1980 yılının Haziran döneminde okulu bitirmiş, atama bekliyordum. Derken malum 12 Eylül İhtilal’i oldu. Daha sonra Kumrular Sokak’taki eski Milli Kütüphanede dualar arasında çektiğimiz kura ile Çankırı’ya Coğrafya öğretmeni olarak atandım. Benimle birlikte sanat tarihinden rahmetli Necati Şahan ve edebiyattan İrfan Kocakâhya da vardı. Milli Eğitim Müdürlüğü bünyesinde “depo tayinli” olarak birkaç gün bekledikten sonra ben Eldivan ilçesine, Necati Kurşunlu’ya atandı. İrfan ise merkezde kalmıştı.
Eldivan’da bir yıla yakın görev yaptıktan sonra bir arkadaşımdan Jandarma Genel Komutanlığınca muvazzaf subay olarak atanmak üzere coğrafya öğretmeni arandığını duydum. Konu ile ilgili gazete ilanında müracaatın bizzat yapılması gerektiği, mektupla yapılacak müracaatların dikkate alınmayacağı yazıyordu. Dilekçemi ve istenen diğer evrakı da alarak Ankara’nın yolunu tuttum.
Jandarma Genel Komutanlığına müracaatımı yaptıktan sonra arkadaşlardan birilerini görebilir miyim diye Kurtuluş’ta Konya Yurdu yakınlarındaki kahvehaneye uğradım. Birilerini gördüm mü hatırlamıyorum, ama tam çıkarken Kemal girdi içeriye. Sarılıp öpüştükten sonra sohbete başladık. İrfan’ı, Necati’yi anlattım. Ziyaretimin sebebini sordu. Ben de kısaca özetledikten sonra “tavassut” anlamında söyleyebileceği birileri varsa, iletmesini söyledim ve kucaklaşıp ayrıldık. Ben aynı gün Eldivan’a döndüm.
Daha sonra mülakat için gelen davet mektubu ve devamında yaklaşık bir yıl süren prosedürlerin tamamlanmasından sonra 1982 yılının Haziran ayında Jandarma Genel Komutanlığı emrine öğretmen subay olarak nasbım çıktı.
Hikâyenin Kemal ile ilgili olan ikinci bölümü çok daha önemli ve ben bunu yıllar sonra öğrendim. Kurtuluş’taki karşılaşmamızdan sonra Kemal, Ülkü Ocaklarının sosyal faaliyetlerini yürüten ( galiba TÖMFED idi) bölümünün eski başkanı Haşim Akten’in evine gidiyor. Haşim’in ağabeyi Jandarmada Astsubay. Yanında da onun devre arkadaşı iken daha sonra “subay” olmuş birisi var. İlerleyen yıllarda da yardımlarını gördüğüm bu subay, Kemal’in DTCF’li olduğunu öğrenince “Jandarmaya bir coğrafya öğretmeni alacaklarını, tavsiye edeceği birisinin olup olmadığını” soruyor. Kemal de hemen övgü dolu birçok sözden sonra benim adımı ve müracaat bilgilerimi veriyor kendisine. Ben de bu güzel tevafukun da yardımıyla subay olup 31 yıl hizmet ediyorum. Kemal kardeşime minnet duymayayım da ne yapayım?
YER İSTANBUL TUZLA PİYADE OKULU, YIL 1982 AYLARDAN AĞUSTOS.
1980 Haziran’ında okulu bitirmiş ve sanırım ekim ayı içerisinde Çankırı Eldivan ilçesine Coğrafya öğretmeni olmuştum. Rahmetli Necati Şahan ve İrfan Kocakâhya da Çankırı’ya atanmışlardı. Eldivan’da geçen çok güzel iki yılın sonunda J. Genel Komutanlığında Öğretmen Teğmen olarak göreve başladım. Aynı yılın ağustos ayı başında evlendim ve üç gün sonra bir mesaj emriyle ”Subay Temel Kursu” için Tuzla’ya gönderildim. Çoğunluğu Tabip olan 40 civarında subaydık. Günler yoğun, ama çok zevkli geçiyordu. Tabiplerin çoğu da ülkücü oldukları için çabuk kaynaştık. Hatta orada Asteğmen adayı olarak eğitim gören Beytepe’den “Militan Mehmet” ve yine bir bölükte yazıcı olan “Lütfü Şahsuvaroğlu” ile karşılaştık. Ben Lütfü’ye “başkanım” diyorum, o bana “komutanım” diyordu. Günler böyle birbirini kovalarken bana o akşam Nizamiye nöbetçi subaylığı sırasının geldiğini söylediler. Mesai bitiminde gidip yerimi aldım. Güzel bir İstanbul akşamıydı. Nizam Karakolu önünde çayımı içip sigaramı tellendirirken sanırım saat 21.00 civarında bir telaş oldu. “Komutan” geliyor, dediler. Tabii beni de bir telaş aldı. Komutan dediğin meşhur “Matkap Hakkı.” (Tümgeneral Hakkı Kaya, öldü ise Allah rahmet etsin.) Astsubayından albayına kadar herkesin titrediği Kıbrıs Gazisi, her cuma beraberce namaz kıldığımız biri. Mamafih kursa başladığım ilk gün eğitim elbisemi yaptırırken karşılaşmıştım. Neden geç başladığımı sordu. “Komutanım yeni evlendim. Kurs emri çıkınca eşimi Yozgat’a babamların yanına götürdüm ve ancak gelebildim.” dedim. Daha sonra herkesin hayret ettiği bir şekilde “Aferin evladım!” dedi. Neyse biz yine Nizamiyeye dönelim. Ben paçalarımı, kepimi düzelttim “bir selam çakarız” geçip gider, derken adam tam benim önümde duran arabasından indi, tekmil verdim, elimi sıktı. Birlikte biraz yürüyelim, dedi. Ben şaşkın şaşkın sol arkasından yürümeye başladım. Nereli olduğumu, hangi okulu bitirdiğimi ailemi falan, şimdi unuttuğum bir sürü soru sordu. Tabii ben bir yandan cevap veriyor, bir yandan da “Ne sevap işledik de Matkap Hakkı’nın iltifatlarına nail oluyoruz, diye düşünüyorum.” Yolun sonunda, kapısında “İstihbarat Şube Müdürü” yazan bir odaya geldik, turduk. Sonunda komutan ağzındaki baklayı çıkardı. “Hakkında yakalama emri var. 1979 yılında birilerine ateş edip yaralamışsın.” dedi. Tabii benim başımdan kaynar sular döküldü. Bir yandan da küçük bir sevinç dalgası kapladı içimi, çünkü böyle bir şey yapmamıştım. Neyse isnatların doğru olmadığını, hayatımda hiç silah kullanmadığımı falan söyledim. Komutan bana “Senin ideolojik görüşün nedir?” diye sordu. Önce “Atatürkçüyüm” falan dedim, ama sonunda eğer kaderde ”Mamak” zindanlarına düşmek varsa, yanlışlıkla solcuların arasın düşmeyeyim diye “Komutanım ben ülkücüyüm, ama tekrar söylüyorum silahlı bir eylemim olmadı.” dedim. Onları bilmem, ama ben bunu söyledikten sonra biraz rahatlamıştım. Neyse o geceyi “disiplinde” geçirdim. Ertesi gün Ankara’dan gelen bir yüzbaşı eşliğinde yola çıkmadan önce Hakkı Paşa yine geldi ve yüzbaşıya dedi ki “Ankara Merkez Komutanı’na selamımı söyle, bu çocuğu polislere vermesin, bütün işlemler Merkez Komutanlığında yapılsın.” Daha sonra Nizamiye önünde Ankara otobüsüne binerken geriye dönüp şöyle bir baktım. Bir daha dönebilecek miydim? O günlerde gidenler kolay kolay dönemezlerdi. Ankara yolunda yüzbaşıyla uzun uzun konuştuk. İyi birisi idi. Yolculuğumuz akşam üzeri Bahçelievler son duraktaki Ankara Merkez Komutanlığının bodrum katındaki nezarethanede son buldu. Nezarethane üç metreye belki de dört metre bir oda. Bir somya var, tepedeki pencereden nöbetçi askerin postallarından başka bir şey görünmüyor. Kapının önünde de bir nöbetçi var. Tuvalet ihtiyacı olunca asker kapıyı açıyor, ama tuvalet kapısını tam olarak kapatamıyorsun. Burada bir hafta kaldım. Sabahları kalkıp yürüyüş ve kültürfizikten sonra kahvaltı geliyor. Daha sonra valizimde tesadüfen bulunan gazetedeki fotoğrafları yırtarak oluşturduğum “yapboz” la uğraşıyorum. Sanırım üçüncü gündü. Bana önce Ankara Hamamönü civarında bir grubun taranması sebebiyle suçlandığımı ve öğleden sonra “yüzleştirme” yapılacağını söylediler. Bu arada bir grup polis gelip ifademi aldılar. Enteresan bir detay da bana en son seçimde hangi partiye oy verdiğimi sordular. Aslında “Adalet Partisi” desem çok iyi olacakmış, ama benim gibi “ülkücü” olduğunu söylemiş birinin AP’ye oy verdim, demesinin komik olacağını düşünerek MHP’ye dedim. Bu ifadenin daha sonra başıma işler açacağını nereden bilebilirdim ki. Yüzleştirmede birkaç sivil kıyafetli askerle birlikte duvar dibine sıralandık. Anılan hadisede yaralanan delikanlıya malum soruyu sordular ve “Bunların arasında yok.” cevabı ile yüzleştirme sona erdi. Sanırım 7’nci gün Ankara Kolordu Komutanlığından gelen bir yazıyla serbest bırakıldım. Ankara’da birkaç kişi ile müşavere ettikten sonra pazar akşamı otobüse binip pazartesi sabahı Piyade Okulunun önünde indim. Şimdiden sonrası askerlik anıları diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Ben de öyle hayal ediyordum, ama olaylar öyle gelişmedi. İlk iş olarak Bölük Komutanı’nın önüne çıktım. Adam hayalet görmüş gibi oldu. Çünkü daha önce inzibatların alıp gittiği çok sayıda kişi, Yemen yolu gibi bir daha geri dönememişti. Benim yatağımı, dolabımı bile başkalarına vermişlerdi. Neyse pek hoşuna gitmese de yapabileceği bir şey yoktu. Bu arada ülkücü tabip arkadaşların desteğiyle “cüzzamlı muamelesi” görmeden kursu bitirip Ankara’ya döndüm. Pazartesi sabahı Jandarma Okullar Komutanlığına geldiğimde yine şaşkın birçok gözle karşılaştım. Bütün serencamımız duyulduğu için Okul’daki arkadaşlar dahil herkes bizi, “Gitti, artık gelemez.” olarak değerlendirmişlerdi . Okul Komutanı çok titiz bir adam olduğu için beni bir albay eşliğinde Emniyet Müdürlüğüne gönderdi. Altı yıllık öğrenciliğimizde benim bile unuttuğum ne varsa, hepsini bir klasör halinde albayın eline tutuşturdular. Tam bu badireyi atlattık, derken şimdi yeni bir sıkıntıyla karşı karşıya idim. Bir süre beni derslere sokmadılar. Neyse yine Allah’ın yardımı ve birilerinin tavassutuyla Genel Komutanlık’tan “derslere girebileceğim yazısı” geldi ve normale döndük. Hikâye burada bitti, desem de maalesef bitmemiş. Aradan aylar mı geçti yıl mı bilmiyorum. Bir gün Okul bahçesinde dersten karargâha dönerken Nizamiye tarafından gelen bir polis memuru gördüm. Hani göbeği çıkmış, şapkası bir yana kaymış karakol polislerinden biri, elinde bir zarf var. Sordum, “Hayırdır hemşehrim, sebebi ziyaretin nedir? “Bir tebligat var komutanım.” dedi. Zarfı bana doğru uzattı. Bu kadar olur. Zarfın üzerindeki isim tanıdık geldi “Muharrem Erdoğan” sanki ben! Neyse ilk şoktan sonra adama aradığı kişinin ben olduğumu söyleyince garip bayağı sevindi. Attım imzayı aldım. Ankara Emniyet Müdürlüğü Ceraim (cürümler) Büro Amirliği beni davet ediyordu. Allah’ım ne çok sevenim varmış. İşin garibi bu tür tebligatların genelinde olduğu gibi ne için çağrıldığıma dair en ufak bir bilgi yok. Fikrine değer verdiğimiz birkaç kişiye danıştık. Kimi der ki, Emniyet’e gitme Merkez komutanlığına git. Kimisi ise kimse duymadan git görüş. Tam bu sıkıntılı süreçte Allah’ın yardımı bir daha yetişti ve yazının altındaki imzayı tanıyan bir subay “Van’da beraber çalıştık, iyi bir insandır.” dedi ve telefonla arayıp davetin mahiyetini öğrendi. Efendim, Hamamönün’de taranan çocuğun yanında bir de kız kardeşi varmış, şimdi de onu bulmuşlar ve onunla yüzleşecekmişim. Neyse giydik sivilleri gidip buldum o amiri. Bir çay söyledi, beni rahatlattı. Anılan kardeşler de bıkmışlar, ama dosya kapanamadığı için mecburen her bir zanlı bulundukça çağırıp yüzleştiriyorlar. Birkaç sivil polisle birlikte dizildik yine tespih tanesi gibi duvar dibine. Kız doğru dürüst bakmadı bile. Dediğim gibi kaç kere çağrıldıysa garip bıkmış. Bu defa sordum amire bir daha çağrılacak mıyım diye? Artık bitti, bir daha çağırmayız dedi. Bu hikâye bu defa gerçekten bitti. Daha sonra hep düşündüm. Bahsedilen hadiseden sonra bir yıl öğrencilik ve daha sonra da iki yıl öğretmenlik yaptım. O aşamalarda polisin eline geçsem, olabilecekleri tahayyül bile edemiyorum. Beni sürekli koruyup kollayan Allah’a ne kadar şükretsem azdır.
Muharrem ERDOĞAN
Yorum bulunmamaktadır.