gibi çok etkili bir aracı amaç için daha etkin kılmak projenin olmazsa olmazı. ..

Abdullah Şalcı: Kesinlikle çok önemli. Ben de Kuzey Irak’da bu duruma şahit oldum. Çok zamanda bunu insanlar şarkılar, türküler vasıtası ile halletmişler.

Oturum Başkanı: Ayşe Hocam, Türk Dünyası ile bir ortak konuşma dili, ortak yazı dilinden söz edebiliyor muyuz? Mesela Avaz kanalı sunucuları herkesin anlayacağı asgari ortak bir dil kullanamaz mı? Vahit Hocam, bu soruya siz de cevap verebilirsiniz.

Ayşe İlker: Türkiye Türkçesi’nin orta vadede Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile bir iletişim dili haline geleceğini düşünüyorum, biz istemesek de şartlar o noktaya doğru götürecek… Yalnızca dayatmacı bir üsluptan sakınarak yol almak gerek… TRT Avaz ve sizin yaptığınız programların çok etkili olduğunu düşünüyorum…

Oturum Başkanı: Ben Hocalarımız dışında cevap vermek isteyenlere bir soru sorayım: Edebi zevki oluşturacak eserleri okutamıyoruz diyoruz ya, o edebi zevki oluşturacak eserlerin de önce yazılması lazım. Edebi diye yayınlanan eserlerin çoğunun dili çok zayıf geliyor bana. Ne dersiniz?

Sabahattin Köroğlu: Türkçenin sorunlarını belirlemeden,  sıralamadan,  çözüm için imkânları akıl ve bilimsel yöntemle amaca uygun olarak devreye sokmayanlara yapılan işler boşuna çabadır.

Türkçenin sorunları:

  1. Çok geniş coğrafyalara yayılmış dilimizin Lehçe – şivelerini arasında azami anlaşma birliğinin sağlanması için yapılacak işler.
  2. Dilimize yabancı dillerden sözcük girişini kontrol etmek ve önlemek için yapılacak işler.
  3. Dilimize girmiş bulunan yabancı sözcüklerin yerine Türkçenin yapılış özellikleri ve kuralları kapsamında yeni sözcükler türeterek işgale son vermek.
  4. Türkçenin hem milli sınırlar içinde ve evrensel boyutta bilim, teknik ve sanat alanında gelişmesini, zenginleşmesini sağlayacak politikalar, çalışmalar planlamak.
  5. Olaya asla siyasi parti, grup veya dini sempatisiyle bakılmamasının sağlanması.
  6. Konunun bireysel yaklaşımla değil, kurumsal planlama ve dinamizmle ele alınmasının sağlanması.
  7. Yapılacak bütün çalışmaların bütün Türk topluluklarıyla yeni plan çerçevesinde birlikte yürütülmesini sağlanması.
  8. Çalışmaların hiçbir aşamasında Türkçenin ses, yapı, söz dizimi, köken özelliklerinin titizlikle takip edilmesi sağlanmalı.
  9. Bireysel heves ve eğilimler yerine Halkta karşılığı olan değerlere öncelik tanınması.
  10. Konuyla ilgili olarak ciddi bir sahiplenmenin geliştirilmesi. Zira dil işi biraz da ortaya konan ürüne sahip çıkılması işidir.

Yapılmış tarama ve derleme çalışmaları yetersiz veya eksikse bunlar tamamlanmalı

  1. Ortaya çıkan yeni sözcükler her kademedeki eğitim kurumlarınca benimsemiş kullanılmalı ve yaygınlaştırılmalı.

Bu işin Türkçülüğü,  sağcılığı,  solculuğu, tarikat iliği,  mezhepçiliği olmaz. Bu konu koca bir milletin varlığını ilgilendiren çok önemli bir konudur.

Türkçenin bütün coğrafyalarda dünyanın kaybolmaya yüz tutmuş dillerinden olduğunu düşünmekteyim. Bu görüşün dayandığı vahim belirtiler var. Görmezlikten gelemeyiz.

Şimdilik bu kadar sıralayabiliriz.  Arkadaşlarımın katkılarıyla daha kapsamlı bir Doktrin ortaya çıkarılabilir.

Bulgarlar, Macarlar Türk’tü.  Dillerini kaybettiler komşumuz oldular. Kürt kardeşlerimizin dili incelendiğinde çok şey söylenir.  Şimdi durumu görüyoruz.  Saha-Yakut Türkçesinin durumu ilginç.  Ufak tefek saplantılı harcanacak zaman ve enerji yok.

Devletten kaynak aktarılan TDK varken bu iş bizim gibi ahı gitmiş vahı kalmış emeklilerin WhatsApp hesabına kalmışsa ki öyle gözüküyor,  işe buradan başlamak lazım.

Milliyetçi düşünce tarihimizin büyük isimlerinden merhum sosyolog Prof. Erol Güngör, “Tenkitçi tavrı kaybeden bir aydın artık ruhları karartmaktan başka işe yaramaz.” diyerek şöyle yazıyordu:

“Aramızdan politika hayatına giren ve bir parti mensubu olan meslektaşlarımızla çok defa aramızın açılmasında bu tavır farkının önemli rolü vardır. Yahya Kemal’in hatıralarını okuyanlar, Ziya Gökalp gibi âlim ve faziletli bir insanın bile İttihat ve Terakki fırkasındaki rolü yüzünden bazen nasıl zihin esnekliğini kaybettiğini, hatalı yolda ısrar ettiğini görürler.” (Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Yayınları, s. 374)

Ercan Çalışkan: Başta Vahit Hocama bir soru yöneltmiştim. Sebebini biraz açayım. Şöyle bir hayalim var:

Türkiye’deki tüm ülkücüler, “Kendi mecrasında akıp giden, ağızlarda kullanılan ve genelde bulunmayan kelimelerin değerlendirildiği, moda kelime ve kavram alıntılarına karşı bir Türkçeyi savunmaktadır.” Devlete ve bu milleti seven herkese de önerileri şunlardır:

1- Eğitim-öğretimin her kademesinde yabancı dille öğretime derhal son verilmeli ve buna devlet öncülük etmelidir.

2- Halka hitap etme durumunda olan herkesten (radyo ve televizyon sunucuları, eğitim kurumlarında çalışanlar, din adamları, vb.) mutlaka dil titizliği ve edebî zevk aranmalıdır.

3- Ülkenin bilim kurumları, Türkçenin bilim dili olması için Cumhuriyet’in ilanından sonra başlatılan çalışmaları, aynı bilinçle devam ettirmelidirler.

4- Üniversitelerdeki yabancı yayın sona erdirilmeli, yapılan bütün çalışmaların öncelikle Türkçe olarak ve Türkiye’de yayınlanması sağlanmalı, gerekiyorsa bu yayınlar daha sonra yabancı dillere çevrilmelidir.

5- Üreticilerin ürettikleri mallara Türkçe adlar vermeleri özendirilmelidir.

6- Türkçeyi “sokaktaki yabancı” durumuna düşüren iş yeri adlarının Türkçe olması sağlanmalıdır.

7- İlköğretimin ilk yıllarında başlatılan ve öğrencilerin düzgün cümle kurma yeteneklerini ortadan kaldırarak düşüncelerini ifade edemez hâle getiren teste ve “aşağıdakilerden hangisidir” sorusuna dayalı sınav sistemi sorgulanmalı ve mutlaka düzeltilmelidir.

8- Eğitim kurumlarının ilk basamağından itibaren öğrencileri edebî zevk sahibi yapacak eserler seçilerek okumaları sağlanmalı ve gençlik seçici duruma getirilerek televizyonların kölesi durumundan kurtarılmalıdır.

Ben yukardaki tanım doğru ve herkes kabullenmeli anlamında bir düşünceyi savunmuyorum. Tanım da, maddeler de değişebilir. İlave de yapılabilir. Konuyu somutlamak için böyle bir tanım örneği verdim. Maddeler zaten Vahit arkadaşımızın önerilerinden oluşuyor.

Ülkücü hareket bu konuda ve her konuda bu tip alt yapıları kurabilirse herkes kendi kafasındaki şablona göre politika çizmeye kalkmaz. İşte o zaman her yerde aynı şeyi savunur, aynı şeyi söyleriz.

(Tülay Alparslan: 8 madde … bu eserler seçilerek ders kitaplarında yer verilmek suretiyle okunması sağlanmalı.

Vahit Türk: Tülay Hanım, son derece haklı, müfredata girmeyen şey, siz daha iyi bilirsiniz, hocaların isteğine bağlı kalır ve etkisi çok sınırlı olur.)

Vahit Türk: Bu, yakın zamanda kolay bir şey değil, ancak doksanlı yıllarda yapılan toplantılarda Cumhuriyetlerden gelen bütün bilim adamları önce Rusça konuşurdu, bir kısmı uyarılarla, bir kısmı kendiliğinden zaman içerisinde kendi lehçelerinde konuşmaya başladılar. Bu biraz da psikolojik bir durumdu. Sürekli hor görülmüş, kendilerine başka bir dil ve yabancı oldukları bir dünya dayatılmış, zihinlerine ikinci sınıf oldukları yerleştirilmiş insanlarda görülebilecek tavırları sergiliyorlardı. Biz onlara kendilerinin de değerli olduğunu gösterdik. Zamanla bunu anladılar ve kendi lehçelerinin de kullanılabileceğine ikna oldular. Şimdi o aşamayı da geçtik, pek çoğu Türkiye Türkçesi konuşuyor, en azından bizim alandakiler. Unutmayalım Kazan’ın Ruslar tarafından işgali 1552 yılı, yani 500 yıla yakın, Kazak bozkırları neredeyse 250 yıldır işgal altında. Bunları düşünmemiz ve buna göre davranmamız gerekiyor. Bazı şeyleri zaman belirleyecek, pek çok şeyi de Türkiye’nin gücü belirleyecek.

Ayşe İlker: Evet, çok doğru…

Tülay Hanım: Yapılacak çok şey var belki bazıları boyumuzu aşıyor gibi ama hiçbir şey yapmadan oturmak da daha üzücü.  Bu oturumda birden fazla alanda mücadele etmemiz gerektiği ortaya çıktı.

  • Eğitim
  • Sosyal hayat
  • TV ve sosyal medya

Bu konularda tutarlı bir çalışma meydana getirirsek grup dışında bu konularda hassas olan arkadaşlarımızla da paylaşıp işbirliğine gidebilir miyiz?

Oturum Başkanı: Tülay Hocam, bunlara bir de Aile’yi ekleyebilir miyiz? Ailede başlamayan hiçbir çalışma ileride yükseltilemiyor.

Tülay Alparslan: Bu konuyu açtım ama dağıtmayalım dediğiniz için devam etmedim.

Eğitim evde başlar evde çocuğa okunan masallar oyunlar bilmeceler izletilen çizgi filimler…

Okul öncesi eğitim sözlü kültür aktarımıdır eskiden bunu büyükanneler büyükbabalar yapardı  şimdi çocuklarımız yabancı uyduruk kahramanlarla büyüyor.

Bu konuda okul öncesi hazırlanacak masal kitapları çizgi filimler vb. materyaller yurt dışındaki çocuklarımızın dil gelişimi ve milli kimliğin oluşturulması açısında yararlı olabilir

Hasan Tülkay: Avrupa’da göçmen ve çoğu çifte vatandaş Türk çocuklarının Türkçe eğitimleri çok önemli. Tamamen farklı bir yabancı dil kültür ortamında yetişen çocukların durumu fecaat arz ediyor. Türkçe TV yayınlarının her eve girmesi dil öğrenimi açısından çok faydalı oldu. Fakat MEB tarafından görevli gönderilen Türk Kültürü ve Türkçe Dersleri öğretmenlerinin yeterince faydalı olabilmeleri için dijital çağın imkân ve vasıtalarından yararlanmayı da esas alan yeni program ve eğitim materyalleri hazırlanmalı.

Oturum Başkanı: Yurt dışındaki Türk çocukları için yapılması gereken işler de çok fazla ve çok önemli. Facia boyutunda.

Ayşe İlker: Yurtdışı işçi çocukları için ayrı bir başlık ve oturum açın, olabilir…

Metin Dağıstan: Bugün DTCF Akademi Ailesi son derece hayırlı bir işi başarıyla gerçekleştirmiş bulunuyor. Ben de izleyici olarak katıldım.  Çok değerli sunumlarınızdan, bilgilendirmelerinizden nasiplendim. Bu nedenle emeği geçen her Ülküdaşıma şükranlarımı sunuyorum.

İzninizle, bir Sosyal Antropolog olarak dikkatimi çeken bir hususu dile getirmek isterim.

En mükemmel aktarım, medya ve moda yoluyla olmaktadır. Vahit Hocamın Taşkent civarında rastlayıp Türkçesine hayran kaldığı genç kızımıza sorduğu sorunun cevabı Türk Televizyonu izlemek olmuştur. Türkçe tüm Türk coğrafyalarında televizyon yoluyla moda haline getirilebilirse, önünde kimse duramaz.

Arslan Beyin bildiğim kadarıyla bu yönde çalışmaları olmuştur.

Diziler ve gündüz kuşağı programlarının bazıları, soydaşlarımız…

Oturum Başkanı: Çok teşekkür ederim. Kesinlikle her alanda moda oluşturmak lazım.

Yusuf İzzettin Kılınçer:  Güzel fikirler beyan eden arkadaşlarımızın, yaptırım gücü konusunda da kafa yormaları gerektiğini söylemem gerekir. Dilde yozlaşma konusunda da, güzel fikirler vardı. Fakat maalesef, yaptırım veya etkinlik konusunda uygulanabilir bir öneri gelmedi. Bir örnek vermek gerekirse; ben, yabancı müzik yayını yapan bir mağazanın yetkilisi ile görüşüp müşterilerin de duyacağı şekilde,” Türkiye’de Türkçe müzik olması gerektiğini” söyleyerek, işgal atında olmadığımızı ve alışveriş yapmayacağımı ifade edip, marketi terk ettim. Çok olumlu tepki adım. Mümkün olduğunca tabelası Türkçe olmayan alışveriş merkezlerine girilmemesi konusunda ülke genelinde bir kampanya yapabilecek kapasitede olduğumuzu düşünüyorum. Tabii ki başka fikirler olabilir. Önemli olan sonuç almak diye düşünüyorum. Havada kalan sonuca etkisi olmayan fikirler, sadece kendimizi tatmin eder. Fikir beyanları sonunda, sayfa yöneticilerimizin, sonuca göre uygulanabilir karar alıp, her arkadaşımız da titizlikle uygularsa, önemli bir adım atmış oluruz. Boşuna zaman kaybetmemiş oluruz.

Mehmet Yaprak:  Yazılanların hepsini okudum. Özellikle Vahit Türk ve Ayşe İlker hocalara teşekkür ederim. Bir milletin kimliğini belirleyen en temel iki unsur soy bilinci ve dildir. Hepimizin kimlik hassasiyeti güçlü ve derin. Bu nedenle dil konusunda da hem hassasiyetimiz hem de endişelerimiz var.  Bazen bu endişeler etkisiyle dilde de aşırılıklar oluyor, oldu.

İnsanlık tarihini göz önüne aldığımızda nasıl ki yerleşik hayata geçmenin, kentleşmenin, sanayileşmenin önüne geçilemediyse (ki bunlar engellenemez doğal olgulardır) günümüzde hararetli tartışmalara yol açan küreselleşme de engellenemez bir doğal olgudur. Gelişen teknoloji, kitle iletişim teknolojisi, üretim, pazarlama, ulaşım imkânları etkisiyle Dünya devletleri, milletleri bir kasaba halkı, bir kasabanın çarşı pazar esnafı gibi bir duruma geldi. Bu durumda kültürel etkileşimler gibi dilde de etkileşimler kaçınılmaz, engellenemez hal almıştır. Özellikle bilim ve teknik terimlerin küreselleşmesi kaçınılmaz. Bunun çok örnekleri var. Birbirimizle ve tüm dünya Türkleri ile iletişim için milli kimliğimizin, kişiliğimizin temel unsuru güzel Türkçemizi koruyalım ancak bilim ve teknoloji terimlerine Türkçe karşılık bulmaya, uydurmaya çalışmak yerine bilimi ve teknolojiyi biz üretme gayretinde olmalıyız. Buluşların, icatların isimleri hep bulan kişinin veya ülkenin dilinden olmuştur. Hem dil, hem de ekonomik açıdan güçlü olmak için eğitim politikamızda içeriğin matematik ve fen bilimleri ile doldurulması gerekir. Tabi bir de sabırlı olmak gerekiyor. Bu gelişmeler bir kaç kuşak ömrü içerisinde gerçekleşebiliyor. İnanıyorum ki 22.yy’a girerken çok sayıda bilimsel ve teknik terim Türkçe olacak.

Şerif Kutludağ: Çok Değerli Dostlar, Dil politikasının ele alındığı bu örnek çalışmaya katılan, oturumları yöneten, katkı koyan ve saygıyla takip eden bütün dostlarımıza teşekkürler ediyorum…

Bütün bu çalışmaların yanında benim dikkat çekmek istediğim bir konu da özellikle bu konuya tahsis edilmiş TV kanallarının çoğalması ve Türk illerine yayınlarının çoğaltılmasıdır. TRT AVAZ’ın yanına şimdi bir de test yayını yapan TÜRKYILDIZI kanalı var… Bu kanallarda Türk Dili kültür dünyasına hitap eden birleştirici müzik yayınları ile şiire çok yer veren programlar yayınlanabilmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Sistemi için önerim:

İlk-Orta-Lise Dönemlerinin 12 yılını kapsayan her sınıf seviyesinde ezberlenmesi gereken  birer şiir + birer türkü + birer şarkı: Eğitim sisteminin sonunda hafızalarda yer tutan : sadece birer le yetinsek bile 36 ortak duygu taşıyıcısı şiir + türkü ve şarkımızla hayata başlatmış oluruz çocuklarımızı:

1963’te ilk okul 3. Sınıfta okul müdürümüz bize mehter marşlarını öğretmişti mesela…

Musa Aşık: 40 yıldan fazla eğitim hayatım oldu. İlkokuldan yüksekokul öğrencilerine kadar her yaşta ve seviyede öğrenciye ders verdim. Bunların çoğu istekli, seçilmiş öğrencilerdi. Duyarlı ve istekli ailelerin çok okuyan çocukları hariç bütün öğrencilerde sorun var. Bir kere öğrenciye lise sona kadar ses bilgisi, yapı bilgisi, anlam bilgisi, cümle bilgisi, yazım ve noktalama kesinlikle öğretilmeli. Bu, olmazsa olmazımız olmalı.

Öğrenciye seviyesine ve yaşına göre edebi değeri olan kitaplar önerilmeli. Öğrenci kitap okumayı hava gibi , su gibi ihtiyaç hissetmeli. Bunun için de önce veliler eğitilmeli, veliler bu işe inandırılmalı. Evde aile fertlerine uygun kitap, gazete okuma saati belirlenmeli.

Okullarda dil eğitimi yalnız Türkçe/edebiyat öğretmenlerinin görevi olmamalı, her öğretmen yazılılardaki dil ve yazım yanlışlarından not kırmalı.

Üniversitelerde TV’lerdeki haber sunucuları ve program yapımcıları için bölümler açılmalı, mezunların işe girebilmesi için bir yeterlilik belgesi almak mecburiyeti getirilmeli.

Oturum Başkanı: Soru ve katkı yoksa toplantının bu bölümünü kapatıp değerlendirme bölümüne geçeceğim. Peki, Ayşe İlker Hocam, Vahit Türk Hocam, çok teşekkür ederiz. Aydınlandık. Çok değerli sorular, katkılar, değerlendirmeler oldu. Katılan bütün arkadaşlarıma ve verdikleri bilgiler için Hocalarımıza çok teşekkür ediyorum.

Toplantıda çok önemli konular dile getirildi. Tespitler ve teklifler yapıldı. Tespitler önemli ama tekliflerin uygulanabilmesi için de ilgililere ulaştırılması gerekiyor. Anladığım kadarıyla katılanların ortak kanaati bu ayrı ayrı tekliflerin ele alınıp bir metne dönüştürülmesi ve -toplantı kitapçığı dışında- ayrıca kamuoyunun dikkatine sunulması yönünde. Türk diline hassas olması şart ve doğal olan DTCF mezunu Türk Milliyetçileri, Ülkücüler olarak bu teklifleri ilgililere sunmalı, kurumlar, aydınlar ve halkımız tarafından uygulanmasını beklemeliyiz. Toplantımızın bir sonucu olarak bu konuyu kayda geçirmek istiyorum. Bu konuda başka bir önerisi olan yoksa teklifleri Ercan Çalışkan Başkanımızla birlikte düzenleyip dikkatlerinize sunalım. Bu metin kurulunuzca tasvip görürse ilgililere ulaştırılacak hale gelir, hep birlikte de dağıtımını yaparız. Bu metnin hazırlanması için toplantıya ara veriyorum.

(ARA)

Oturum Başkanı: Kıymetli DTCF AKADEMİ Mensupları,

Bugün burada bir ilki gerçekleştirdik. Ali Bayrak Hocamız başta olmak üzere Türk Dili’ne hassasiyetle yaklaşan bütün Ülküdaşlarım, sağ olunuz. Birbirimizi anlayarak, dinleyerek gayet güzel bir ilmi toplantı yaptık. Katılanlar oldu, dinleyenler oldu. Hiç kimse bu süre içinde ben çekip gidiyorum demedi. İşi olan arkadaşlar ayrıldı, sonra bakacağım dediler. Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Demek ki biz geçmişte olduğu gibi gelecekte de çok güzel işler başaracağız. Bu toplantıda konuşulan konuları özetlemek istemiyorum. Zira dikkatle takip ettiniz. Bu toplantıya katılamayanlar için zaten toparlanıp kitapçık halinde sunulacaktır. Burada Toplantıyı düzenleyen Ercan Çalışkan Başkanımıza ve DTCF Danışma Kurulu’na huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum. Gayet güzel hazırlanmış bir toplantı idi. Ben burada oturumu kapatıyorum. Sürçi lisan ettikse affola. Söz Toplantımızın sonuç bildirisini okuması ve toplantıyı kapatması için Ercan Çalışkan Başkanımızda.

Ercan Çalışkan: Değerli Arkadaşlarım,

Akademi grubumuzla gurur duydum. Hep birlikte bir tartışmanın nasıl olacağını dosta düşmana anlatabileceğimiz bir örnek sergiledik.

Bu çalışmada emeği geçen sayfa yöneticimiz Şerif hocama, Vahit ve Ayşe hocalarıma, değerlendirmeleri ve soruları mükemmel bir biçimde yöneten Arslan kardeşime ve gerek katılım sağlayan gerekse okuyucu olarak katılan tüm arkadaşlarıma yürekten teşekkür ediyorum.

Sevgili Arkadaşlar,

Bu çalışma, sonraki çalışmalar için de yol gösterici olmuştur. Herhangi bir konuda çalışma yapmak isteyen arkadaşımız ya da arkadaşlarımız bir proje ve planla geldikleri takdirde bu çalışmayı hep birlikte gerçekleştirebiliriz.

İlgilere gönderilmek üzere hazırladığımız Dil Siyaseti Bildirimizi okuyorum:

DTCF AKADEMİSİ, 18 Mayıs 2020 tarihinde “Dil Siyasetimiz Nasıl Olmalıdır?” başlığıyla bir toplantı yapmış ve aşağıdaki bildirinin kamuoyunun dikkatin sunulmasına karar vermiştir:

DİL SİYASETİMİZ

Dil, millet olarak yaşamanın temel şartıdır. Bir milletin milli değerlerini yaşatıp geliştirebilmesi ancak o milletin dilini yaşatıp geliştirmesine bağlıdır. Milletlerin siyasi yapılanmaları olan devletler dil ile ilgili temel siyasetler belirleyip bunları ısrarla uygulamaz ve dillerini yabancı etkilere maruz kalacak şekilde ihmal ederlerse, ne medeni olarak, ne de siyasi olarak ilerleyebilirler. Böyle devletlerin uygarlığa katkı sağlamaları; dünyanın geleceğinde söz sahibi olmaları mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin -kuruluş dönemi hariç- sağlıklı bir “Dil Siyaseti” takip ettiği söylenemez. Dünyaya “uygar” sözünü öğreten milletimizin yeniden uygarlık ve dünya siyasetinde rol alabilmesi için, devletimizin resmi/özel bütün kurum ve kuruluşlarının, aşağıdaki esaslar çerçevesinde oluşturulacak “Dil Siyaseti” ne ihtiyacı vardır. Cumhuriyetimizin en eski eğitim kurumlarından biri olan DTCF mensubu sorumluluk sahibi aydın ve bilim adamları olarak, yetkilileri ve aydınlarımızı bir “Dil Siyaseti” oluşturup uygulamaya, halkımızı da aşağıdaki ilkeler ve tespitler çerçevesinde hareket etmeye çağırıyoruz.

  1. Türk milletini sevenler Türkçeyi hayatın her alanında hâkim kılmak için çalışmalıdır.
  2. Türkçemizin işlenmesi, geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve korunması her Türk’ün temel görevidir. Bunun için gazete, dergi, kitap, sesli kitap, radyo, televizyon, sinema, çizgi film, tiyatro, görüntü, internet, bilgisayar oyunu ve benzeri her türlü imkândan yararlanılmalıdır. Okullarımızda ana dilimiz yeterince öğretilmeli, ana dilimizi öğretmekte yeni teknolojilerden yararlanılmalıdır.
  3. Türk Devletleri ve Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde Türkçe konuşulmalı, yazılmalı; eğitim, bilim, sanat gibi her alanda dil Türkçe olmalıdır.
  4. Tarihi ve güncel Türk ağızlarının söz varlıklarının araştırılması, tespiti ve korunması, bunun yanında İstanbul ağzının ortak konuşma ve yazı dili haline getirilmesi sağlanmalıdır.
  5. Aynı ailede birbirinin yazdığını okuyamayan, konuştuğunu anlayamayan kardeşler olur mu? Olursa bu doğru mudur? Türk Devletlerinin yöneticileri, bütün kardeş Türk topluluklarının aynı alfabeyi kullanmasını sağlamalıdır. Tarihte ve bugün, Türk topluluklarının kullandığı alfabeleri, metinleri okumak ve anlamak için, bu toplulukları her alanda yakınlaştırmak için uzman yetiştirilmesi doğaldır.
  6. Dil uzmanları, Türkçenin geliştirilmesi için araştırma ve yayın yapar, sözlükler, kılavuzlar hazırlar; Türkçe Sözlükte karşılığı olmadığı için dilimize alınması gereken yeni sözleri belirler, daha yabancı söz girmeden onun Türkçe karşılığını tespit ederler. Yeni terimler bulunacağı zaman önce halk dilindeki sözler arasına kardeş Türk Devletlerinin sözlüklerine, bulunmuyorsa eski Türkçe metinlere bakmak, bulunmadığı durumlarda Türkçenin yapım özelliklerine göre yeni kelimeler meydana getirmek esastır. Yine bir karşılık bulunamamış ise o sözün Türkçeleştirilerek kullanılmasına izin verilebilir. Bu yeni sözü derhal kullanıma sokmak da konuyla ilgili bütün kişi ve kurumların görevidir.
  7. Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçedir. Halka sevimli gelen ve yapay olmayan her kelime millîdir. Bir milletin dili, kendisinin cansız köklerinden değil, canlı tasarruflarından meydana gelen canlı bir organdır. Dilimize bir şekilde girmiş ve halkın benimsemediği yabancı kelimelerin yerine Türkçemize uygun karşılıklar bulmak ve eski kelimelerin izini silecek şekilde kullanmak uzmanların olduğu kadar aydınların, sanatçıların ve her Türk’ün görevidir.
  8. Türk Devletleri ve Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerin Türkçeyi işleme ve yazı dilini geliştirmek görevleridir. Türkçenin klasiklerini, seçkin eserlerini yeni nesillere ulaştırmak, okutmak, edebi zevk aşılamak ve yeni klasiklerin oluşması için çalışmakla yükümlüdürler. Bir yazı dilinin gelişmişlik durumunu belirlemek için çağdaş dünyanın kullandığı belirli ölçütler vardır. Bunların başında, edebî ve bilimsel alanlardaki işlenmişliği gelmektedir. Bunun yanında, yazı dilinin basılı eserleri ve kitapların baskı sayısı ile basılanların tür ve çeşitliliği de ölçütlerden bazıları olarak kabul edilmektedir.  Süreli yayınların, özellikle dergilerin, gazetelerin yayımı, yazı dilini besleyen en önemli ögedir. Elbette, yazı dili için temel şartların başında sınırları belli bir coğrafya ve bir devlet teşekkülünün varlığı gelmektedir. Dilin, bilimsel eserlerle işlenmesi yanında edebî olarak işlenmesi ve eşzamanlı yayınlarda bu işlenmişliğin sürdürülmesi önemlidir. Dilin işlenmiş ürünlerinin geniş toplum tabanına yayılması ve düşünsel alanın derinleştirilmesi, o yazı diliyle inşa edilen gelecek tasarımı için de çok mühimdir. Dolayısıyla roman, hikâye, deneme, tiyatro, sinema ve film senaryoları,  gezi ve hatıra yazıları ve mizahî eserler, bu işlenmişliğin can damarları olarak kabul edilmektedir. Bunların yanında, ilköğretimden üniversiteye kadar ders kitaplarının dili de, dilin doğal gelişmesine büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Bunun için:
  9. Yazı Dillerinin Dil Politikalarıyla Yönlendirilmesi
  10. Yazı Dili Ürünlerinin Basım, Yayım ve Dağıtımı
  11. Yazı Dili Alanının Temel Yazıcılık Alanları: Sözlükler, Ansiklopediler
  12. Bilim, Edebiyat ve Sanat Alanında Yazı Dilinin İşlenmesi
  13. Yazı Dilinin veya Anadilin Geleceğini Yönlendirici Söylemler
  14. Kamusal Alanda Yazı Dilinin İşlenmesi (Bakanlıkların hazırladığı ders kitapları, üniversitelerin çıkardığı bilimsel dergiler, yönetmelik, yönerge, kanunların dili, kamusal alanda yazı dilinin işlendiği örnekler olarak ele alınmalıdır.)

süreçlerinde yöneticilerin ve ilgililerin azami dikkati ve gayret göstermeleri gerekmektedir.

  1. Ülkenin bilim kurumları, Türkçenin bilim dili olması için Cumhuriyet’in ilanından sonra başlatılan çalışmaları, aynı bilinçle devam ettirmelidir. Türkçe bilim diline en uygun dillerden olduğu halde Türkçenin bilim dili olmadığını söyleyenler sömürgecilerin sözcüleridir. Üniversitelerdeki yabancı yayın sona erdirilmeli, yapılan bütün çalışmaların öncelikle Türkçe olarak ve Türkiye’de yayınlanması sağlanmalı, gerekiyorsa bu yayınlar daha sonra yabancı dillere çevrilmelidir.
  2. Çocuklara yönelik güzel Türkçe ile ve Türk kültüründen yola çıkılarak hazırlanmış internet siteleri, bilgisayar oyunları (Bilgisayar oyunu yapan programcılar, oyun arasında Türkçe atasözleri/deyimler/tarihsel kalıplar ”Bre yiğidim!, Aman efendim!, Üzüm üzüme baka baka kararır” gibi örnekler sunabilirler.), sesli kitaplar, çizgi filmler, televizyon programları dil zevkinin oluşmasına yardımcı olacaktır. Konuyla ilgili kurumlar oluşturulmalıdır.
  3. Yurt dışındaki, özellikle Avrupa’daki göçmen ve çoğu çifte vatandaş Türk çocuklarının Türkçe eğitimleri çok önemlidir. Tamamen farklı bir yabancı dil kültür ortamında yetişen çocukların durumu fecaat arz etmektedir. Türkçe TV yayınlarının her eve girmesi dil öğrenimi açısından çok faydalı olmuştur ancak MEB tarafından görevli gönderilen Türk Kültürü ve Türkçe Dersleri öğretmenlerinin yeterince faydalı olabilmeleri için dijital çağın imkân ve vasıtalarından yararlanmayı da esas alan yeni program ve eğitim materyalleri hazırlanmalıdır.
  4. Aileler, okullar, basın yayın organları, televizyonlar, sanal ağ siteleri, yayınevleri, basımevleri, sanat kurumları, belediyeler, bakanlıklar ve bütün kamu-özel kişi ve kurumlar güzel Türkçe konuşmak ve yazmakla sorumludur. Telaffuz ve konuşma yetisi bakımından seçilmiş kişilerle kamuoyu önüne çıkılmalıdır. Özellikle çocuklarımızın çevresini kuşatan sözlü ve yazılı basının ana dilimize karşı duyması gereken sevgi ve sorumluluk yeterli değildir.
  5. Halka hitap etme durumunda olan herkesten (radyo ve televizyon sunucuları, eğitim kurumlarında çalışanlar, din adamları, vb.) mutlaka dil titizliği ve edebî zevk aranmalıdır. Eğitim, bilim, sanat, basın, televizyon, siyaset, yönetim gibi alanlarda, kamuoyunun önüne çıkan görevlilerin Türkçeye ehliyeti sağlanmalı, buralarda güzel Türkçe konuşamayan insanların görev almasının önüne geçilmelidir. Türkçesine özen göstermeyen her vatandaş, her kurum ve işletme uyarılmalı, Türkçesi düzgün olmayan her aydın ve idareci teşhir edilmelidir.
  6. Türkçenin işlenerek geliştirilmesi sanatçı ve uzmanların görevidir. Sanat eserleri oluştururken Türkçenin en güzel şekilde kullanılması, başta edebiyatçılar ve eleştirmenler olmak üzere sanatçıların temel sorumluluğudur.
  7. İnternet çağında, yapay zekâ çalışmalarının hız kazandığı günümüzde, bilgisayar ve internet matematiğine en uygun dil olduğu söylenen Türkçenin Dünya dillerinden biri olması için çalışmak her Türkün görevidir. Türkçe yapay zekâ çalışmaları hızlandırılmalıdır.
  8. Türk Devletlerini ve Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerin Türkçeyi koruma, ona yönelen tehditleri önleme görevleridir. Yabancı tabela istilası gibi konularda özendirici ve caydırıcı önlemlerle, kanunlarla tedbir almakla yükümlüdürler. Türkçeyi “sokaktaki yabancı” durumuna düşüren iş yeri adlarının Türkçe olması sağlanmalıdır.
  9. “Din dili, evrensel dil” gibi yutturmacalarla, çok küçük yaşlarda, daha çocuklarımızın ana dillerinin yapı ve anlam örgüsü oluşmadan ve büyük kısmının ömür boyu ihtiyaç duymayacakları yabancı diller onlara zorla öğretilmektedir. (Böyle yaparak ana yurdumuz olan ana dilimizi terk edip, topluca, bir başka ülkeye, yani bir başka dile taşınmaya karar vermiş gibiyiz.) Eğitim, öğretimin ve bilimin Türkçeden başka bir dille yapılması sömürgecilerin işidir. Eğitim-öğretimin her kademesinde yabancı dille öğretime derhal son verilmeli ve buna devlet öncülük etmelidir. İhtiyaca göre diğer dillerin öğretilmesi bunun dışındadır.
  10. Anne ve babaların, çocuklarını, sağlıklı gıdalarla besleyip büyütmelerinin yanında güzel Türkçe ile besleyip doyurmaları ve onların gönül ve ruh dünyalarını zenginleştirmeleri, temel görevleridir.
  11. Dil eğitimi ailede doğumdan öncesinden, annenin dinlediği türkülerle başlar. Beşikle, tepesinde dönen müzikli oyuncakla, ninniyle, giysilerin, oyuncakların diliyle dil öğrenmeye devam eder. Okul öncesi veya daha küçük yaşlarda evde çocuklara okunan resimli anlatımlı kitaplar ya da masal kitapları önemlidir. Günümüzde Türk Masalları çocuklara ulaşamaz hale gelmiştir. Bu konudaki boşluk doldurulmalıdır. Türk mitolojisini temel alan çizgi kahramanlar çizgi romanlar (Keloğlan ve Nasreddin Hoca tek başına yıllardır bu işi götürüyor ama yetmez.) yayınlanmalıdır.
  12. Ana sınıflarındaki etkinlikler de bu temelle yeniden düzenlenmelidir.
  13. Birinci sınıf okuma-yazma temelli olduğu için bu dönemde seslerle verilecek örneklerden tutun da okunacak hikâyeler de tamamen Türkçe isimli kahramanlar Türk aile yapısını ve geleneklerini örneklemelerden seçilmelidir.
  14. İkinci sınıftan itibaren ders kitaplarındaki metinler her sınıfın seviyesine uygun klasik Türk hikâyecilerinden seçilmiş metinler ve özellikle Türk mitolojisi Oğuz Kağan, Dede Korkut Hikâyeleri, Alp Er Tunga, Göç Destan ve efsanelerimiz mutlaka ilk beş sınıfta metin olarak verilip işlenmelidir.
  15. İlköğretimin ilk yıllarında başlatılan ve öğrencilerin düzgün cümle kurma yeteneklerini ortadan kaldırarak düşüncelerini ifade edemez hâle getiren teste ve “aşağıdakilerden hangisidir” sorusuna dayalı sınav sistemi sorgulanmalı ve mutlaka düzeltilmelidir.
  16. Eğitimin her basamağında Türkçenin güzel örnekleri öğrencilere aktarılarak nesillerde dil bilinci oluşturulmalıdır.
  17. Türkçenin ana kucağından başlayarak yüksek eğitim kurumları dâhil öğretilmesi için ciddi bir çalışma gerekmektedir. Bunun paydaşları anne baba, öğretmenler, akademisyenler rehberlik uzmanları, yazılı, görsel ve sosyal medya mensuplarıdır. Tabii bunların alacağı kararları uygulayacak/uygulatacak devlet yöneticileridir. Okuma yazma kadar dilin kaynaklarından olan sözlü kültür ve aktarımı üzerinde de durulmalıdır. Anaokulu ve ilkokul bu işin beşiği giriş kapısıdır. İşin uzmanlarınca tespit edilmiş kelime hazinesi çocuğun eğitim ve pedagojik seviyesine göre çocuğa azar azar, metinlere dayalı, tatbiki olarak verilmelidir. Bu ortaokul, lisede devam etmelidir. Milli kimlik oluşturmadan hiçbir şey oluşturamaz ve hiçbir şeye sahip çıkamayız. Bireylerin Türkçeye sahip çıkabilmesi için kendini Türk hissetmesi gerekir. Eğitim de bu temele dayandırılmalıdır.
  18. Test sınavları sonucunda çocuklar günlük konuşmalar dışında kelime haznesi olmayan kendini ifade edemeyen düşünemeyen bireyler haline gelmiştir. Türkçenin katili, iki kelimelik bir Türkçe cümle olan “Aşağıdakilerden hangisi” sorusudur. Yazılı yoklamalarda çoktan seçmeli sistemden tamamen vaz geçilmeli, ilk beş sınıfta test sınavları tamamen kaldırılmalı, öğrenci Türkçe okuyup yazmaya Türkçe düşünüp Türkçe kendini ifade etmeye odaklı etkinliklerle yetiştirilmelidir. En büyük sıkıntı öğrencilere yeteri kadar kendini yazılı ve sözlü ifade edecek imkânın verilmemesidir. Sınıf içi yazılı ve sözlü çalışmalara ağırlık verilip, değerlendirme bu çalışmalar üzerinden yapılmalıdır. Orta ve lisede hâlâ kelimeleri düzgün yazamayan öğrenci sayısı çok artmıştır. Eğitim kurumlarının ilk basamağından itibaren, öğrencileri edebî zevk sahibi yapacak seçkin eserlerin okutulması sağlanmalı, gençlik seçici duruma getirilerek televizyonların kölesi olmak durumundan kurtarılmalıdır. Okuma zevki ve alışkanlığı çocuğun merakını uyandıran beynini harekete geçiren güzel metinlerle olmalıdır.
  19. İlk kademede Türkçe dilbilgisi kuralları nerdeyse hiç yoktur; dilbilgisi ve noktalama işaretleri pekiştirilmelidir. Bunun için de hazır etkinlik içeren ders kitaplarından vazgeçilmelidir.
  20. Okumanın yanında seviyeye göre yazma eğitimi verilmelidir. Bu çok önemli bir zihinsel eylemdir. Çocuklarımıza okuma- düşünme-yazma alışkanlığı ve zevki kazandırılmalıdır.
  21. Türkçe dersinin genel amacı okuduğunu anlamak, anladığını en doğru en güzel şekilde yazılı ve sözlü anlatabilmektir. Tabii öğrenci bu beceriyi kazanırken vücut ve duygu dilini ifadesine katabilmelidir.
  22. İlkokuldan başlayıp üniversiteye kadar öğretilen dilbilgisi kurallarının bu amaca yönelik hizmeti son derece sınırlıdır.
  23. Türk Dili ve Edebiyatı dersinin amacı ise Türkçe dersinin amaçlarına edebi metinler üzerinden devamı şeklindedir. Gerek Divan Edebiyatı gerçekse Tanzimat sonrası edebi metinlerin incelenmesinde anlaşılabilir zevk ve heyecan verici metinler tercih edilmelidir. Öğretmen her şeyden şikâyetçi olacağına kendini yetiştirip bu metin tespitini yapabilmelidir. Türkçe ve Edebiyat derslerinde gereksiz bilgilerden arınarak ağırlık bu metinlere verilmelidir.
  24. Öncelikle ilkokul ve ortaokul seviyesinde ders kitapların, hem güzel Türkçe hem de milli değerleri dilin önemini anlatan edebi metinlerle zenginleştirerek düzenlenmelidir. Bunlar hem okuma merakını uyandırıp bu yazarların okunmasını hem de güzel Türkçeyi öğretmelidir. Yeni müfredatla etkinlik kitapları çocuklara okuma yazma alışkanlığını tamamen unutturan bir rol üstlenmiştir.
  25. İlkokullarımızın temel amacı, okuma yazma öğretmektir. (Okuma yazma birinci sınıftadır; iki üç ise pekiştirme amaçlıdır.) Bu amaç, okur-yazar yetiştirmek olarak değiştirilmelidir.
  26. Üreticilerin ürettikleri mallara Türkçe adlar vermeleri özendirilmelidir. Bilimler, buluşlar, aletler ve benzeri yollarla dilimize giren yabancı sözlerin karşılığını aramak zorunda kalmamanın yolu bunlarda öncülük etmek, buluşlar yapmaktan geçer. Eğitimin temel görevlerinden biri aletler, buluşlar yapıp adlarını verme hedefini öğrencilere aşılamaktır.
  27. Türk Devletleri ve Türkiye Cumhuriyeti’ne satılmış ve sınırdan girmiş her ürünün mutlaka Türkçe kullanma kılavuzu bulundurması sağlanmalıdır.
  28. Türkçe üzerine düşünme, konuşma ve yazmaları aydınlarımızın görevidir. Sivil toplum kuruluşlarımız bilim ve sanat alanında yazı dilinin işlenmesine öncülük etmeli ve ana dilimizin geleceğine sahip çıkmalıdır. Genel ağda ana dili ve iletişim aracı olarak dilin ehemmiyetini vurgulayan uranlar/sloganlar üzerinde çalışılmalıdır. Özellikle roman, hikâye, deneme, tiyatro, sinema ve film senaryoları, gezi ve hatıra yazıları ve mizahî eserlerin yeniden üretilmesini ve mevcut olanların da güncellenmesi konusu önemlidir. Ayrıca, klasik eserlerimiz çocuklar ve gençler için güncellenmelidir. Belirli yaş gruplarına yönelik kısaltılmış ve sadeleştirilmiş baskılar yapılabilir.
  29. Türk Devletleriyle ortak yapılacak her türlü kültürel etkinliğe resmi ve sivil kurumlarca destek verilmelidir. Yazarların, sanatçıların, basın mensuplarının Türk yurtlarına gidiş gelişleri de önemlidir. Türk Devlet ve Toplulukları diğer Türk ağızlarından aktarmalar yapılması önemle teşvik edilmelidir.
  30. Doğu Türkistan ve başka yerlerde Türkçe saldırı altındadır. Mesela Güney Azerbaycan Türkçesi ve bu lehçeyi anadili olarak konuşan Türkler, Farslar tarafından “böcek” olarak kabul edilmekte ve aşağılanmaktadır. Dünyada, Türkçe’ye (Türklere) karşı girişilen haksızlıklar karşısında suskun kalınmamalı, dünyaya ve Türk yurtlarına duyurulmalı, kişisel youtube çekimleri dâhil, buralara dillerini korumaları için gerekli her türlü yardım yapılmalıdır.
  31. Türkçenin geniş coğrafyalarda konuşulabilmesi yaygınlaşması için televizyonlara büyük görev düşmektedir. Televizyonların artması önemli olmakla birlikte artan televizyon kanallarının kendi üretimlerini de yapabilmeleri önem verilmelidir. Aksi halde yabancı kültürlerce üretilmiş hazır malzemeyi tercüme etmekten başka bir şey yapılmış olmaz. Ayrıca dizi filmlerin Türkçeyi yaygınlaştırdığı memnuniyetle gözlenirken dizilerde işlenen çarpık konuların Türkiye ve Türkleri olumsuz tanıttığı ve bu olumsuzlukları yaydığı da unutulmamalıdır.
  32. Türk Müziği’nin ve Türkülerimizin Türkçenin zenginliğinin farkına varılmasını sağladığı ve yaygınlaşmasına yardımcı olduğu malumdur. Bu sebeple her fırsatta türkülerin üzerinde durulması sağlanmalıdır.
  33. Sanal Basın’da yapılan yanlışlar konusunda duyarlı olunmalıdır. Buralarda yapılan yanlış kullanımlar hızla yaygınlaşmaktadır. İlgililer buralarda yapılan yanlışlara dikkatli olmalı, bunları yapanları uyarmalıdır.
  34. Türkçeye ve Türk kültürüne saygısızca veya bilinçsizce yapılan saldırılara anında cevap verilmelidir. (Bir örnek vermek gerekirse; yabancı müzik yayını yapan bir mağazanın yetkilisi ile görüşüp, müşterilerin de duyacağı şekilde,” Türkiye’de Türkçe müzik olması gerektiğini” söyleyerek, işgal atında olmadığımızı, ve alışveriş yapmayacağımızı ifade edip, marketi terk etmek… Mümkün olduğunca tabelası Türkçe olmayan alışveriş merkezlerine girilmemesi konusunda ülke genelinde bir kampanya yapılabilir.)
  35. Kurumlar eliyle ve ciddi bir planlamayla yürütülecek bir Dil Siyaseti Belgesi hazırlanmalıdır. Bu belgede:
  36. Çok geniş coğrafyalara yayılmış dilimizin ağız – şiveleri arasında azami anlaşma birliğinin sağlanması için Türk topluluklarıyla birlikte yürütülecek işler,
  37. Dilimize yabancı dillerden sözcük girişini denetlemek ve önlemek için yapılacak işler,
  38. Türkçenin hem milli sınırlar içinde ve evrensel boyutta bilim, teknik ve sanat alanında gelişmesini, zenginleşmesini; bu yapılırken meseleye asla siyasi parti, grup veya dini endişelerle bakılmamasını, sağlayacak çalışmalar, (Bu işin Türkçülüğü, sağcılığı,  solculuğu, tarikatçılığı, mezhepçiliği olmaz. Bu konu koca bir milletin varlığını ilgilendiren çok önemli bir konudur)
  39. Dilimize girmiş bulunan yabancı sözcüklerin yerine Türkçenin yapılış özellikleri ve kuralları kapsamında yeni sözcükler türeterek işgale son vermek için yapılacak çalışmalar,
  40. Ortaya çıkan yeni sözcükler her kademedeki eğitim kurumlarınca benimsenmesi, kullanılması ve yaygınlaştırılması çalışmaları,
  41. Yapılacak akademik çalışmalar, sözlük, kılavuz ve yapılmış tarama ve derleme çalışmaları yetersiz veya eksikse bunlar tamamlanma çalışmaları, akademik olarak Türk dilinin geliştirilmesi çalışmaları,
  42. Türkçenin uzak yakın ufukları için, 50-100 yıllık, daha uzun zaman dilimlerine yönelik planları,

yer almalıdır.

Devleti ve eğitim kurumlarını yönetenler, ülkede bir Türkçe sorunu olduğunun farkına varmadıkları sürece bu sayılanların ve benzeri tedbirlerin hayata geçmesi elbette mümkün olmayacaktır. Resmi ve özel ilgili bütün kişi, kurum ve kuruluşları göreve davet ediyoruz.

DTCF AKADEMİSİ

 

 

 

  1. EK 1

BATI GRUBU TÜRK YAZI DİLLERİNİN BUGÜNKÜ DURUMU

Prof. Dr. Ayşe İlker-Manisa Celal Bayar Üniversitesi

Özet

Batı grubu Türk yazı dilleri içinde yer alan Azerbaycan, Türkmen ve Gagavuz Türkçesinin 1990’lı yıllardan itibaren imla, söz varlığı ve edebî olarak işlenme bakımından önemli gelişmeler kaydettiği bilinmektedir. Ancak, bütün olumluluklara rağmen, Latin alfabesine geçişteki aksamaların sürdüğü, lehçeler arasındaki edebî-kültürel ve sosyal aktarımların da istenilen seviyede olmadığı görülmektedir.

Bu noktadan hareket edilerek, her üç yazı dilinin edebî ve kültürel alan etkililiği ve de karşılıklı dil-kültür ilişkilerinde bulundukları durum belirlenmeye çalışılacaktır. Bu sebeple Azerbaycan ve Türkmen Türkçesi konuşulan coğrafyada siyasi, kültürel ve sosyal kararların, dil ve edebiyatı etkileme ve planlama biçimine dönüşüp dönüşmediği belirlenmeye çalışılacak,  bu ikisine göre daha farklı bir yerde duran Gagavuz Türkçesiyle ilgili gelişmeler aktarılacaktır. Bütün bunlardan sonra, Türkiye Türkçesinin, bu üç yazı diliyle ilişkisi edebî, kültürel, siyasi ve sosyal bakımdan irdelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Batı grubu, yazı dili, dilin işlenmesi, doğal gelişme, dil politikaları

Bildirimi sunmaya başlamadan önce belirtmem gereken bir husus var. O da şu:
Bu bildiri, uygulama yöntemi açısından bazı eksiklikler taşımaktadır.  Batı Grubu Türk Yazı Dillerinin bugünkü durumunu sağlıklı ve nicel ölçülerle değerlendirebilmek için, yazı dillerinin hayatiyetini sürdürdüğü coğrafyalarda en az altı ay yaşayıp, durumu takip etmek gerekirdi.
Ben, böyle yerel bir araştırma yapamadım. Aşkabat, Bakü, Tebriz  ve  Komrat’ta ikişer üçer ay kalıp, işlediğim konuya gözlem ve tanıklık  noktasından bir değerlendirme yapabilseydim daha sağlıklı ve isabetli sonuçlara varırdım.    Ama yine de, doktora tezimi tamamladığım 1992 yılından günümüze gelinceye kadar gözlemlediğim gelişmeleri, belirttiğim yazı dillerinden Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasına yansımaları, bilimsel çalışmaları; genel ağdan elde ettiğim verilerle de birleştirerek anlatmaya çalışacağım. Tezime başladığım 1988 yılında, Azerbaycan, Türkmenistan ve Moldavya’dan edinilmiş bir kaynak yoktu elimde. Türk Dil Kurumu kütüphanesi ve Ege Üniversitesi kütüphanesinde bulabildiğim kaynaklarla ve biraz da el yordamıyla; ayrıca el altından Kuzey Azerbaycan ve Güney Azerbaycan’dan ulaşmış roman, hikaye ve şiir kitaplarından yararlanarak çalıştım. Bir de Türkmenistan’dan istediğim bilimsel birkaç kitaba, altı yedi ay sonra kavuştum.

Aradan geçen zaman içinde pek çok olumlu ve önemli gelişme oldu.
Daha 1990’lı yılların ilk yarısına gelinmeden üç-dört üniversitede Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri açıldı. TİKA kuruldu. Kültür Bakanlığının ve Dış İşleri Bakanlığının bünyesinde Dış Türklerle ilgili birimler ve çalışma grupları oluşturuldu. 2000’li yıllardan itibaren de Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde ve sivil kuruluşlarca ortak edebiyat antolojileri, ansiklopediler  ve benzeri pek çok çalışma  ortaya çıktı.  Bu gelişmeler; Türkiye Türkçesi dışında kalan Batı Grubu Yazı Dillerinin   durumunu,  olumlu yönde etkiledi. Çünkü bir başka yapı ve yazı dili karşısında  ele alınma, kayda değer görülme, tanınma, bilinirlik ve kullanılırlık o yazı dillerinin gelişmesine de büyük ölçüde etki edecektir.

Şimdi kuramsal alanda yazı diliyle ilgili bazı değerlendirmeleri gözden geçirebiliriz: Bir yazı dilinin gelişmişlik durumunu belirlemek için çağdaş dünyanın kullandığı belirli ölçütler vardır. Bunların başında, edebî ve bilimsel alanlardaki işlenmişliği gelmektedir.  Bunun yanında, yazı dilinin basılı eserleri ve kitapların baskı sayısı ile basılanların tür ve çeşitliliği de ölçütlerden bazıları olarak kabul edilmektedir. Süreli yayınların, özellikle dergilerin, gazetelerin yayımı,  yazı dilini besleyen en önemli  ögedir. Elbette, yazı dili için temel şartların başında sınırları belli bir coğrafya  ve bir devlet teşekkülünün varlığı gelmektedir. Türkiye Türkçesi dışında Azerbaycan ve Türkmenistan için bu şartın oluştuğu görülmektedir. Ancak Gagavuz Türkçesi, her ne kadar kendi içinde özerk olsa da müstakil bir cumhuriyet değildir.

Dilin, bilimsel eserlerle işlenmesi yanında edebî olarak işlenmesi ve eşzamanlı yayınlarda bu işlenmişliğin sürdürülmesi önemlidir. Dilin işlenmiş ürünlerinin  geniş toplum tabanına yayılması ve düşünsel alanın derinleştirilmesi,  o yazı diliyle inşa edilen gelecek tasarımı için de çok mühimdir. Dolayısıyla roman, hikâye, deneme, tiyatro, sinema ve film senaryoları,  gezi ve hatıra yazıları ve mizahî  eserler,  bu işlenmişliğin can damarları  olarak kabul edilmektedir.  Bunların yanında, ilköğretimden üniversiteye kadar ders kitaplarının dili de, dilin doğal gelişmesine büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır.  Bu  girişten sonra söylediklerimize dayanarak, yazı dili süreçlerini etkileyen konuları şöyle sıralamak mümkün olabilir:  1) Yazı  Dillerinin Dil Politikalarıyla Yönlendirilmesi 2)Yazı Dili Ürünlerinin  Basım, Yayım ve Dağıtımı. 3)Yazı Dili Alanının Temel Yazıcılık Alanları: Sözlükler, Ansiklopediler   4) Bilim, Edebiyat ve Sanat Alanında Yazı Dilinin İşlenmesi 5) Yazı Dilinin veya Anadilin Geleceğini Yönlendirici Söylemler  6) Kamusal Alanda Yazı Dilinin İşlenmesi (Bakanlıkların hazırladığı ders kitapları, üniversitelerin çıkardığı bilimsel dergiler,  yönetmelik, yönerge, kanunların dili,  kamusal alanda yazı dilinin işlendiği örnekler olarak ele alınmalıdır.) 7 ) Mevcut Gidişata Muhalif Dilin İşleklik Kazanması (Tarihsel bir örnek olarak Hürriyet Kasidesinin ve diğer örneklerin yadsınamayacak işlevleri). Şimdi bu maddeleri genel olarak gözden geçirip, bazı karşılaştırmalar yapabiliriz.

      1)Yazı Dillerinin Dil Politikalarıyla Yönlendirilmesi:

Türkiye Türkçesi için;  Millî Lisan/Yeni Lisan hareketinden Güneş Dil Teorisine ve Özleştirme Akımından Yaşayan Türkçemiz’e kadar sayabileceğimiz dönemleri, yazı dilinin resmî veya sivil, dil politikalarıyla yönlendirilmesi olarak görmek gerekir.1917’den 1990’a kadar SSCB dönemi dil politikaları ise, bütün SSCB coğrafyasında  bölücü ve ayırıcıydı. Türk lehçelerinin her birine farklı alfabeler uygulanması, eğitim ve öğretim dilinin devrimin başlangıcından itibaren, uzun bir süre sadece Rusça olması,  anadilin kullanımı ve işlenmesi ile ilgili faaliyetlerin çok düşük seviyede kalması, yazı dillerinin gelişmesini olumsuz yönde etkilemişti. Bu olumsuzluklar için perde  1991’de aralanabildi. Kuzey Azerbaycan’da çok canlı bir edebî muhit olması, Kuzey Azerbaycan Türkçesinin,  üstündeki baskılardan çabuk kurtulmasını sağladı. SSCB yıkıldıktan sonra, müstakil bir devlet olma yoluna giren Kuzey Azerbaycan’ın  kuruluşunu hatırlayalım:

30 Ağustos 1991’de, Azerbaycan Cumhuriyeti Yüksek  Sovyeti toplanarak Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan eder ve 9 Ekimde ulusal ordunun kurulması, 18 Ekim’de de Azerbaycan Devletinin Bağımsızlığına İlişkin Anayasa Aktı ve 30 Ekim’de Yüksek Sovyet’in Milli Meclise dönüştürülmesi kararlarını kabul eder (Hasanov, 2003:25). Sovyetler Birliğinin dağıldıktan  ve Kuzey Azerbaycan devletinin kuruluşu sağlandıktan hemen sonraki gelişmeler,  Azerbaycan Halk Hareketi’nin ülkeye  bağımsızlık  getirmesi, akabinde  Ebulfez Elçibey’in cumhurbaşkanı seçilmesi ve Azerbaycan Türkçesinin tarihî ad olarak Türk Dili biçiminde kullanılmaya başlaması, millî okulların sayısının artırılması ve Latin harfleriyle ders kitaplarının yayımlanması;  Azerbaycan Türkçesinin kullanım alanının genişletilerek  tarihsel rol ve işlevinin en yüksek seviyeye çıkarılması biçiminde seyretti (Hasanov, 2003:25). Burada görüldüğü üzere, yeni devletin aldığı en önemli karar,  Latin alfabesine geçilmesi ve Azerbaycan Türkçesinin kullanım alanının behemehal genişletilmiş olmasıdır. Ebülfez Elçibey’in cumhurbaşkanlığı sürecinde çok yüksek bir dil bilinciyle hareket edildiği görülmektedir. Ancak, onun kısa süren cumhurbaşkanlığından sonra Haydar Aliyev iktidara geldi. Haydar Aliyev’in iktidara gelmesinden sonra Kuzey Azerbaycan’da dil politikalarının belirli biçimde değişmediği görülmektedir. Zaten canlı olan ve daha 1988 yılından itibaren başlayan  yenilikçi, millî gazete ve dergi yayımları hızla artmış, çıkmakta olan edebiyat dergilerine yenileri eklenmiştir.

Türkmenistan ise, 26 Ekim 1992’de  yapılan halk oylamasıyla bağımsızlığına kavuşmuş  ve Türkmenistan’ın millî ve bağımsız bir devlet olduğunu hukuken tescil etmiştir.
Bununla birlikte Türkmenistan,  SSCB’nin dağılmaması fikrini de taşımaktaydı.
Türkmenistan’da, Azerbaycan kadar sancılı olmasa da Sovyet sisteminden Bağımsız Devletler Topluluğuna hükümet geçişlerinde, Saparmurat  (Niyazov) Türkmenbaşı’nın dil politikaları bakımından da,  tek belirleyici olduğu görülmektedir.  Gökdağ’ın belirttiğine göre,  Türkmenbaşı’nın yazdığı “Ruhnama” adlı kitap, Türkmenlerin Kur’an-ı Kerimden sonraki ikinci kutsal kitabıdır.    Dil ve Türkmen kimliği arasındaki ilişki, eserin değişik sayfalarında yer almaktadır. (Gökdağ, 2013:3).   Türkmenbaşı, Sovyet döneminde Türkmenlerin ve Türkmencenin maruz kaldığı olumsuzlukları “Ülkesinde kalan üç milyon kadar Türkmen vatandaşı da  aslını kaybederek, biz Sovyet halkıyız diyerek dilini, dinini, milletini, millî duygularını  unutmaya başlamıştır. Yüce Allah’tan dileğim, Türkmen’i aslına döndürmesidir.” (Türkmen-başı 2001: 46) sözleriyle dile getirmiştir (Gökdağ, 2013:3).

Aşağıdaki alıntı da yine  Gökdağ tarafından, Ruhnama’dan yapılmıştır. Dil politikalarına yön veren duygu ve düşünceleri açıkça göstermesi bakımından örneklenmektedir:

                  “Türkmen SSCB döneminde neredeyse dilini yitirecektin.  Rusçayı bilmiyorsan seni ne okula,  ne işe alıyorlardı  (Türkmenbaşı 2001: 296). ” Cümlelerinde  komünist sistemin içinden gelen bir liderin günah çıkarmasının izlerini bulmak mümkündür.  Türkmenbaşı, “Ruhnama” adlı eserinde dilin millet hayatındaki yeri ve bağımsızlığın dille olan ilişkisini“ Türkmen dili söz,  anlam ve ifade zenginliği olan gelişmiş bir dildir.  Millet;  dil,  din, örf-adet, ülkü ve devlet birliğidir.  Milletin de  kendi  bedeni,  kalbi ve aklı  vardır. Milletin kalbi,  dili ve musikisidir.  Türkmenler,  asırlar boyu dilinin,  musikisinin  berrak lığını,  özgürlüğünü korumayı  başarmıştır. Dilin   sadeliğini  korumak,  nesiller arasındaki bağların  kopmamasını  sağlar ve  milletin ömrünü uzatır.  Sovyetler zamanında   bizim dilimize yabancı  kelimeleri  sokmaya çalıştılar. Bağımsızlığın   ilk aylarından  başlayarak  Türkmen  dilinin  mana  ve   muhteva zenginliği, iç musikisinin artmaya başlaması, tesadüfî değildir. “Bağımsızlık, Türkmen Dilini yapmacıklıklardan, dar kalıplardan kurtarmıştır. Bağımsızlık, sadece Türkmen halkına   değil, Türkmen diline de özgürlük getirmiştir.  Biz bundan sonra da dilimizin berraklığını korumalıyız. Elbette uluslar arası   terimler  olur.  Ama Türkmencede karşılığı olan kavramları, onların dilimize yabancı ve yakışmayan    kalıbı ile almamalıyız. Dilin berrak ve sağlıklı olması, fikrin duru ve sağduyulu olduğunun    belirtisidir. Milletin düşünce ufku  genişledikçe  onun dili de zenginleşir “(Türkmenbaşı 2001: 175-176) şeklinde ifade eder (Gökdağ, 2013:3).

Hem Türkmenistan’da hem de Kuzey Azerbaycan’da dil politikalarının,  yazı dillerinin gelişmesi ve  dile yeniden hayatiyet kazandırılması yönünde belirlendiği ve en üst seviyede devlet adamlarının bu fikirleri doğrudan savunup uyguladıkları görülmektedir. Latin alfabesine geçiş ve bunun gerçekleşmesi de doğrudan yazı dilleri lehine bir olumluluk taşımaktadır.

   2) Yazı Dili Ürünlerinin Basım, Yayım ve Dağıtımı

Yazı dili ürünlerinin basım, yayım ve dağıtımı dendiğinde, o yazı dilinin kullanıldığı coğrafyada mevcut  bütün  teknik  imkanlar ve dağıtımla ilgili hür ortam düşünülmektedir. Türkiye Türkçesi için, Cumhuriyet kurulmadan geçirilmiş  siyasi evrelerde zaman  zaman  basım ve yayım kısıtlamaları olmuş, bunlar çok uzun zaman sürmemiştir. Cumhuriyetle ve devletin ilerlemesiyle birlikte, basım, yayım ve dağıtım yönünden ulaşılabilirlik seviyesi en üst noktalara çıkmıştır. Sovyetler Birliği döneminde Kuzey Azerbaycan nispeten yazı dili ürünleri üzerindeki baskılara karşı koyabilmişti. Türkmenistan’da ise yönetimin istekleri doğrultusunda bir basım, yayım ve dağıtım vardı.  Bununla birlikte   SSCB’de başlatılmış Perestroyka ve Glasnost  politikasının oluşturduğu hava Azerbaycan’da etkin olmuştur.  Millî uyanış günü olarak tarihe geçen 1989 yılında “Azerbaycan” gazetesi çıkarılmaya başladı. İlk bağımsız basın organı olan “Azatlık” gazetesi 24 Aralık 1989 yılına dek çıkmıştır. 1990’da “Zerkalo”, “Ses”, 1991-92’de “Yeni Müsavat”, “İki Sahil”, “525. gazete”, “Yeni Azerbaycan” gazeteleri yayımlanmaya başlamıştır. 6 Ağustos 1998’de Cumhurbaşkanı H.Aliyev’in  imzaladığı özel kararnameyle Azerbaycan’da basın üzerindeki sansür kaldırılmıştır. Azerbaycan’da bugün yaklaşık 4500 basın organı Adalet Bakanlığında tescil edilmiştir (http://www.azerbaijans.com/content_741_tr.html).

Halihazırda farklı pek çok alanda yayımlanmakta olan gazete ve dergilerden örnekler şunlardır: Azerbaycan, Bakı, Ulduz, Yeni İgtisadiyyat,  Hezer Heber,  Hemse, Emlak Bazarı,  Kelam Gafgaz Turizm,  Yeni Medeni Maarif İşi,  Professional Mühasib,   Region Plus,  Şefeg, İrs,  Olimpiya,   Jurnalist,  Medya Bülteni, Bahar, Birlik, Aile Hekimi,  Azerbaycan Neşrleri,  Hugugi Dövlet ve Ganun, Olimp Sport.

Halen “Güvercin”, “Elli”, “Bala Dili” , “Yuva”, “Gökkuşağı”  dergileri  yayımlanmaktadır. Bunlar çocuklarla ilgili yayınların en güzel örnekleri arasında sayılabilir.

Azerbaycan televizyon yayıncılığı olarak,   Space TV, CBC Az TV, Medeniyet TV, Hazar TV, Az TV, İctimai TV, İdman TV gibi kanallar yayın yapmaktadır. Bunun dışında Kuzey Azerbaycan televizyonlarında  İngilizce, Rusça, Farsça yayınlar da yapılmaktadır.

Türkmenistan’da ise, Kuzey Azerbaycan’daki kadar hızlı ve çeşitli olmasa da yine de canlı bir matbuat hayatı daha ilk dönemlerden itibaren başlamıştır. Sovyet döneminde gençlere ve çocuklara yönelik olarak çıkarılmış olan dergilerin  yayımlanmasına, bir miktar içerik değişikliği ile  devam edilmiş, Yaşlık, Piyoner gibi dergiler ve   Edebiyat ve Sungat gibi gazeteler   yayımlanmaya devam etmiştir. Şu anda Türkmenistan’da yayımlanmakta  olan gazete ve dergilerden bazıları şu şekilde  örneklenebilir: Ahal Durmışı, Vatan, Galkınış, Edebiyat Ve Sungat, Nesil,  Mugallımlar Gazeti, Adalat, Türkmen Dili, Türkmen Dünyäsi, Neytralniy Türkmenistan  Gazeteleri; Bilim, Zenan Kalbi, Güneş, Garagum, Diyar Dergileri.

Türkmenistan’da televizyon kanalı olarak şu anda doğrudan devletin  resmi kanalı Türkmenistan dışında Altınasır,  Miras, Yaşlık, Aşgabat ile müzik ve spor kanalı olan Türkmen Ovazı  ve  Türkmen Sport kanalları yayın yapmaktadır. Ayrıca  radyo yayınları da sürmektedir.

Gagavuz Türkçesi ile ilk önemli gazete 1988’den beri yayımlanan  Ana Sözü‘dür.  Onu 1994’ten beri çıkan Gagauz Sözü, 1996’dan beri çıkan Sabaa Yıldızı takip etmiştir. 1991’de Leonid Dobrov  yönetiminde çıkmaya başlayan Gagauz Eri, 1996’da çıkmaya başlayan Açık Göz ve 1999’da çıkmaya başlayan Gagauz Halkı da Rusça yayımlanmıştır. Ayrıca Kişinev’de Moldava televizyonunda belirli aralıklarla Gagavuz Türkçesi yayını sürmektedir. 1986’da  Bucaan Dalgasında  adıyla başlayan bir radyo yayını vardır. Bu teknik konularda Türkiye Cumhuriyetinin büyük ölçüde destek olduğu görülmektedir. Komrat’taki Gagavuz Radyo Televizyonu, Gagavuz Türkçesiyle yayın yapmaktadır.

Gazete, dergi ve  radyo-televizyon yayıncılığı dışında Türkiye, Kuzey Azerbaycan   ve Türkmenistan’da kitap baskı sayıları da artmaktadır. Bu konuda Türkiye’den  sayısal bir örnekle yetinelim. Türkiye Cumhuriyetinde,  basılan kitap sayısı bakımından 2016 yılına ait veriler şöyledir:  Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal Zeynioğlu’nun verdiği bilgiler göre, Türkiye’de  toplam 666 milyon 865 bin 579 kitap üretilmiştir. 2015 yılının rakamları da 621 milyona yaklaşmaktadır. Bu da bir yıl içinde kitap baskısı artışında önemli bir yükseliş olduğunu göstermektedir.(http://www.aksam.com.tr/kultur-sanat/turkiyede-kisi-basina-kac-kitap-dusuyor)                            

    3)Yazı Dili Alanının Temel Yazıcılık ve Yazılma Alanları: Sözlükler   ve    Ansiklopediler

Sözlük ve ansiklopedi yazıcılığı, büyük ölçüde uzmanlık ve tecrübe isteyen bir alan olduğu için, yazı diline katkısı son derece önemlidir. Sözlük ve ansiklopediler için bir dilin görücüye çıkması gibi bir benzetme yapılabilir. Dil kullanıcıları, hem kendilerine hem de eğer iki dilli hazırlanıyorsa, muhataplarına karşı belirli bir seviyede hitap mecburiyeti duymaktadır. Hem sözlük hem ansiklopedi yazıcılığı aynı zamanda dil ve kültür mirasını ve değişik bakımlardan da fen ve teknoloji mirasını ortaya koyduğu için, yazı dili alanının gelişmesine sessiz ve derinden etki etmektedir. Türkiye Türkçesi için sözlük yazma geleneğinin oldukça yerleşmiş olduğunu, sözlükçülük alanında son yirmi yılda Türkiye Türkçesinin büyük bir ivme kazandığını söylemek gerekir. Türk Dil Kurumu’nun  günümüze kadar  hazırladığı sözlükleri yazı dili alanının  bir gelişmesi  olarak değerlendirmek gerekir. Tür olarak pek çok yeni sözlük yazılmıştır. Sadece dil ve sosyal alanların değil, fen ve teknoloji alanlarının sözlükleri de Türk Dil Kurumu tarafından basılmıştır.  Terim sözlüklerini, uzmanlık alanlarının  sözlüklerini; Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji alanlarında yazılmış sözlükleri bunlara örnek olarak gösterebiliriz. Ayrıca, Türk Lehçeleri üzerindeki uzmanlaşmanın artmasıyla lehçe sözlüklerinin sayısı da artmıştır. Hem resmî yayınevlerinin hem de özel yayınevlerinin bu konuda pek çok örneği oluşmuştur. Kültür Bakanlığının, Diyanet İşleri Başkanlığının,  Ötüken, Dergah, Simurg ve  Kubbealtı yayınevleri gibi sivil kuruluşların  yayımladıkları ansiklopediler ve sözlükler belirli bir bilimsel seviyede hazırlanılmaya gayret gösterilerek oluşturulmuştur.
Azerbaycan ve Türkmen Türkçesinin kendi coğrafyalarında sözlükleri yayımlanmıştır. Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügeti, Türkmen Dilini Sözlügi,  SSCB döneminde yazılmış önemli sözlüklerdir. Azerbaycan sözlükçülük tarihi üzerinde bir makale yazan Nağısoylu, Kuzey Azerbaycan’daki sözlükçülük  geleneği ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “20. yüzyılda Azerbaycan’da sözlükçülük daha geniş şekilde gelişmiştir. Bu devirde Azerbaycan’da çok sayıda gazete ve dergilerin yayınlanması, Azerbaycan aydınlarının Rusya ve Avrupa’da eğitim almaları yeni sözlüklerin yazılması için uygun bir ortam meydana getirmiştir(Nağısoylu, 2017:14). Nağısoylu, şu anda bu konudaki çalışmaları da şöyle özetlemektedir: “2012 yılında Nesimi adına Dilcilik Enstitüsünde yapılan araştırmalar için devlet tarafından büyük maddi destek gösterilmiştir. 2013 yılında ise Azerbaycan dilinin ve dilcilik ilminin küreselleşme döneminde geliştirilmesi amacıyla Devlet Programı kabul edilmiştir. Bu Programda ülkemizde sözlükçülüğün gelişmesi ile ilgili de ayrıca maddeler yer almıştır. Yakın gelecekte Dilcilik Enstitüsünde görülecek esaslı işler arasında Azerbaycan dilinin tarihî ve etimoloji sözlüklerinin hazırlanmasını kaydedebiliriz (Nağısoylu, 2017:15). Türkmenistan’da Türkmen Türkçesinin orfografik,  toponomi, deyim, etnonim, klasik edebiyat sözlüğü, tarım ve hayvancılıkla ve kişi adlarıyla ilgili sözlükleri hazırlanmıştır.

                    4)Bilim, Sanat ve Edebiyat Alanında Yazı Dilinin İşlenmesi
             Bilim, sanat ve edebiyat alanında ortaya konan eserlerin her birinin kendine göre bir üslûbu ve dili kullanma biçimi vardır. Elbette her bilim alanının kendine özgü kavram ve terimleri oluşmuştur;  ancak Türkiye Türkçesinde, Türkçeleşme  konusuna özellikle  Biyoloji alanının çok duyarlılık gösterdiğini söylemeliyiz. Bundan iki yıl önce 20 Kasım 2015 tarihinde Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi   Histoloji ve Embriyoloji Anabilim dalı ile  Türk Histoloji ve Embriyoloji Derneğinin  ortaklaşa düzenlediği “Türkçe Bilim Dili Çalıştayı”  yapıldı. Bu çalıştayda bilim adamlarının Türkçe terimleri üretme ve kullanma bakımından çok istekli ve bilinçli olduklarını gördüm. Diğer fen alanlarında bunlara benzer istek ve çalışmaların olduğu bilinmektedir. Özellikle Matematik ve Fizik alanında Oktay Sinanoğlu’nun gayretleri örnek olacak niteliktedir.

Dilin bilim alanında işlenmesi, bilim adamlarının çabalarıyla mümkündür. Bilim alanı yazıcılığı da sanat alanındaki dil işçiliğine benzemektedir. Ancak özellikle roman, hikaye, deneme ve senaryo türlerinde dil işçiliğinin yüksek seviyeye çıktığı bilinmektedir. Kuzey Azerbaycan ve Türkiye Cumhuriyetinde basılan edebî eserlerin sayısı oldukça fazladır. Azerbaycan’da, Türkiye’ye göre kitap okuma alışkanlığının da daha iyi bir seviyede olduğu, kitapların baskı sayısından anlaşılmaktadır. Rus edebiyatının ve Rus kültürünün etkisiyle, Türk toplumlarında kitap okuma alışkanlığının Türkiye toplumundan    kat kat ileride olduğu görülmüştü. Bu sebeple, özellikle Kuzey Azerbaycan’da kitap baskı sayısının Türkiye’den fazla olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Kitap okumanın, zihinsel süreçlere büyük ölçüde etki ettiği düşünülürse, yazı dili kullanıcılarının gelişmesine de yarar sağladığı açıktır.

Burada, özellikle bilimsel çalışmalara özendirmek amacıyla Türkmenistan’da yayımlanan  Mugallımlar  Gazeti’den bir örnek üzerinde durmak iyi olur diye düşünmekteyim. Gazetenin  üst başlığı: XXI asır bilim, ılım asırıdır. Haber, Türkmenistan Cumhurbaşkanı Gurbagulı Berdimuhamedov’un ağzından şu sözlere yer vermektedir:Häzirki dövürde yurdumızda amala aşırılyan özgertmelerin çäginde bilim ulgamına ayratın orun beriyär. Bilime cemgıyetinizin öëe gitmeginin, devletimizië  mundan beyläk de ösmeginin binyadı hökmünde garalyar. Bizin bilim sıyasatımızın asası maksadı yurdumızın her bir rayatı üçin bilim almağın  elyeterli bolmagını gazanmakdır. Her bir adamın  bilim babatda öz ukıbını, zehinini dolı ulanıp bilmesi üçin ähli şartları döretmekdir. Bilim işinde umum adamzat gımmatlıkları, dünyänin  ösen  dövletlerinin  tecribesi göz ününde tutulmalıdır. Şeyle hem, bilim ulgamı halkımızın  medeni, milli-ruhı yörelgeleri, däp-dessurları bilen sazlaşıklı ösmelidir”( Mugallımlar Gazeti, 2 Eylül 2016).

Edebiyat, bilim ve sanat alanındaki telif eserlerin yanında, bu türlerin tercümelerinin de yazı dillerinin gelişmesine büyük ölçüde katkı sağladığı düşüncesindeyim. Çünkü tercüme karşısında kaynak dil-hedef dil arasında çevirici, dilinin imkanlarını en yüksek seviyede kullanmak mecburiyetinde kalmaktadır. Bu, hem hedef  dilde tam anlaşılır bir metin oluşturmak, hem de kaynak  dille  anlatılmak istenenleri her hangi bir anlamsal bozulmaya sebep olmadan,  tam yerinde verebilmek için doğan bir mecburiyettir. İyi bir tercüme/çeviride, çevirenin dil bilinci ve dili kullanma başarısı, yazı dilini doğrudan etkileyen bir süreçtir. Sovyet döneminde, Azerbaycan, Türkmen ve Gagavuz Türkçesinin tercüme ettiği dillerin başında doğal olarak Rusça gelmektedir. Burada, Rusça ve Türk lehçeleri iki dilli sözlüklerin çevirilere katkısı olmuş ve aynı zamanda bu lehçelerin tek dilli sözlüklerinin yazılmasında bir örneklik de teşkil etmiştir.

              5) Yazı Dilinin veya Anadilin Geleceğini Yönlendirici Söylemler 

                 Yazı dilini ve o toplumdaki ana dilini yönlendirici söylemler, sınırları belirli ve bir devlet teşekkülü altında yaşayan bütün yönetici ve yetkililerce ele alınmıştır. Bu söylemler, ulusların coğrafyadaki ve  toplumlar nezdindeki duruşuna ve varlığına atıf yapar. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk dili ve tarihi ile ilgili söylemleri, yönlendirici ve biçimlendirici olmuştu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra özellikle Kuzey Azerbaycan ve Türkmenistan’da geleceği yönlendirici söylemlerin arttığı görülmektedir. Burada, Türkmenistan’dan bir örnek vermekle yetinelim: “Berkarar dövletimizin bagtıyarlık dövründe yurdumızın her bir rayatı eziz vatanımıza, asuda, abadan durmuşımıza guvanıp yaşayar, ata-babalarımızın mukaddes yörelgelerine eyerip, dövletimizin mundan beyläk-de gülläp ösmegi uğrunda ıhlaslı zahmet çekyär, okayar, döreyär ve guryar. ( Mugallımlar gazeti, 2 Eylül 2016) Ayrıca Kuzey Azerbaycan Devletinin ilk cumhurbaşkanı olan Elçibey’in “Azerbaycan Türkçesi”nin  resmî dil olarak kabul edilip gelişmesi ve  Latin alfabesine geçilmesi konularında yüksek bir bilinçle hareket ettiğini da hatırlamak gerekir.

6) Kamusal Alanda Yazı Dilinin İşlenmesi (Bakanlıkların hazırladığı ders kitapları, üniversitelerin çıkardığı bilimsel dergiler,  yönetmelik, yönerge, kanunların dili kamusal alanda yazı dilinin işlendiği örnekler olarak ele alınmalıdır.)

Aslında, gündelik hayatta yüz yüze gelme sıklığı hayli az olan kanun metinleri, yönerge ve yönetmeliklerin dili de yazı dillerinin gelişmesini etkileyici işleve sahiptir. Burada yer alan hükümlerin  tartışmaya ve istifhama sürükleyici olmaması, eski deyimle “etrafını cami, ağyarını mani” biçimde, ne anlatılmak  isteniyorsa tam ve açık olarak anlatılması, dil kullanıcılarının ve kanun yazıcılarının sorumluluklarıdır ve bu sebeple de her ne kadar bu metinler terim nitelikli pek çok sözden oluşuyorsa da açık, anlaşılır, gereksiz ayrıntıdan (belki de laf- güzaftan)  arınmış metinler olmalıdır ki bu yazı diline katkısı olabilsin. Bu bildiri metninde, Türk lehçeleri üzerinde  çalışan araştırmacılara kanun, yönetmelik ve yönergelerin dili üzerinde ayrıntılı olarak durmak gerektiğini de atılacak adımlar listesine eklemek için söylemek isterim.

Türkiye’de özellikle Milli Eğitim Bakanlığı, ders kitaplarının yazılmasında bir lokomotif görevi almıştır. 1980 sonrasında özel yayınevlerinin ders kitapları, yardımcı kitapların çeşitliliği de artmıştır. Son yıllarda ise ilk ve orta öğretimde hemen bütün kitaplar bakanlıkça basılıp dağıtılmaktadır. Benzer durum Kuzey Azerbaycan, Türkmenistan ve Moldavya’da da vardır.

              7) Mevcut Gidişata Muhalif Dilin İşleklik Kazanması (Tarihsel bir örnek olarak Hürriyet Kasidesinin ve diğer örneklerin yadsınamayacak işlevleri)

Son olarak, muhalif dilin ve söylemlerin yazı dilini geliştirici etkisini de eklemek gerekir. Özellikle Güney Azerbaycan’da oluşan hürriyet bilinci, edebî ve kültürel alanlara doğrudan etki etmekte, canlı ve hareketli özgün söylemlerin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Pek çok kısıtlama ve baskıya rağmen Cevat Heyet’in Güney Azerbaycan’da Varlık dergisini yayımlayabilmesi, Yaprak gibi dergilerin kapatılıp açılsa da canlılığına devam edebilmesi Güney Azerbaycan Türkçesi için büyük bir tutamak olmuştur.

Halihazırda, Güney Azerbaycan’da oldukça vahim kısıtlamalar görülmektedir. Özellikle mevcut yönetim tarafından Güney Azerbaycan Türkçesinin kale alınmamasını konu alan 2006 yılına ait bir karikatürü göstererek, bu durumu daha açık  göz önüne sermiş olacağız:

               “ Karikatürün bulunduğu sayfanın ve makalenin başlığı “Hamamböceklerinden nasıl kurtulabiliriz?” ve karikatürün üstündeki açıklama da “Hamamböcekleri insan dilinden anlamadıkları için onlarla kendi dillerinde konuşmak gerekir, onlar bizim pisliğimizden beslenirler. Böcekler o kadar çoklar ki, sadece onları ezmekle kurtulabiliriz veya bir süre pisliğimizi yapmazsak açlıklarından ölürler.” yazıyor. Karikatürde, bir masada bir hamamböceği ve masanın karşısında oturan çocuk var. Çocuk hamamböceğine bakarak Farsça olarak “böcek” diyor. Hamamböceği ise ona bakarak “namana?” diyor.“Namana?”, Güney Azerbaycan Türkçesinde “ne?” demektir ve Farsçada kullanılmaz.” (www.gazete2023.com/dusunce-analiz/guney-azerbaycan-turklerinin-sessiz-cigligi.;https://gaiadergi.com/ezilen-dev-bir-azinlik-iran-azerbaycanlilari/ ) Görüldüğü üzere, yirmi beş milyondan fazla bir anadili konuşucusu olan Güney Azerbaycan Türkçesi ve konuşurları “böcek”le  eş değer tutulmuşlardır. Bu aşağılama, mantıksal mukayeseleri, mizahi ve hümor yaklaşımlarını çoğaltmakta, Güzey Azebaycan Türkçesinin muhalif söylem örneklerini arttırmaktadır.

Türkmenistan dışında da muhalif bir Türkmen edebiyatı/söylemi yeşermektedir.                      Ak Velsapar’ın 2014 yılında Stokholm’de yayımlanmış romanı Kobra; 2009’da yine aynı yazarın “YagtılıktaYitenler” kitapları örnek olarak verilebilir. Muhalif bir söylem olmamakla birlikte yine Dr.Yusuf Azmun’un aynı yayınevince (Gün Neşiryatı)  2016 yılında yayımlanan  Söz Kökümiz-Öz Kökümiz adlı kitabı, Türkmence kelimelerle ilgili anlam analizi,  etimolojik değerlendirme ve kullanım özelliği gibi konuları işleyen önemli bir bilimsel yayındır.
Türkiye’de değişik konularda muhalif söylemlere  örnek gösterilebilir. Ancak edebî bakımdan dil  içinde aldıkları tavır ve edebiyat içindeki konumlanışları yönüyle, Latife Tekin ve Müge İplikçi’nin eserlerini yeni ve  özgün ifade biçimleri bakımından örneklemek uygundur.

Bu anlatılanlardan başka birkaç önemli konuya değinerek konuyu sonlandıralım: Türkiye ve Azerbaycan-Türkmenistan-Gagavuz Yeri ilişkilerinde en önemli hususlardan biri de yüksek öğretimde öğrenci değişimiydi. Burada, başlangıçta tek yönlü bir hareket vardı. Özellikle 1994 yılından itibaren devlet erkinin bu ilişkilere önem verdiği görülmektedir. Ancak, sonraları öğrenci sayısının azalmasıyla bir dar noktada kalındığını söylemek gerekir. Şu anda yeniden öğrenciler gelmeye başlamıştır. Ancak, Türkmenistan’dan gelen öğrenci sayısı çok değildir. Bu öğrencilerin, kendi ülkelerinde mesleklerini icra ederken yazı diline katkı sağlayacakları şüphesizdir. Günümüzde Türkiye’de Türk Lehçeleri ve Edebiyatları alanında oldukça geniş bir külliyat oluşmuştur. Bunda hiç şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin büyük katkısı olmuştur. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna bağlı Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezi  gibi devlet kurumları dışında üniversitelerin, araştırma enstitülerinin ve bunların çıkardıkları yayın organlarının;  Kardaş Edebiyatlar, Kardeş Kalemler gibi sivil dergilerin, sanat ve meslek birliklerinin, Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi,  Avrasya Yazarlar Birliği, İlim ve Sanat Eserleri Meslek Birliği  gibi sivil yapılanmaların Türk dünyası dil ve edebiyat çalışmalarına katkı sağladıkları ve yazı dili örneklerinin yayılmasına hizmet ettikleri ortadadır.

Sonuç olarak Batı Grubu Türk Yazı Dillerinin 1990’lı yıllardan günümüz önemli bir mesafe kaydettiği görülmektedir. Ancak bu, günümüz teknolojik imkanları düşünüldüğünde, yeterli görülecek mesafe olmamalıdır. Önümüzde yapılacak pek çok iş durmaktadır.

 

KAYNAKLAR

AŞİROV, Tahir (2017). Sovyetler Birliğinin İlk Yıllarında Türkmenistan’da Dil – Şive Tartışmaları (I. Kaynaklar), Sanal Türkoloji Araştırmaları Dergisi, 2.cilt, 3.sayı

AZMUN, Yusuf (2016). Söz Kökümiz-Öz Kökümiz, Gün Neşiryatı, Stokgolm.

BULUT, Serdar (2017) Güney-Batı (Oğuz) Grubu Türk Lehçelerinden Azerbaycan Türkçesi Üzerine Yazılan Sözlüklerin Özellikleri Ve Tanıtımı, ASOS Jurnal,  Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 51,  s. 328-363.

Çağdaş Türkmenistan Öyküsü (2013); Editör: Hüseyin Su, Hece Yayınları, Eskişehir.

DİNÇ, Sinan (2013). Türkmen Türkçesi Üzerine Bir “Kaynakça” Denemesi ,TEKE Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 2/1  s. 166-180.

GAYBALIYEVA, Sekine (2008). Irakta Güney Azerbaycan Edebiyatı, ICANAS  Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, 2007, Ankara.

GÖKDAĞ, Bilgehan Atsız (2013). Türkmenistan’da Dil Politikaları, Yeni Türkiye Dergisi, 53

HASANOV, İlham (2003). Haydar Aliyev Döneminde Azerbaycan’ın Dış Politikası (1993 – 2001) Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisan Tezi, Danışmanı Doç. Dr. Çağrı Erhan, Ankara.

HEYET, Cevat (2004). Azerbaycan’ın Türkleşmesi ve Azerbaycan Türkçesinin Teşekkülü, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, sayı 1, s.7-19, Ankara.

HEYET, M. Riza (2011). Azerbaycan Milli Hökümetinin Quruluşu ve Dil Politikası, Sorgulama Zamanı Düşünce Topluluğu, Türklük Bilimi, 04.04.2011

İSMAYILOV, Hüseyin (2008). Azerbaycan Folklorunun Çağdaş Durumu 38. ICANAS  Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, 2007, Ankara.

KAYA, Turhan (2008). Küreselleşme Bağlamında Azerbaycan-Türkiye Edebî Alakaları Ve Nusrettin Abdulov’un Rubaileri ,38. ICANAS  Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, 2007, Ankara.

KUŞ, Bahri (2013). Millî Lisan Anlayışının Ömer Seyfettin’in Hikâyelerindeki Yansımaları, A.Ü.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı: 49,  s.9-16,   Erzurum.

NAĞISOYLU, Möhsün (2012). Azerbaycan Sözlükçülüğü Tarihine Bir Bakış, Sanal Türkoloji Araştırmaları Dergisi

OĞUZHAN BÖREKÇİ, Ülkü Ayşe (2011). Türkiye’nin Modernleşme Sürecinde Muhalif Aydının Romanlarda Temsili, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik ABD, Doktora tezi (Danışama: Prof. Dr. Nilgün Gürkan Pazarcı), Ankara.

OKUMUŞ, Salih (2011) Modern Güney Azerbaycan Edebiyatı, https://www.tarihtarih.com/

http://www.gazeteler.com/azerbaycan.php

“Iranian Azerbaijanis: A Giant Minority” (6 June 2006) by Ali M. Koknar [The Washington Institute]

“The Rise of Nationalism among Iranian Azerbaijanis: A Step towards Iran’s disintegration?” (20 March 2013) by Emil Souleimanov, Kamil Pikal, and Josef Kraus [Rubin Center]

“Iranian side mistakenly celebrate winning the league title” (18 May 2015), by Adam Hurrey [Telegraph

 

EK 2

GELECEĞE NASIL YÖN VERİLİR?

Prof. Dr. Ayşe İlker

 

Dünyanın en gelişmiş devletleri,  çok uzun süren bilimsel çalışma ve plan-programlar sayesinde bulundukları noktalara gelebilmişlerdir. Devlet ve toplum olarak, kendinizi nerede ve nasıl konumlandırdığınızı belirlemeniz gerekir.  Ekonomik, siyasi, teknolojik ve kültürel yönden büyük ve gelişmiş denilen devletler, bunu yapmışlardır. Türk devletinin de gelecekte kendisini nasıl görmek istediği ve nerede konumlandırması gerektiği çok önemli bir konudur. Bunun için yapılması gereken pek çok teknolojik,  kültürel ve siyasi çalışma vardır; ancak bunlardan çok daha önemli olduğunu düşündüğüm bir konuya temas etmek istiyorum bu yazıda. Geleceğe yön vermek demek, çocuklarımız ve gençlerimizi düşünmek ve onları hem bilgi seviyesi bakımından hem de sağlık bakımından kendisine yeten ve güvenen bireyler hâline getirmek demektir. Onları sağlıklı yetiştirmek ve geleceğine yön vermek için iki beslenme türüne odaklanılması gerekmektedir:  Birincisi bedensel beslenme ikincisi zihinsel beslenme. Doğal afetler ve savaşlar sonucunda ortaya çıkan kıtlık, büyük devletleri hem kendi vatandaşlarını hem de pek çok ülkede açlık sınırında yaşayan diğer insanları, yaşanılan zamanlarda açlıkla yüz yüze bırakmamak için yeni önlemler almaya itmiştir. Bu önlemlerin başında insanın doyması için en önemli besin kaynağı olan buğdayı çoğaltma ve kolay üretme çalışmaları gelmiştir. 1940’lı yıllara kadar, buğdayın genetiğinde büyük değişiklikler yapılmamışken, bu tarihten sonra yukarıda söylenen sebeplerden dolayı  sürekli değiştirme ve yenilenmeler meydana gelmiş, laboratuvar çalışmalarında boy, başak, doluluk ve hasat gibi ölçeklere dayanılarak kolay üretilebilecek verimli buğday türleri ortaya çıkarılmıştır. Yeni türler ortaya çıkarılırken esas alınan tür, Türk buğdayı olarak bilinen ve Anadolu’da yüzlerce yıl ekilip biçilen “Siyez” buğdayı idi.  “Kırmızı buğday” adıyla da bilinmekte olan bu tür, gluten oranı az olduğu için kana çabuk karışmamakta ve kandaki şeker oranını artırmamaktaydı. Defalarca genetik değişime uğratılan kırmızı buğdayın günümüzde son olarak getirildiği hâli ise tabiri caizse bir “zehir” hâlini almıştır. Siyez buğdayının kromozom sayısı doğal hâlde 14-16 iken, İsrail ve Amerika’daki laboratuvar çalışmalarından sonra elde edilen buğdayların kromozom sayısı 30-40 olmuştur. Bazı yayınlarda kromozom sayısı 80’i bulan buğday türlerinin olduğu da belirtilmektedir. İşte bu buğdaylar ve yan ürünleri, vücuda girdiğinde “zehir” etkisi yapmakta, çok hızlı kana karışmakta ve kan şekerini hızlıca yükseltmektedir. Ayrıntıları pek çok bilimsel makalede ele alınan bu konuların bize gösterdiği en önemli şey, çocuklarımızı ve gençlerimizi genetiği değiştirilmiş bu buğdaylarla beslemeye devam edersek, hastalıklı bir nesil meydana getirmekte olduğumuzdur. Bilindiği üzere son elli yılda Türk toplumunda diyabet, şişmanlık (obezite) ve tansiyon hastalıkları üçlü beşli katlarda artış göstermektedir. Bunun en önemli sebeplerinin başında beslenme alışkanlığı ve genetiği değiştirilmiş buğdaydan hasıl  olan unlu ürünler ve ekmek tüketimi gelmektedir. O hâlde, yukarıda söylediğimiz sözü burada yineleyelim: Geleceğe yön vermek için çocuklarımızın ve gençlerimizin bedensel beslenmesinde son derece dikkatli ve titiz davranmamız gerekmektedir. Aksi, hasta bir toplum ve sürekli ilaçla yaşamak zorunda kalan bireyler olacaktır.

Beslenmenin ikinci türü, zihinsel beslenme demiştik. Zihinsel beslenmeden, daha çocuk yaşlardan itibaren gerek ailede gerekse okulda kitap okuma ve yazı yazma eylemleriyle tanıştırılmayı anladığımı ifade etmek istiyorum. İnsan beyni, sürekli çalıştırılırsa ve bilgi akışı sürekli olursa yeni üretimlerde bulunabilmektedir. Yine bilindiği üzere, özellikle Avrupa ve Amerika’da, sağlık alanındaki iyileştirmelere koşut olarak insan yaşının uzamasıyla birlikte, yeni zihinsel problemler ortaya çıktı. Bunama bunların başında geliyordu. Ancak günümüzde bunamadan başka baş edilmesi gereken çok önemli bir zihinsel hastalık var karşımızda: Alzaymır. Beynin küçülmesi ve beyin hücrelerinde ipliksi plaksı maddelerin artması sonucunda oluştuğu düşünülen Alzheimer, artık çağın en büyük problemlerinden biri olarak görülüyor ve karşılaşılma oranı gün geçtikçe artıyor. Ancak, bu hastalığa mahkûm değiliz. Hastalıkla ilgili yüzlerce makale var literatürde. Bunlar, hastalığın sebeplerinden tedavi yollarına ve önlem alınmasına kadar pek çok konuda ele alınmış ve çoğu somut verilere dayanarak yazılmış yazılar. Makaleler dışında kitaplar da var elbette. Beni böyle bir konu ele almaya, düşünmeye ve bu yazıyı yazmaya götüren sebeplerden biri yakın zamanda Alzaymır ile ilgili okuduğum bir kitap. TÜBİTAK tarafında basılmış kitabın adı: Belleğin Tükenişi. Kitap, Jay Ingram tarafından yazılmış ve M. Ender Arkun’un kaleminden tercüme edilmiş. Bu kitapta en çok dikkatimi çeken ifadelerden biri “fikri yoğunluk” kavramı oldu. Beyin işlevleri ve Alzheimer araştırmaları için gönüllü olarak denek olmayı kabul eden rahibeler üzerinde yapılan bir araştırma, gençlik yıllarında özellikle 19 yaşlarından itibaren “fikrî yoğunluk” içinde olmuş kişilerin beyinlerinin küçülmediği ve ipliksi ve plaksı maddelerin oluşmadığı yönünde. Fikrî yoğunluk içinse, yazma eylemi ön plana çıkarılıyor. 19 yaşlarında yoğun fikrî çaba içinde olan, duygu ve düşüncelerini ayrıntılı olarak yazan bir rahibenin beyninin küçülmediği anlatılıyor eserde.  İşte bu bilgiden dolayı “zihinsel beslenme” kavramını kullanıyorum ve çocuklarımızı ve gençlerimizi kitapla ve yazıyla ne kadar çok fikir yoğunluğu içinde bırakırsak o kadar çok çağın hastalıklarından uzaklaştıracak ve geleceğe sağlıklı nesiller bırakabileceğiz. Bizde genellikle okuma alışkanlığı kazanma konusunda zorluklar var. Okulda ve aile içinde mutlaka okuma saatleri ayarlanmalı. Ancak okumak kadar yazma eyleminin de çok mühim olduğu, verdiğim örnekte görülmekte. Bu sebeple, çocuklar ve gençlerden duygularını ve düşüncelerini yazmalarını istemek gerekir. Bunun içinse öğretmenlerin de eğitilmesi şarttır. Sağlıklı nesiller, bir devletin geleceğinin olumlu yönde biçimlenmesi anlamına geldiğine göre, fikrî yoğunluk için bir proje başlatılabilir. Türk devletinin geleceği zihinsel ve bedensel işleyişi sağlıklı bir nesille mümkündür. Geleceğe ancak böyle yön verilir.

[1] Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi

[2] Birinci bölümde yer alan makale kastediliyor.

[3]  Ayşe İnce İlker, DTCF Türk Dili Kürsüsü 1982 Mezunu; Manisa Celal Bayar Üniversitesi öğretim üyesi.

[4] https://www.academia.edu/37078747/BATI_GRUBU_T%C3%9CRK_YAZI_D%C4%B0LLER%C4%B0N%C4%B0N_BUG%C3%9CNK%C3%9C_DURUMU (Bkz. Ek: 1)

[5] Bkz. Ek: 2

Yorum bulunmamaktadır.
Konu: DTCF BİRLİK’İN DİL SİYASETİ BİLDİRİSİ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.