Devletimizin Ceyhan Nehri ve Savrun Çayı’nın yataklarını ıslah ederek, Çukurova’yı tarıma açması sonucu, çevremizdeki boş alanlar ve meralar iyice azalmıştı. Atadan dededen gelen görenekle sığır ve at yetiştiren ailem, çevre çiftçilere gitgide yük olmaya başlamıştı.

Yaylamak için ilkbaharda Çukurova’dan göç ederek Kayseri’nin Sarız ilçesinin Dayıoluk köyüne, oradan da Binboğa Dağlarındaki yaylamıza varıyorduk. Sonbaharda ise, aynı yolu tekrar geriye dönerek, Kadirli ilçesinin sınırları içinde bulunan Akçasaz Bataklığı’nın çevresindeki boş arazilerde kışlamak için Çukurova’ya geliyorduk. Bu göç yolculuğu hem gidişte hem de gelişte en az on beş günümüzü alıyordu. Yüz yıllardır bu döngü hiç bozulmadan devam ediyordu. Gidip geldiğimiz göç yollarında ekili alanlara zarar verdiğimiz gerekçesiyle, zaman zaman da türlü problemler yaşıyorduk.

Otlak alanların daralmasına bağlı olarak gerek serbest hayvancılığın büyüyen problemleri ve gerekse benden büyük olan dört ağabeyimden üçünün okuması, giderek hayvanlarımızın azalmasına sebep olmuştu. Zira ailemizin tüm geçimi bu hayvanların sırtındaydı.

Hiç okuma yazma bilmeyen bir ana ve babanın çocuklarıydık. Recep ağabeyimizin önderliğindeki okul başarılarımızdan dolayı, çevredeki ağalardan ve beylerden babama hep takdirler geliyordu. Elbette ki babam bu sözlerden gururlanıyor ve bizleri okutma konusunda içten içe daha bir istekleniyordu.

Avşar boyunun son konar göçeri konumundaki ailemin hayatı böyle devam ederken, 1972 yılında Kadirli Lisesini bitirmiş, bir de sınavlarda yeterli puanları alıp üniversiteye kayıt hakkı kazanmıştım.

Girdiğim sınavda yabancı dil bölümü olarak epeyce yüksek bir puan almıştım. Bu puanla  Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine rahat kayıt yaptırabilirdim. Tercihim; Fransız Filolojisi, İngiliz Filolojisi ve Alman Filolojisi olmalıydı,ama Hitler’den dolayı Almanları da pek sevmiyordum. Ön kayıt için heyecanla Ankara’ya gittim. DTCF’ye vardığımda okulun ön bahçesinde ve kaldırımlarda çok kalabalık öğrenci gurupları sıraya girmiş bekleşiyorlardı. Sabaha kadar yol gelmiş ve heyecandan hiç uyuyamamıştım, ama çaresiz  kaydımı yaptırmalıydım. Kuyruğun en sonundan sıraya girdim. Sıra o kadar yavaş ilerliyordu ki, bir metre ilerlemek için bir saat beklemek gerekiyordu. Sabahın erken saatinde girdiğim kuyrukta, ancak ikindi vakti bana sıra gelebilmişti. Verilen ön kayıt evrakında üç tercih sıralaması yapmam isteniyordu. Fransız ve İngiliz Filolojileri tamamdı, ancak Alman Filolojisinde bir türlü karar veremiyordum. Oldukça bitkin bir vaziyette üçüncü tercih için bölüm listelerini incelerken birden gözüme Sümeroloji Bölümü

2

ilişti. Ne olduğunu bilmiyordum, ama  Sümeroloji kelimesi de hoşuma gitmişti. Biraz da puanıma güvenerek, nasıl olsa Fransız Filolojisinde ismim çıkar düşüncesiyle, üçüncü sıraya da Sümeroloji’yi yazı verdim.

Uykusuz ve uzun süre ayakta kaldığım için yorgunluktan bitap düşmüştüm. Omuzlarımın, belimin ve dizlerimin ağrımasından; uzun boylu insanların fazla ayakta kalamaması gerektiğini o gün öğrenmiştim. Hemen boş bir alan bulup kendimi çimenlerin üzerine atarak, boylu boyunca uzandım. Uzandığım yerden okulu seyrediyordum. Sevmemiştim bu okulu. Hatta Ankara’yı sevmemiştim. Kendi kendime; okulu bitirdiğimde bir gün dahi bu şehirde kalmayacağım diye söylendim. Heyhat!.. Buna karar verecek olan ben değildim.

İki üç gün sonra asılan ilk listede Fransız ve İngiliz Filolojilerine puanım yetmemiş, ancak Sümeroloji’nin ilk listesinde ismim çıkmıştı. Mecburen bu bölüme kayıt yaptırdım. Zira kesin kayıt için hangi bölümde ismim çıkmış ise, o bölüme kayıt olmam şarttı. Diğer bölümlere kayıt yaptıramıyordum.

Üniversiteye kaydımı yaptırıp köyüme geri döndüğümde rahmetli babam; “Oğlum Üniversiteyi kazandın, kaydını da yaptırdın, ama ben seni okutamam. Bende ne mal kaldı ne de hâl. Ben sıfırı tükettim. Ankara’ya gidersen oralarda rezil olursun. Gel bu okuma sevdandan vazgeç!” diye sürüp giden uzun bir konuşma yapmıştı.

Ben de beni hiç düşünmemesi gerektiğini, benden daha küçük yedi kardeşimin olduğunu, hatta dördünün kız olduğunu ve kardeşlerimi düşünmesini, kendimin okurken geçimimi temin için nasıl olsa bir yol bulacağımı ve rezil olmayacağımı söyleyerek, babamı ikna etmeye ve yüreğini serinletmeye çalışmıştım.

Okulun başlamasına az kalmıştı ve benim Ankara’ya gidecek param yoktu. Bu sebeple, kardeşlerimizin içinde tek okumayan ve Çukurova’da bazen çiftçilik, bazen de amelelik yaparak hayatını devam ettiren Ömer ağabeyime müracaat ettim. O da bana Kerimli köyünden, Bahattin Gözükara’nın Horlavuk Çayı’nın kenarındaki yedi dönüm küncünün çekilme işini buldu.

Küncü, ülkemizin her yanında bilinen susam bitkisine bizim oralarda verilen yerel bir isimdi. Küncü çekilmesi işi ise, tarladaki küncünün ellerimizle asılarak köklerinden sökülmesi ve istiflenmesiydi.

Sabah erkenden işe başladım. Çukurova’nın sonbaharının sarı sıcağında olgunlaşmış küncüyü çıplak elle kökünden çekerek, yaklaşık 20 -25 santim çapında desteler yapıyordum. Küncüler, çekilmeye başladığı andan itibaren ellerimi yolmaya başlıyor, bu da bana büyük bir acı veriyordu. Buna rağmen üniversite hayatımı hayal ederek ellerimin acısını hissetmemeye çalışıyordum.

3

Akşama yakın topladığım ve deste yaptığım küncü demetlerinin 30 tanesini, kökleri yerde olmak kaydıyla biri birine dayayarak, tabanları daire olacak şekilde minik bir piramit hâlinde toplayıp yöremizdeki ismiyle konik kümüller yapıyordum. Zira kural buydu ve yöresel ismiyle kümül başına ücretim ödenecekti.

Tarlanın bazı bölümleri toprağın nemi çekilmeden sürüldüğünden olsa gerek, toprak zemin beton gibi sertti. Bundan dolayı da küncüleri sökmek için iki ellerimle ve olanca gücümle asılmam, ellerimin soyulmasına sebep oluyordu. Küncü sökmek işi sürdükçe avuç içlerim bir çok yerinden kabarıp patlamıştı. Gömleğimi yırtıp ellerime dolayarak işimi bitirmeye çalışıyordum. Bu arada okullar açılmış, dersler başlamıştı; fakat ben hâlâ Küncü çekmeye devam ediyordum. Yakın köylerden birisinden olan Bahattin ağabey bazı günler yanıma geliyor, ben çalışmaya devam ederken sohbetler ediyorduk. Bu kadar yokluk ve meşakkatin içerisindeki bizlerin okuması, başarılı olması, okulları bitirmesi ve üniversiteyi kazanmasının babamın yakın dostları olarak kendilerini dahi gururlandırdığını, durumunun çok iyi olmasına rağmen, kendi çocuklarının bunu başaramadıklarını söyleyerek bizlere takdirlerini söylemesi, beni gizliden de olsa sevindiriyor ve harçlığımı kazanmak için çalıştığım bu zor küncü işinde motive ediyor, şevklendiriyor ve heyecanlandırıyordu.

Bahattin ağabeyin gelmediği zamanlarda, tek başıma çalışırken; kaydımı yaptırmış olduğum Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin Sümeroloji Bölümünde nasıl okuyabileceğimi düşündükçe endişeleniyordum. Endişem maddiyattan ziyade ideolojikti. Zira lisedeki öğretmenlerimizden Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunlarının tamamı sosyalist düşüncede idi. Hem de bazıları isim yapmış sosyalistlerdi. Üstelik her dalda bezi olan dayım da kaydımı yaptırdığım okulun solcuların elinde olduğunu, ana binanın bodrumunda gizli yatakhanelerinin bulunduğunu, birkaç kez kendisinin de orada kaldığını söylemişti.

O yıllarda Çukurova’nın ağalarının ve derebeylerinin nesiller boyu topluma verdiği sıkıntı ve baskılar ortada idi. Bu baskı ve zulümler ile sarı sıcak altında amelelik yapmanın edebiyatını yapan Yaşar Kemal’in (Kadirli’de Kör Kemal olarak bilinirdi.) kitaplarına yansıyan duyguların, yöredeki genç nesillere solculuk ve sosyalistlik olarak yansıması oldukça yaygın bir hâldi.

Sömürü ve ezilmişlik edebiyatı yapmak oldukça cazip ve kolaydı, fakat bu sosyalistlik de nereden çıkmıştı. Sosyalistlerin konuştukları belli bir yerden sonra bölücü sözlere savruluyor, Tarihi kahramanlarla dolu Türk milletinin karşısında oldukları açıkça ortaya çıkıyordu. Tarihi boyunca mazlumların yanında olduğunu bildiğim Türk milletine neden karşıydılar? Hepsi Atatürkçü olduğunu söylemesine rağmen, neden Marx’ın, Lenin’in hayranıydılar? Bizlerin başka milletlerin liderlerine ve fikriyatına ne ihtiyacımız vardı? Hâlbuki ihtiyacımız olan fikirleri ve yöntemleri Mustafa Kemal Atatürk önümüze koymuştu. Bize düşen de bu fikirler doğrultusunda Türk milletini her alanda yüceltmekti. Gel gör ki, okumuş ağabeylerimden ikisi de sol fikri savunuyorlardı.

4

Babası harbe gidip geri dönmemesine ve okuma yazma bilmemesine rağmen babam; İstiklal Harbi’ni çocukluğunda yaşamış, savaş döneminin en acı yokluk ve kıtlıklarını görmüş, savaştan sağ dönen gazilerimizden kahramanlıklar dinlemiş, dinine, devletine bağlı olmuş ve bizleri de öyle yetiştirmeye çalışmıştı. Uğruna öleceği değerlerin başında Müslümanlığı, Türklüğü ve Avşarlığı olduğunu konuşmalarından ve yaşantısından bilmek mümkündü. Zaman zaman ağabeylerimin, tatile geldiklerinde, babamın ülkede yaşanan siyasi ve ideolojik olaylar üzerindeki kaygılı sorularına, saygıda kusur etmeden verdiği cevaplar dahi babamı memnun etmiyordu. Babamı memnun etmek bir yana onu çok üzdüğünü yüz hattındaki değişikliklerden görebiliyordum. Üstelik köyümüze oldukça yakın olan, sekiz bin dönüm kadar çiftlikleri olduğu söylenen Çukurova derebeylerinden Remzi Özdemir’in oğlu Hazım ve kızı Tülay da isim yapmış iki militan solcu olarak bilinirlerdi. Bunların çalıştırdığı amele ve işçilerinin lehine hiçbir girişimlerinin olduğunu görmek mümkün değildi. Bu nasıl çelişki idi? Söylemlerinde ezilmişlerin haklarından bahseden sosyalistlerin iki yüzlülüğü değil miydi?

Tüm bunları görerek, düşünerek ve yaşayarak; yeni yeni tanınmaya başlayan ülkücülüğün ne olduğunu araştırmaya başlamıştım. Bu arada 1969 yılında Kadirli’ye gelerek konuşma yapan Alparslan Türkeş’i dinlemiş, içten içe ülkücü olduğumu hissetmiştim. Bu hissiyatımı olgunlaştırdıktan sonra da daha önceden zaten tanıdığım Mehmet Ergün Gök, Turan Güven, Ali Gürel, Orhan Büyükikiz gibi ülkücü ağabeylerle irtibata geçmiştim. Bu insanların sohbetinde ve söylemlerinde kendimi bulmuştum.

Küncü çekme işimi bitirmiş ve yaptığım işin karşılığı ücretimi almıştım. Okullar başlayalı da bir hafta olmuştu, ama yapacak bir şey yoktu. Okuluma gitmeliydim.

Ankara otobüsüyle Adana’dan yola çıktığımda, “Solcuların elindeki bu okulda nasıl okuyacağım?” düşüncesi ve endişesi benliğimi sarmış hâlde hiç uyumadan Ankara’ya varmıştım. Gerçi Ankara’da ağabeyim Recep vardı, ama benimle beraber okula gidecek değildi ya. Fikri yapımı bilen ağabeyim, ülkücülüğümü düşünmüş olmalı ki, bir tanıdığı aracılığı ile beni, ülkücülerin hâkim olduğu Ahmetler bölgesindeki İçel Öğrenci Yurduna yerleştirmişti.

5

Ağabeyime Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde tanıdığının olup olmadığını sorduğumda, kendi tanıdıklarının mezun olup gittiğini söylemişti. Barınma işim çözülmüştü, ama okuma işim hâlâ belirsiz bir durumdaydı,

Bütün bu bilgilerimin ortaya koyduğu endişelerimi törpüleyerek okula gitmeye, okulu tanıyıncaya kadar fikri yapımı gizli tutmaya karar verdim. Artık okulumdaydım ve ilk dersime girdim. Küçük bir derslikti ve benden önce gelip ön sıralara oturmuş, benim ancak Türk filmlerinde görebildiğim, birbirinden şık ve güzel dört kız öğrenci vardı. Sınıfa girdiğimde sohbet eden kızlar susmuş, birbirilerine bakarak benim kim olduğumu anlamaya çalışıyorlardı.

Oldukça sessizleşen sınıfta kızlara selam vermeden, utangaç ve çekingen adımlarla yürüyerek en arka sıraya oturdum. Bir haftadır birbirleriyle tanışmış olan kızlar, benden tedirgin olmuş olmalı ki, konuşmalarını kesmişler, hiç konuşmadan hocanın gelmesini beklemeye başlamışlardı. Ben de onlarla konuşmuyordum.

Nasıl konuşabilirim kardeşim, kolay mı öyle kızlarla konuşmak? Lisede üç yıl aynı sınıfta okumama rağmen, yakın akrabam Selda ile bile belki ancak üç defa konuşmuşumdur. Konuşmalarımda da ya kalem istemiş, ya da silgi istemişimdir. Yetiştiğim aile ve çevre ortamında, öyle ulu orta kızlarla konuşmanın hoş karşılanmayacağı düşüncesiyle büyüyen ben, nasıl olurdu da bir sebep yok iken kızlarla selamlaşıp konuşabilirdim?

Derken sınıfa sonradan Prof. Dr. Mebrure Tosun olduğunu öğrendiğim bir kadın girdi. Girer girmez de biraz şaşkın, biraz da kızgın bir ses tonuyla bağırarak: “Sen de kimsin?” diye sorunca, ayağa kalkıp bütün saygımla ve utancımdan terleyerek kendimi tanıttım.

Neden bir hafta geç geldiğimi soran hocaya, işlerimizin olduğunu, bu sebeple okula geç gelmek zorunda kaldığımı özür dileyerek söyledim. Hoca sanki beni sorguya çekiyordu: “Ne işiymiş bu?” diye sordu. Ben de: “Tarım işi!” dedim. “Nerelisin?” diye sordu. Ben de Adanalı olduğumu söyledim. Söylemez olaydım…

Hoca başladı mı Adanalılara sarmaya; ”Adanalılar kaba olur, Adanalılar yobaz olur, Adanalılar çok eşli olur. Kızlar buna dikkat edin; Adanalılar çapkın olur. Adanalılar çok çocuk yaparlar. vs.” Hoca konuştukça kızlar kıkır kıkır gülüyorlar.

Biz hiç kimseye kendimizi güldürmeyiz arkadaş, hele kızlara hiç. Bense ayaktayım ve utancımdan terlemeye, terlerken de kızarmaya başladım. Kızarırken bir yandan da kırılan gururumu kurtarma telaşı içindeydim. Hocaya cevap vermeli, hatta haddini bildirmeliyim hadsizliği içerisinde: “Hoca’m galiba siz gençliğinizde bir Adanalıdan madik yemişsiniz!..” deyiverdim.

6

Dilim kopaydı da demez olaydım. Okulda ilk günümde, ilk ders saatimde sınıftan atılmıştım. Koridorda ders saatinin bitmesini beklemeye başladım. Beklerken de hocadan nasıl özür dileyeceğimi düşünüyordum. Derken ders saati bitip hoca odasına gitmek için koridora çıktığında, önceden hazırladığım, bana göre en güzel ve kibar kelimelerimi kullanarak özür dilemeye başladım. Hiç taviz vermeyen hoca, hiç de yumuşamamıştı. Üstüne üstlük daha da sinirlenen hoca, tiz ve yüksek bir sesle bana bağırıyordu. Hoca’nın sesi taş binanın koridorunda yankılanıyordu. Hocanın bağırmasını duyan öğrenciler durup bizi seyrediyorlardı. Hatta sesi duyan bazı hocalar, odalarının kapılarından bize bakıyor ve durumu anlamaya çalışıyorlardı. Yine de sakin davranıyor, yanlış anlaşıldığımı söylemeye çalışıyordum. Ama nafile. Bütün iyi niyetim ve saygımla özür dilemeye çalışan Ankara’ya yeni adım atmış olan Çukurova’nın garibi olan ben; bu defa da koridorda ne kadar öğrenci, duyan ne kadar hoca varsa hepsine rezil olmuştum. Okula rezil olmuştum okula!.. Çaresiz sustum ve hoca odasına girdi.

Zaten peşin fikirle geldiğim okulumda, bir de kendi bölümümde bu olayı yaşamam kolumu kanadımı kırmış, ne yapacağımı bilemez hâlde duvara sırtımı dayayarak düşünmeye başlamıştım. Derken henüz tanışmadığım sınıf arkadaşım kızlar yanıma geldiler. Adının Piraye olduğunu söyleyen kız; üzülmememi, hocanın biraz aşırı tepki gösterdiğini, hocanın zamanla bunu unutacağını, sabırlı olmam gerektiğini söyleyerek beni teselli etmeye çalışıyordu. Bu sırada diğer üç kız da Ayça, Gülbende, Beril isimlerini söyleyerek, Piraye’nin teselli çabasına destek verip, benim biraz olsun teselli olmamı sağladılar.

Bütün bu olanlara inat, birden bire çok hoş dört güzel kız sınıf arkadaşım olmuştu. Piraye, sonraki ders saatine uzun zaman olduğunu söyleyerek okul kantinine gitmemizi teklif etti. Yaşadığım bu kötü olayın çok ağır etkisinde olmama rağmen, çaresiz onlara katılarak kantine gittim. Kantine giderken sınıf arkadaşım kızlara bir çok kız ve erkek selam veriyor ve hatta ayak üstü konuşuyorlardı. Bu durumlara hiç alışık olmayan ben ise, yanlarında sıkılarak ve utanarak bekliyordum. Konuşmalarından Piraye, Ayça ve Gülbende’nin Ankara’daki TED Koleji mezunu, Beril’in ise, İstanbul’daki bir başka kolej mezunu olduklarını öğrenmiştim. Kızlar, özgüvenleri yüksek oldukça sosyal insanlardı.

Kantine girdiğimizde etrafta oturanlara bir göz attım.Tıklım tıklım dolu olan kantindeki bazı öğrencileri, kıyafetlerinden olsa gerek, kendime daha yakın görüyordum. Sınıf arkadaşım kızlar; asma kata, kıvrılarak çıkan merdivene yöneldiler ve beraber üst kata çıktık.

Oturacak boş bir yer bulmak için etrafa baktığımda kendimin buraya ait olmadığı düşüncesine kapıldım. Burası alt kattan daha kalabalık olduğundan kızlı erkekli birçok öğrenci gurubunun yerlerde oturduklarını gördüm.

7

O yıllarda dünyayı kasıp kavuran hippi modasına uygun kıyafetli, uzun saçlı ve sakallı erkek öğrencilerle mini etekli kız öğrencilerin bu katta çoğunlukta olduğunu gördüğümden, keşke alt katta otursaydık diye düşündüm. Bakınmaya devam ederken bir masadan Piraye’ye seslendiler ve biz hep beraber o masaya varıp çok sıkışık hâlde oturmaya çalıştık.

Kızlar gayet rahat sohbetlerine devam ediyor, kimisi yurt dışında kimisi yurt içinde geçirdikleri tatillerini anlatırken ben hiç konuşmuyor, kızları dinliyor ve oturduğum yerde buram buram terliyordum. Zira çocukluğumda dahi kızlarla böyle sıkış tepiş yakın bir şekilde oturmamıştım.

Ders saati gelmiş ve yeniden benim için korkunç olan o sınıfa dönmüştük. Bu defa kızlara fazla uzak oturmamış, hemen arkalarındaki sıraya yine tek başıma oturmuştum. Başka türlüsü de zaten olamazdı. Zira bölümün birinci sınıfında topu topu beş öğrenciydik ve bense içlerinde tek erkek olanıydım. Piraye başta olmak üzere, sınıf arkadaşlarım olan kızların beni rahatlatmak için çaba göstermeleri, ister istemez endişelerimi azaltmış ve beni sakinleştirmişti. Bu sırada sınıfa Prof. Dr. Emin Bilgiç girmiş, oldukça babacan bir tavırla benim kendimi tanıtmamı istemişti. Kendimi kısacık tanıttığımda ise Mebrure Hocan’ın tam tersine, Çukurova insanlarının güzel hasletlerinden bahsederek, iyi yürekli, güvenilir insanlar olduğumuzu söyledi. İşte tam da bu bendim ve bu hoca da benim hocamdı…

O gün iki dersin dışındaki dersler boş geçtiği için, kızlarla bölüm katında epeyce sohbet ederek, birbirimiz hakkında bilgi sahibi de olduk. Piraye, TED Bayan Basket takımının oyuncusu, Gülbende, Ankara Valisi’nin(Sarp Kuray’ın amcası) kızı, Ayça, Varan Turizmin sahibinin kızı, Beril ise anne-baba avukat bir ailenin kızıydı. Benim ailemle kızların ailesini karşılaştırmak mümkün değildi. Ancak ben üniversitenin aynı bölümünde ve aynı sınıfında bu ailelerin çocukları ile sınıf arkadaşı idim.

Kızlar benden fersah fersah ileride idiler. Benim onlara yetişmem için elimde tek seçeneğim vardı, o da “başarılı öğrenci” olmaktı. Bunu nasıl başaracaktım? Sadun Aren, Behice Boran, Şerafettin Turan gibi Türkiye çapında isim yapmış sosyalistlerin hocalık yaptığı, sol militanların yuvası haline gelmiş bir okula ülkücü olarak gelmiş, geldiği günde ise, ilk tanıdığı hocası tarafından sınıftan atılmış bir öğrenciydim. Ancak elimde bir silahım vardı; o da kaybedecek bir şeyimin olmaması düşüncesiydi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen okuluma gidip geliyor, akşamları ise her gün gördüğüm dersleri kaldığım öğrenci yurdunda tekrar ederek geçiriyordum. Boyumun uzun olmasından ve sınıf arkadaşım kızlarla görülmem etrafta dikkat çekiyor olmalıydı ki, okula her gelişimde, yanıma hiç tanımadığım eski öğrenciler geliyor, güya bana yardımcı olacaklarını söyleyerek benimle tanışıyorlardı.

8

Fırsat buldukları her seferinde, bana sosyalizmi anlatıyorlar, Kadirlili olduğumu öğrendiklerinde ise, lisedeki bazı solcu öğretmenleri soruyorlardı. Ders aralarında beni hiç boş bırakmıyor, yanıma biri gelip diğeri gidiyordu. Bazı kızların da bu sebeple benimle ilgilenmeleri hoşuma da gitmiyor değildi. Hele Ceyhanlı olarak benimle tanışan ve üst sınıflarda okuyan Yaşar ismindeki sosyalist, beni hiç boş bırakmıyordu. Ben hiç renk vermeden derslerime girip çıkıyor, sabrımın artması için Allah’a dualar ediyordum. Bu böyle bir hafta kadar devam etti, ama benim de tahammülüm son noktasına gelmeye başladı. İçim dışım işçi sınıfının ezilmişliği, halkların ezilmişliği vs. gibi sol söylemlerle dolmuştu. Artık dayanma gücüm kalmamıştı. Bir şekilde tepki vermeliydim.

Ana binanın girişindeki merdivenlerde beraber oturduğumuz bir sırada, Ceyhanlı Yaşar Site Yurdunda kaldığını söyledi. Bense bu yurdun ülkücülerin elinde olduğunu, kendisinin nasıl o yurtta kaldığını sordum. Yaşar benden emin olmuş olmalı ki, vitesten atmış bir vaziyette ülkücülere hakaretler ediyor, ülkücülerin çok korkak olduğunu, on tanesinin bir devrimciye yanaşamayacaklarını, çok yakında Site Yurdundan faşistleri (ülkücüler) kovacaklarını söyledi. Bu söyledikleri bardağı taşırmıştı. Birden yanımda oturan Yaşar’a “Hiç ülkücü dayağı yedin mi hemşehrim?” diye sordum. O da gülerek; “Ulan onlar kim ki bana dayak atacaklar?” diye cevap verdi. Birden ayağa kalkıp “O zaman sen bir ülkücü dayağı ye de gör!..” dedim ve vurmaya başladım. İşim aceleydi ve etraf uyanmadan işimi bitirmeliydim. Öyle de yaptım. Zaten şaşkınlığından ne yapacağını bilemeyen Yaşar’a hiç fırsat vermeden, bir haftalık hırsımı alıncaya kadar vurdum ve okuldan Ahmetler bölgesindeki İçel Yurduna kaçtım.

Yurdun yemekhanesinde kara kara düşünürken, yanıma birkaç gün önce tanıştığım Hukuk Fakültesine yeni girmiş olan Antalyalı Salih geldi. “Hayırdır adaş ne düşünüyorsun böyle?” diye sorunca, ben de medet umarcasına olayı anlatıp okulu bırakmayı düşündüğümü söyledim. Okulu neden bırakacağımı sorduğunda, okulun komünistlerin elinde olduğunu, hiç ülkücüye rastlamadığımı, bir haftadır sol propagandanın baskısında kaldığımı, bu sebeple de bir komünist dövdüğümü anlattım. Kendisiyle gelmemi söyleyerek beni yurdun anons odasına götürdü.

Antalyalı Salih içeriye bir isim vererek anons edilmesini istedi ve beraberce beklemeye başladık. Biraz sonra uzun boylu, aydınlık yüzlü biri bizim yanımıza geldi ve Salih’e selam verdi. Antalyalı Salih, Dil ve Tarih-Coğrafya öğrencisi ve aynı zamanda hemşehrisi olan Muhammed Karakaş’ı benimle tanıştırdı. Artık tek değildim. Dil ve Tarihli bir ülkücü bulmuştum.

9

Muhammed Karakaş, okulda solcular kadar olmasa da birçok ülkücünün olduğunu, okula beraber gidersek kendisinin bazı ülkücülerle beni tanıştıracağını ve hatta bölümümdeki Prof. Dr. Emin Bilgiç ve Asistan Hüseyin Sever’in ülkücü olduklarını söyledi. Dünyalar benim olmuştu. Ancak ben, yaşadığım olaydan dolayı birkaç gün okula gitmemeyi düşündüğümü, olayın polise intikal etmiş olmasından çekindiğimi söyledim.

Okuluma iki ya da üç gün gitmedim. Bu arada yurtta kalan birçok arkadaş ve ağabeyle tanıştım. Tanıştığım ağabeylere de yaşadığım olayı anlattığımda, MHP Gençlik Kolları Genel Başkanı Yakup Şahin’in bizim yurtta kaldığını, beni tanıştıracaklarını, olayın polise intikal edip etmediğini Genel Başkan’ın öğrenebileceğini söylediler.

Yakup Başkan’la Müdüriyet odasında tanıştırıldım ve olayı anlattım. Başkan hemen telefonla durumumu öğrenerek, sabah okula gidebileceğimi, herhangi bir problemin olmadığını, bir problemim olursa kendisine mutlaka iletmemi söyledi. Artık arkamda dağ gibi, kale gibi bir MHP vardı. Öz güvenim tüm sağlamlığıyla yerine gelmişti.

Sabah Muhammed ile birlikte yürüyerek okul gittiğimizde, bazı ülkücülerle tanışmak için derslere girmeyip, doğru kantine yöneldik. Kantinin alt katında daha önceden görüp kıyafetlerinden kanımın ısındığı, Türkmen Çağrı, Mustafa Keskin, Veli Tokdemir, Yalçın Ekmekçi, Mustafa Tombuloğlu, Fahri Akdağ, Abdullah Kocaman, Murat Ali Doğan’ın yanında daha ismini hatırlayamadığım birçok ülkücü arkadaşla tanıştım.

Arkadaşlara okul hakkında önceden edindiğim peşin fikrimi ve yaşadığım olayı anlattım. Kendilerinin de olayı duyduklarını, Ceyhanlı Yaşar’ı tanıdıklarını, kendilerinin de Yaşar’ı dövenin kim olduğunu araştırdıklarını, ancak kimsenin tanımadığını, endişe etmememi, rahat olmamı, komünistlerin saçımın kılına bile zarar veremeyeceklerini söyleyen arkadaşlarım bana büyük moral kazandırdılar.

Tanıştığım ülkücü arkadaşlarımın birçoğuyla önceden karşılaşmış, ancak ben onları komünist olarak düşünmüştüm, onlar da beni gördüklerinde yanımda hep tanınan komünistler olduğu için, benim komünist olduğumu düşünmüşler. Bir araya gelip de bu düşüncelerimizi birbirimize aktarınca birbirimize gülmüştük.

Artık okula iyice ısınıp alıştığımdan, derslerime daha rahat girip çıkıyor, derslerime günlük çalışmayı da ihmal etmiyordum. Koridorlarda ve kantinde üst sınıflardaki ülkücü arkadaşlarla oturup kalmam dolayısı ile daha önce yanıma sürekli gelerek bana sol propaganda yapan sosyalistlerin de ayağı epeyce kesilmiş, uzaktan beni sürekli göz hapsinde tutmaya başlamışlardı. Artık o kadar olacaktı ve ben bunu tınmıyordum.

Ortak derslerimizde, benim gibi birinci sınıfa yeni gelmiş epeyce sayıda ülkücü arkadaşla da tanışmam devam ediyordu. Her tanıştığımız arkadaşla, yeni tanıştığımız ülküdaşlarımızı tanıştırıp bir daha kopmamak üzere çelikten bir bağ kurarak halkamızı genişletiyorduk. Tanıştığım arkadaşlardan ilk aklıma gelen Bekir Atalay, Halil Topalhan, İsmail Özçelik, Veysel Kavlak, Arslan Tekin, Mustafa Tanju Gözer, Nevzat Kavun, Aydın Kalıpçı, Ali Sabuncu, Ramazan Seydal  gibi isimlerdi. Daha ismini hatırlayamadığım bir çok ülküdaşımla tanışarak, çok içten ve sağlam ilişkiler kurmuştuk.

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a verilen 12 Mart 1971 Muhtırası’yla, siyasi partilerin dışında, sol ve sağ cenahlarda yer alan bütün sivil toplum örgütleri kapatılmıştı. Ülkemizde daha önce meydana gelen terör saldırıları bir anda susmuş, ülke çapında genel tutuklamalar olmuş, okulumuzdan da  isim yapmış olan epeyce sol militan hapse konmuştu. Bütün Türkiye gibi okulumuzda da ortalık sakindi ve Muhtıra Hükümeti olarak kulan Nihat Erim Hükümeti devam ediyordu.

Okulun açılmasından bir ay kadar sonra Okul Başkanı’mız Türkmen (Dırdır) Çağrı refakatinde ve Site Yurdunda (Atatürk Öğrenci Yurdu) tanışma toplantısı yapılarak, birbiriyle tanışmayan arkadaşlarımızın da tanışmaları temin edildi. Bu toplantıda eski öğrencilerden çok, birinci sınıfa yeni gelmiş öğrencilerin olması oldukça sevindiriciydi. Toplantıya gelen ülkücü öğrencilerin içerisinde bir tek kız öğrenci vardı, o da Meral Nacar abla idi. Toplantıda yapılabilecek sosyal faaliyetler ve okunması gereken yayınlardan bahsedildi. Arkadaşlarımızın elinde bulunan okunmuş kitapların diğer arkadaşlarımızla değiştirilmesi, Devlet dergisinin mutlaka okul kantinindeki masalarda olması gerektiği vurgulandı. Bu konuşmalarından sonra Okul Başkanı Türkmen Çağrı’nın teklifi ve eski öğrencilerin desteklemesiyle, benim için onur olan, DTCF Ülkü Ocağı II. Başkanı olmuştum. Belli ki, bir komünist dövme hizmetimin karşılığı olarak taltif edilmiştim.

Okula yeni gelen arkadaşların lise çağlarında ülkücü hareketle tanışarak okumaya ve araştırmaya yönelmeleri sonucunda, mensubiyet duyguları sağlam,  bilinç düzeyleri oldukça yüksek insanlardan oluşması, bizlerin birbirini çabuk anlayan sıkı bir grup olmamızı sağlamıştı. Bu sayede hemen her gün okul içinde bir arada oluyor, birimiz o gün ortalıkta görünmese, hemen arkadaşımızı arayıp soruşturuyor, varsa bir problemi çözmeye çalışıyorduk. Birbirimizi arayıp sormamız ve birbirimizin dertleriyle hemhal olarak devam etmemiz, sayıca az olmamıza rağmen, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ülkücülerini günden güne daha da güçlü kılmaya başlamıştı.

11

Zaman ilerledikçe Sümeroloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Kemal Balkan ve Prof. Dr. Emin Bilgiç hocalarımı daha iyi tanımaya başladım. Derslerimi günlük tekrar edip bir sonraki gündeki derslerime hazır olarak sınıfa girmemden dolayı, hocalarım da beni tanımaya başlamışlardı. Bölüm Asistanı Hüseyin Sever ağabeyin verdiği bilgiler ışığında davranarak, Mebrure Hanım hariç, diğer hocalarımın beni sevmesini sağlayabilmiştim. Mebrure Hoca’nın derslerine daha fazla çalışarak giriyordum, ama hoca beni sınıfta yok sayıyordu. Belli ki diğer hocalarıma da yaşadığımız olayı anlatarak beni şikayet etmişti. Bir ders sonrası Hüseyin Sever ağabey beni çağırarak Emin Bilgiç Hoca’nın odasına götürdü. Hüseyin Bey’i gönderen Hoca, babacan bir tavırla; “Evladım senin Mebrure Hoca’yla ne problemin var? diye sordu.” Ben de durumu olduğu gibi anlatarak, yaptığım hatadan dolayı özür dilediğimi, ancak özrümü kabul etmediğini söyledim. Hoca uzun uzun beni ve ailemi sorup, nasıl bir aileden geldiğimi ve nasıl bir insan olduğumu anlamaya çalıştı. Sonunda da bana; “Evladım bizim hemşire biraz farklı, senin ona hiçbir saygısızlık yapmadan devam edeceğine inanıyor ve güveniyorum.” diyerek bitirdi.

Zaman içerisinde mezun olduğu hâlde zaman zaman okula gelip giden İsmet Tuncer, Ökkeş Karagöz, Ayhan Alkan, Mustafa Batmaz gibi ağabeyleri de tanıma şerefine nail oldum. Gerek üst sınıflardaki ve gerekse mezun ağabeylerden; Prof. Dr. Emin Bilgiç’in dekan olduğu dönemde, okul açılışı konuşmasını yaptığı Farabi Salonunda, komünistlerin hocayı kürsüden indirmek istediklerini, ancak hocanın silah çekerek konuşmasına devam ettiğini öğrenmiştim. O dönemlerde bunu yapmak yürek isterdi. Böyle bir yüreğe sahip hocanın talebesi olmak ise büyük şans ve şerefti.

Okulumuz mezunu olan bu ağabeylerimiz; büyük mücadelelerden geçmiş ve büyük badireler atlatarak mezun olabilmişlerdi. Bu ağabeylerden kısa da olsa bahsetmek gerekir. Zira ilk akıncılarımız olan bu insanlardan bahsetmeden geçmek, büyük vefasızlık ve haksızlık olurdu. Bu sebeple üst sınıflardaki arkadaşlardan dinleyerek öğrendiğim, oklumuzun bizden önceki mezunu ülkücü ağabeyler hakkındaki bilgileri sizlere aktarmak isterim.

İsmet Tuncer: Orta boylu olup oldukça karizmatik duruşuyla, okul hocaları üzerinde etkili olduğu bilinir. O dönemlerde okuldan atılma olmadığından, uzun zaman okulumuzdaki ülkücülerin başkanlığını yapmıştır. Elinden hiç bırakmadığı bond tipi çantasıyla gelip giden bir öğrenci olarak iz bırakmıştır. Okulumuzun ülkücü tarihinde 14’ler diye bilinen akıncıların Ak Tolgalı Beylerbeyi olmuştur.

Ökkeş Karagöz: Orta boylu, sarışın, sert bakışlı biridir. Herkesin tir tir titrediği Ankara’nın ayazında, ceketi omzunda, kısa kollu, beyaz gömlekle okula gelebilecek kadar sağlam bir bedene sahiptir. Acı bir kuvvete sahip olduğundan “Ayı Ökkeş” lakabıyla ün yapmıştır. İşgal ettikleri DTCF’de yatakhane bile kuran komünistler, okula topluca gelip iç bahçeye giren 14’lere silah kullanarak saldırmışlar, geri dönemeyen ülkücüler Kütüphanecilik Bölümü tarafından sokağa açılan demir parmaklıklı kapıyı, önce kurşunlayıp sonra da Ayı Ökkeş’in acı kuvvetinden yararlanarak açmışlar ve canlarını kurtarmışlardır. Tek başına orduyu bile takmayan yüreğiyle komünistlerin korkulu rüyası olmuştur.

İsmet Tuncer’le arasının açıldığı günün ertesinde, o günlerin en solcu gazetesi olarak bilinen Akşam gazetesini, kırmızı başlığının dışarıdan görülecek şekilde katlayarak ceketinin dış cebine koymuş ve sabah erkenden gelerek okulun önündeki tren köprüsünün altında volta atmaya başlamıştır. Okula gelirken bu durumu görüp memnun olan komünist öğrencilere kendisinin de sosyalist olduğunu söylemiştir. Kızlı erkekli etrafını saran komünistlerle muhabbetli bir şekilde okula gelip kantine de bu hâlde girmiştir. İsmet Tuncer başta olmak üzere 14’lerin geri kalanı kantinde oturmaktadır. Özellikle gelirler ve tam karşılarına otururlar. Ülkücü gurubun morali oldukça bozuktur, ama Ökkeş’in sağı solu belli olmadığından seslerini de çıkaramazlar. Ökkeş’in masada börekler, poğaçalar, kolalar, gazozlar gırla gitmektedir. 14’ler ise her zamanki gibi çay ve simitle idare etmektedir. Bu durum öğleye yakın devam ederken, Ökkeş duruma dayanamaz ve yerinden kalktığı gibi masayı komünistlerin başına geçirir. Herkes şaşkın ve hiç biri sesini çıkaramaz. Ayı Ökkeş ise, ait olduğu yer olan 14’lerin yanına gelerek İsmet Başkan’dan özür diler ve küslüğü bitirir. Okulumuzun Sinoloji Bölümünü bitirdikten sonra, iş bulamayınca eline bir boya sandığı alıp diplomasını da boynuna takarak TBMM önünde ayakkabı boyacılığı yaparken gazetelere manşet olmuştur. Uzun yıllar sonra Ankara Kızılay’da karşılaşıp ne iş yaptığını sorduğumda, “Hapishane müdürüyüm.” diye cevap verince kendimi tutamayıp güldüm. Gülmeme bozulmuş olmalı ki, “Uzun oğlan gülme, yoksa senin dalını budağını koparırım.” deyiverdi. Ben de “Ağabey çok özür dilerim, ama sana bu meslek çok yakıştı.” dedim. Ökkeş ağabey de “Evet evet çok yakıştı, hapishanede isyan edip gardiyanları rehin alan mahkûmları, soba odunuyla dövüp personelimi kurtardım.” diyerek vedalaştı ve gitti.

Ayhan Alkan: Uzun boyuyla gösterişli ve yakışıklı bir ağabeydi. DTCF’de ülkücü temeli atan 14’ler grubundan hiç kopmadan mücadele vermiştir. Komünistlerin işgali altındaki okula topluca geldiklerinde, henüz dış bahçede iken, ana binanın pencerelerinden üzerlerine ateş açılıp bomba atılmıştır. Bombayı hazırlayıp atmak için pencereyi açmaya çalışırken elinde patlayıp kolu kopan komünist militanlar da olmuştur, ama bu olayda Ayhan ağabey bacağından yaralanmıştır. Bu olayla ilgili olarak şahit yazdırılan Sadettin Kafadenk’ten hâkim, mahkemede olayı anlatmasını ister. Sadettin Kafadenk; “Hâkim Bey silahı gördüm, sesini de duydum, ama kurşunu görmedim.” diye ifade verice Hâkim sinirlenir ve tekrar gördüklerini anlatmasını istediğinde, aynı ifadeyi tekrar eder. Bunun üzerine Hâkim; “Evladım Sadettin kurşunu zaten göremezsin, silah tak der, sesi duyarsın, ama bir de bakmışsın ki sen ölmüşsün.” diyerek şahitliğini kabul etmemiştir. Bu şahitlik meselesinden sonra yeri geldiğinde darbımesel olarak; “Yahu kurşunu göremezsin, tak der, bir de baktın ki sen ölmüşsün.” diye kullanmaya başlamıştık.

Mustafa Bakmaz: Esmer ve kavruk bir Anadolu delikanlısı olup oldukça sinirli ve agresif bir yapıya sahiptir. 14’ler içerisinde oldukça sevilen, gözünü budaktan esirgemeyen bir insan olduğundan, okula her girişinde mutlaka olaylar meydana gelmiştir. Beraber kaldıkları evde Ayı Ökkeş tarafından sinirlendirildiğinde, arkadan saldırıp Ökkeş ağabeyin sırtına biner ve başlar suratına suratına vurmaya. Ayı Ökkeş hiç oralı olmaz, ama bir taraftan da “Mustafa in sırtımdan.” diye uyarır. Ökkeş ağabey, vurmaya devam eden arkadaşına kıyamaz, ama artık canı da yanmaya başlar. Ayı Ökkeş, elini omzundan geriye atarak yakalar ve karşıya doğru atar. Elinin ölçüsünü ayarlayamadığından, Mustafa ağabeyi duvara çarparak bayılmasına neden olmuştur. O günden sonra Mustafa ağabeyin bir dediğini iki etmemiştir.

Okul hayatım normale dönerek güzel zamanlar geçirmeye başlamıştık, ama cebimizdeki para da bitmeye yüz tutmuştu. Umudumuzu devletin vereceği krediye bağlamıştık. Krediye müracaat etmiştim, ama öğrenci kredilerinin 200 liradan 250 liraya yükseltilmesi çalışmaları uzayıp gittiğinden, bir türlü çıkmıyordu. Muhammed Karakaş’la birlikte zeytin alıyor, bir kavanoza sayarak koyup öğünlerde de sayarak yemeye başlamıştık. Öğle yemeklerimizi Mediko-Sosyal fişleriyle okulda yiyebiliyor, ama akşamları zeytin ekmeğe devam ediyorduk. Öyle zaman oldu ki, bir ekmek alacak paramız dahi kalmamıştı. Kadınlara örgü tarifleri veren bir dergi satmaya çalıştık, ama çaldığımız her kapıdan boş döndük. Çaresiz kaldığımız bir anda krediler sonuçlandı ve biz 250 lira kredi almaya başladık. Heeyt bee! Zengin olmuştuk artık. Hayatımız kurtulmuştu.

Okulumuzda ufak tefek sürtüşmelerin dışında her şey yolunda gidiyordu. Site Yurdunda ayda bir toplantılar yapılıyor, her toplantıda bir arkadaşımıza kitap okuma görevi veriliyor, gelecek toplantıda kitabın özeti anlattırılıyordu. Ancak yurdumuzda yolunda gitmeyen bir şeyler olmaya başlamıştı. Her akşam gecenin geç vaktinde yurt anonsundan Atsız’ın şiirleri okunmaya başlamıştı. Her ülkücü gibi ben de Atsız’ın hayranıydım ve elime geçen her kitabını, makalesini, şiirini severek okuyordum. Peki bu şiir okumalar da neyin nesiydi?

İlerleyen zamanlarda ortaya çıkan; 1969 yılında yapılan CKMP’nin adının MHP olarak değiştirildiği ve Nihal Atsız’a karşı Alparslan Türkeş’in Genel Başkanlığı kazandığı, Adana Kongresi sonucunun yansımasıydı. Yurtta kalan daha çok Tarsus kökenli eski öğrenciler, Atsız’ın fikirlerini öne çıkarmaya başlamışlar ve yalın bir Türkçülük fikrini savunuyorlardı. Zira kongre sonrası gazetecilerin sorusu üzerine Nihal Atsız, “Allah Tanrı’yı yendi.” demişti. Bizler ise; “Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur.”, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız.” diyen, Alparslan Türkeş’in fikirlerini savunuyorduk. Türklüğü İslam’dan, İslam’ı Türklükten ayırdığınızda, başka bir tarafa savruluyordunuz. Esasen “Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti” sloganında kendimizi bulmuştuk. Bana göre de “dava” dediğimiz şey tam da buydu.

14

Bir akşam, İçel Yurdunda aynı odada kaldığımız ODTÜ’de okuyan Afyonlu Ali İhsan Koku adındaki arkadaşla, Turizm Yüksek Öğretmen Okulunda okuyan Fuat Kırcalı olsa gerek, bu konu üzerine tartıştıklarından ortam gerilmişti. O akşam Ali İhsan Koku’yu yurttan attılar. Bizler gibi fakir bir ailenin çocuğu olan ve sürekli ders çalışan oda ülküdaşımızın neden yurttan atıldığını sormaya kalktığımızda, bana ve Muhammed’e oldukça ters davrandılar. O gece sabaha kadar Yolların Sonu’nu dinleyerek yattık.

Birkaç gün sonra bizlerden para istemek için akşam vakti yurda gelen Ali İhsan Koku’ya, neden geldiğini sormuşlar ve o da benim ve Muhammed’in ismini vererek para istemeye geldiğini söylemiş. Ancak döverek yurttan çıkarmaya çalışırken, odada bulunan ve hiç bir şeyden haberi olmayan bizler, gürültü ve patırtıyı duyarak aşağıya indik. İner inmez de kalabalık bir gurubun saldırısına uğradık. Dar bir sahanlıkta çok sıkışık insan gurubunun ikimize saldırması büyük bir kargaşa doğurdu. Ne olduğunu anlayamayan bizler de kendimizi savunuyorduk, ama vurmaların ardı arkası kesilmiyordu. Muhammed, yurdun giriş kapısına yakın, bense daha içeride merdivenlerin başında kalmıştım. Arbede devam ederken etrafımda bana vurmaya çalışan insanlarla merdivenlerden aşağı yuvarlandık. Aşağısı çamaşırhane olarak kullanılan daha geniş bir yerdi. Beni araya aldılar ve Allah yarattı demiyor, vuruyorlar da vuruyorlar. Ben de önümde kim varsa ona vurmaya çalışıyordum. Ayakta duracak dermanım kalmadığından vurduklarında yere düşüyordum. Yere düştüğümde vurmuyorlardı, ama gelip sığındığım ülküdaşlarımdan dayak yemenin kahrıyla nefesimi topluyor, ayağa kalkıyor, gözerimdeki kanları siliyor, karşımda duran kim varsa ona vuruyordum. Yere tekrar düştüğümde yine duruyorlardı. Ben yine nefesimi topluyor, ayağa kalkıyor ve karşımdakine vuruyordum. Kahrımdan ölmek istiyordum. Beni dövenler öleceğimi düşünmüş olmalılar ki beni bıraktılar. Zaten ben de ayağa kalkamıyordum. Orada epeyce yerde yattım. Sonra yavaş yavaş toparlanarak, elimi yüzümü yıkadım. Kaşlarım patlamış, gözlerim kararmış, burnum ise kırılmıştı. Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?  diye diye ağlayarak odama çıktım. Odaya girdiğimde Muhammed Karakaş’ı gördüm. Onun da çenesi kırılmıştı ve suratı mosmor olmuştu. Otuz kişilik odada hiç kimse konuşmadan beklerken, şikâyet edildiğimizden dolayı polisler gelerek Muhammed ile beni alıp Emniyet Sarayına götürdüler. İfadelerimizi alan polis memuru, hâlimize acımış olacak ki, bizlerin de onlardan şikâyetçi olmamızı söyledi. Biz de olaya karışmış olan bildiğimiz isimleri vererek şikâyetçi olduk. Daha sonra bizi Emniyet Sarayının bodrumundaki nezarethaneye koydular. Nezarethane oldukça soğuktu, ama bütün bedenim uyuşmuş olduğundan hissetmiyordum. Bir müddet sonra burnumdan nefes alamadığımı hissedip serçe parmağımı burun deliğime sokarak, hem burun deliğini açtım hem de yassılaşmış burnumu düzelttim. Doktora gitmeyi istemedim, zira ibret olsun diye burnumun eğri kalmasına razı oldum. Hâlâ burnum biraz eğri ve aynaya her bakışımda bu olayı hatırlarım.

Gece yarısını epeyce geçmişti ki, bizi döven yaşça bizlerden çok büyük olan yedi sekiz kişi ülkücü ağabeyleri (!) getirdiler ve bizim bulunduğumuz nezarethaneye koydular. Gelenlerle olan olayı konuştuğumuzda işin iç yüzünü anlamıştım. Yapacak bir şey yoktu, iş işten geçmişti ve polisin elindeydik.

Sabah bizi mahkemeye çıkardılar. Hepimiz öğrenci idik ve hâkim bunu bize tekrar tekrar hatırlattı. Bizler de birbirimizden şikâyetçi olmadık ve hâkim bizi serbest bıraktı. Muhammed ile birlikte, yaralarımız iyileşinceye kadar okula gitmeme kararı alıp uyguladık.

Serbest kaldığımız gün İçel Yurduna gidip öğleye kadar dinlendikten sonra eşyalarımızı alarak Adana Yurduna geçtik. Adana Yurdunda bulunduğumuz sırada, MHP Gençlik Kollarından görevli bir arkadaş gelip bizi alarak Bahçelievler’deki parti genel merkezine götürdü. Gençlik kollarından sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Sadi Somuncuoğlu ve Sorumlu Müşavir olan Ramiz Ongun ağabeyler, olay hakkında sorular sorup bizleri dinlediler. Biz de yaşadıklarımızı olanca açıklığı ile kendilerine anlattık. Bu olayın etrafta duyulmasının çok büyük sakıncaları olduğunu, Allah korusun ülkücülerin birbirine düşeceğini söyleyerek uyardılar. Biz hiçbir yerde bu olay hakkında konuşmadık, ama yine de etrafta duyulmuştu.

Yaşadığımız bu olaydan hemen sonra MHP Gençlik Kolları Genel Başkanı Yakup Şahin görevden alınarak yerine Hüseyin Kalkan getirildi. Ancak olaylar bitmemiş, daha da büyümüştü. Bir el, içimize nifak sokmaya çalışmış ve kısmen de olsa bunu başarmıştı. Bu nifakın içerisinde bulunan Fuat, Fehmi ve Ceyhan gibi ülkücüler cezalandırıldı. Olayların sonunu getirip bu olayları bitirmek için bir akşam Kurtuluş Parkı’nda bir araya gelindi, ancak kim oluğu belli olmayan biri tarafından Biber Ali diye tanınan bir arkadaşımız öldürüldü. Umarım bu olaylardan yeni nesiller kendilerine ders çıkartır ve böyle bir nifakın içerisine düşmezler.

İki üç gün Adana Yurdunda kaldıktan sonra da Yıldırım Beyazıt Yurduna geçtik. Bir hafta kadar da orada kaldık, ama okulumuza uzak olduğundan yürüyerek gidip gelmek oldukça zor oluyordu. Okula kayıt esnasında müracaat ettiğimiz hâlde giremediğimiz Site Yurdunda boş yerler olduğunu öğrenen arkadaşlarımızın maharetiyle  bu yurda kayıt yaptırdık.

Site Yurduna geçişimiz bizi oldukça rahatlatmıştı. Yurdun, ihtiyacı olan öğrencilere vermiş olduğu bedava yemek kontenjanından faydalanarak, yemek fişlerimizi almıştık. Belki cebimizde paramız olmuyordu, ama  bedava yemek fişlerimiz vardı. Yemeğimizi garanti altına alan bu fişleri gözümüz gibi koruyorduk. Öğle yemeklerimiz okuldan, akşam yemeklerimiz yurttan, kredimiz de devletten olunca keyfimiz yerine gelmişti. Bundan sonra bize düşen görev, derslerimize çalışmamızın yanında, kültürel ve sosyal faaliyetlerde bulunarak kendimizi ülkücülük yolunda geliştirmekti.

Gerek kendi yurdumuzda ve gerekse diğer yurtlarda düzenlenenlerin yanında, YIBA Çarşısı’nda düzenlenen periyodik seminerlere katılıyorduk. Genellikle MHP Genel Merkezinin görevlendirdiği eğitimci hatipler tarafından verilen seminerler ve okul toplantılarımızda görev alan arkadaşlarımızın anlattıkları kitap özeti oldukça verimli geçiyordu. İnanarak savunduğumuz davamız hakkında yeni şeyler öğrenerek bilgi dağarcığımızı genişletiyorduk. Öğrendiğimiz bilgileri okulumuza taşıyor ve yeni tanıdığımız arkadaşlarımıza aktarıyorduk. Seminerlerin yanında, düzenlenen şölenleri de ihmal etmemeye çalışıyor, katıldığımız şölenlerden moral topluyorduk. Hele o Atatürk Spor Salonunda   parti tarafından düzenlenen muhteşem şölenlerin tadı bir başkaydı.

Solcu grubun  içerisinde çok sayıda kız öğrenci bulunmasına rağmen, bizim aramızda az sayıda ülkücü kız öğrenci vardı. Üst sınıflardan Meral Nacar ablamızdan sonra Fadime Kayacan ablayla da tanışmıştık, ama bu yeterli değildi. Zira ailelerimiz ve toplumumuz kadınlarımızla birlikte var oluyordu. O hâlde neden bizim aramızda kız öğrenciler bu kadar azdı? Arkadaşlarla hep bunun nedenini araştırdığımız bir zamanda, sınıf arkadaşlarım olan kızlarla otururken buluverdim kendimi. Piraye’ye, “Neden bu uzun saçlı, hippi kılıklı solcu oğlanların masalarında çok sayıda kız var da takım elbiseli, kravatlı oğlanların masalarında kız yok.” diye sordum. O da ”Biz kızlar, senin hippi dediğin uzun saçlı  oğlanların yanında kendimizi rahat hissederiz, zira onlar bize benzerler. Diğerlerinin yanında ki, çoğu senin arkadaşın, kadın olduğumuzu hatırlar, rahat davranamayız. Ancak evliliği düşündüğümüz sırada senin arkadaşların gibi erkek ararız.” diye çok açık cevap vermişti. Belki kısmen doğruluğu vardı, ama büyük çoğunluğu benim gibi taşradan gelen ülkücülerin, kızlarla muhatap olmaları da oldukça zordu. Ne olursa olsun ülkücü kız sayımız mutlaka artmalıydı. Zira komünistlerin yanındaki kızlar, bildirilerini dağıtmaları, silahlarını taşımaları gibi birçok konularda onlara oldukça fazla avantaj sağlıyorlardı.

Okul toplantılarımıza, Yüksek Öğretmen Okulu Yurdunda kalan başta Mukadder Hatipoğlu (Altaylı),  isimlerini hatırlasam da soy isimlerini hatırlayamadığım az sayıda ülkücü kızlarımız da katılmaya başlamıştı. Devlet dergisinde makalelerini takip ettiğimiz ve ülkemizdeki tüm ülkücülerin fenomeni durumunda olan Dündar Taşer ağabeyimizin yeğeni olan kızın da bizim okulumuzda olduğunu duyuyorduk. Bizler için kutsal emanet sayılabilecek bu arkadaşımızla bir türlü tanışamıyorduk. Nihayet ders yılının sonuna doğru okulda tanışabildiğim bu arkadaşımız Hale (Taşer) Şıvgın’dı.

17

Ders çalışarak, seminer dinleyerek ve gezilere katılarak, hem eksiğimizi  tamamlıyor hem de moral topluyorduk. Yeni yeni tanıştığımız ülkücü arkadaşlarla sayımızı, okulun ilk günlerindekinin çok üzerine çıkarmıştık. Sayıları yavaş yavaş artan ülkücü kız arkadaşlarla da sosyal aile ortamımızı oluşturarak ders yılı sonuna gelmiş, Mebrure Hoca’ya rağmen sınavlarda başarılı olup ikinci sınıfa geçmiştim.

Sınavların sonunda Bölüm Başkanı Prof. Dr. Kemal Balkan Hoca; Kırşehir ili Hacıbektaş ilçesindeki devam eden arkeolojik kazılarına, öğrenci olarak benim de katılmamı istedi. Bu benim için son derece sevindirici olmuştu. Zira Atatürk’e fiziki benzerliği ve karizması ile Kemal Hoca, kazı ekibine herkesi almayan biriydi. Demek ki beni sevip takdir etmiş olmalıydı.

Mebrure Hoca’nın zaman zaman beni diğer hocalarıma şikâyet ettiğini biliyordum. Buna karşın, artık bölümümde Prof. Dr. Emin Bilgiç ve Asistan Hüseyin Sever’den başka, bir de bölüm başkanımız benim yanımdaydı. Bu yaz sezonunu kazıya giderek çok iyi bir şekilde değerlendirmeliydim.

Kemal Hoca’mın bana verdiği tarihte, Hacıbektaş kazasıyla iç içe olan arkeoloji çevresinde Sulucakarahöyük olarak bilinen kazılara yıllar öncesinden devam ederek gelen kazılara da katıldım. Prof. Dr. Kemal Balkan’ın kazı başkanlığını yaptığı kazı heyetinde; Kayseri Müze Müdürü Ali Bey, Trabzon Müze Asistanı Mahir Bey, Amerikalı Kemik Uzmanı Bayan Jeyn ve toprak altından çıkarılan çanak çömlek parçalarını tespit ederek yapıştıran Ankara Arkeoloji Müzesinden Abdurrahim Usta bulunuyordu. Öğrenci olarak da kazıya katılan, bölümün iki üst sınıfından Hacı Ali Ekinci ve ben vardık.

SULUCAKARAHÖYÜK KAZISINDA:

Kazı heyetiyle beraber, Hacıbektaş ilçesindeki Yatılı Kız Öğretmen Okulunun yatakhanesinde kalıyorduk. Her akşam hocamızın kazı planı üzerinde işaretlediği yerleri; sabah erkenden işe başlayarak, Hacı Ali Ekinci ile beraber refakat ettiğimiz, Hacıbektaş kazasının yerlisi olan ve gençlerden oluşan 60 kadar işçiye, kazma kürekle kazdırıyorduk. Sabahın erken saatinde başladığımız kazılarda çıkan ufak tefek objeleri; hangi kültür katmanında, ne şekilde bulunduğunun notlarını alıyor, objelerle beraber bu notları getirip, kemikleri “Kalemiti Jeyn” adını taktığımız Bayan Jeyn’e, diğerlerini de Ali ve Mahir Beylere iletiyorduk.

Kazı devam ederken Ali Bey’in Kayseri’de olacak olan düğün günü gelip çatmıştı. Düğüne de gitmemiz gerekiyordu, ama nasıl gideceğimizi bir türlü bulamıyorduk. Ankara’ya giden Kemal Hoca, eşi ve iki küçük oğluyla beraber geldiğinde; “Çocuklar bizim arabayla gidelim.” deyince rahatlamıştık. Ama hocanın tosbağa dediğimiz Wolsvagen marka arabasına nasıl sığacaktık? Direksiyonda hoca, ön koltukta hocanın eşi ve iki küçük çocuğu, arka koltuğa da Müze Asistanı Mahir, Abdurrahim, Hacı Ali ve ben balık istifi olarak sığabildik. Kazasız belasız Kayseri’ye vardığımızda, köy usulü olarak düzenlenmiş düğün kalabalığının içinde kaldık. İki grup davulcu ve zurnacı arabaya gelip başladılar çabalamaya (karşılama). Hoca ve eşi kolaylıkla arabadan indiler. Abdalların çabalaması devam ederken, zar zor birimiz arabadan indiğimizde, etrafta bizi seyreden kalabalıktan bir alkış tufanı koptu. Biraz sonra bir diğerimiz indiğimizde aynı alkış tufanı yeniden koptu. Diğerlerimizin her inişinde iki davul iki zurnanın sesine aynı alkış sesleri karışarak devem ediyordu. Arabanın içindeki bizler tek kapıdan neredeyse bir saatte, bu şamata içerisinde, ancak inebilmiştik.

18

Bir gün hocam bana Mahir Bey’in nerede olduğunu sordu. Ben de “Bayan Jeyn’in yanında.” dediğimde; hoca biraz düşündükten sonra,”Jeyn Türkçe biliyor mu?” diye sordu. Ben de “Bilmiyor hocam.” dedim. Hoca bu defa “Mahir İngilizce biliyor mu?” diye sordu. “Biraz biliyor hocam.” dediğimde, hoca yine biraz düşündükten sonra “Evladım Mahir İngilizce konuşamaz, olsa olsa İngilazca konuşur.” dedi ve beraberce güldük. Zira Mahir Bey ağdalı bir Karadeniz şivesiyle konuşuyordu.

Çalışan işçilerle hiçbir problemimiz yoktu ve günden güne diyaloğumuz da artıyordu. Çalışanların içerisinde iri yarı olan Mustafa ile orta boylu ve oldukça sempatik olan Deniz Sümer adındaki delikanlıların çalışanlara liderlik ettiğini görüyordum. Deniz ve Mustafa ile oldukça iyi ilişkiler kurduğumdan verilen molalarda ve akşam paydosunda yanıma gelip benimle sohbet etmeyi seviyorlardı. Her zaman olduğu gibi sohbetlerimizin genel konusunu, ülke meseleleri ve ideolojik anarşi oluşturmaktaydı. Ancak Deniz; 12 Mart Muhtırası’ndan önce Türkiye’yi kasıp kavuran sol terörizmin liderlerinden Ulaş Bardakçı’nın yakın akrabası olduğunu söylemişti. Böyle bir militanın yakın akrabasıyla yakınlık kurmanın endişesini de  taşımıyor değildim.

Ulaş Bardakçı; DEV-GENÇ, THKP-C gibi komünist örgütlerin kuruluşunda ve idaresinde yer almış, Mahir Çayan’la birlikte İsrail Büyükelçi’sini kaçırıp öldürmekten tutuklanmış, hapishaneden tünel kazarak kaçmış, saklandığı yerde polisle silahlı çatışmaya girmiş, çatışma sırasında vurularak öldürülmüş bir militandı. Bu durumda ülke çapında isim yapmış böyle bir militanın akrabalarına, siyasi ve ideolojik meseleleri ülkücü bakış açısından değerlendirip anlatmam, Hacı Ali’yi ürkütmüştü. Bu sebeple de beni birkaç defa uyarmaya çalışmıştı, ama sorulanlara da doğru bildiğim cevapları vermek benim görevimdi.

Deniz ve Mustafa ile diyaloğumuz gittikçe artıyor, çeşitli konularda sordukları sorulara verdiğim cevaplarla ilgilerini daha çok çekiyordum. Türk milletinden, Türk tarihinden, İslam’dan, Atatürk’ten ve Hünkar Hacı Bektaş’tan anlattıklarımı can kulağı ile dinliyorlardı. Bu sohbetlere bazı arkadaşlarını da yanlarında getirmeye başladıklarından, sohbet artık seminer havasına dönüşmüştü.

Devam ettiğimiz kazılarda uzun zaman pek bir şey çıkmıyordu. Bu durum, hocamız Kemal Balkan’ı üzmeye ve kızdırmaya başlamıştı. Bu durum uzadıkça, hoca kızgınlığını Hacı Ali ve benden çıkarıyor, adeta bize küsüyordu. Ancak iki öğrenci olarak elimizden bir şey gelmiyor, hocamızın planladığı yerlerin dışında da bir yeri kazdırmıyorduk.

Hocamızla ilişkimizin tatsız geçmeye başladığı zaman uzayıp gitmeye başlamıştı. Bir sabah kazı yerine vardığımızda, Hacı Ali’nin itirazlarına rağmen, hocanın planladığının dışında, topraktaki renk değişikliğini gördüğüm yeni bir yeri kazdırmaya başladım. Öğleye doğru kazdırdığım yeni alandan oldukça fazla çanak çömlek parçalarının yanında, pişmiş topraktan yapılmış ve  hiç kırılmamış orta boy bir testi ile, üzeri geometrik desenlerle süslü ve siyah renkte yuvarlak  bir kap bulmayı başardık.

Öğle yemeği için kaldığımız okula yürürken, Suluca Deresi’nde bulunan çeşmede, bulduğumuz testiyi tertemiz olacak şekilde yıkayıp içine de su doldurarak okula geldik. Aşçımızın hazırladığı yemek masasının ortasına getirdiğim testiyi koyup beklemeye başladık. Prof. Dr. Kemal Balkan gelip her zamanki yeri olan masanın başına oturduğunda, dikkatlice testiyi incelemeye başladı. Hayvanın yan tarafına bağlanarak asılan testinin ileri geri yuvarlanmasını önlemek için olsa gerek, bir tarafı oldukça basık yapılmıştı. Zamanımızda bu şekilde böyle bir testinin hiç üretildiğini ve kullanıldığını ne biz ne de  hocam  görmemiştik. Bizlere kızgın olan hoca, aşçıyı çağırarak bu testiyi nereden bulduğunu sordu. Aşçı biraz bocaladıktan sonra, bizim getirdiğimizi söyledi. Hoca bize sorduğunda, o sabah neler yaşadığımızı ve nereyi kazdığımızı anlatarak, getirip sakladığımız diğer eserleri de çıkarıp hocaya gösterdik. Dünyalar hocamızın olmuştu, ama birden bize dönüp “Bu suyu  bu esere hanginiz doldurdu?” diye sordu. Benim doldurduğumu söylediğimde, cümlesine hep “pekâlâ” ile başlayan hocam; “Pekâlâ evladım Salih, hayatımda ilk defa bana beş bin yıllık eserle sürprizi sen yaptın, bunu her yerde anlatacağım.” diyerek güldü.

Kemal Balkan Hoca, yeni çıkan eserleri görünce yemeği unutmuştu. O gün öğle yemeğini epeyce geç yedikten sonra, kendisinin de kazı alanına geleceğini söyledi. Beraberce kazı alanına gittik. Kazı alanı tepede olduğundan yokuşu epeyce zorlanarak çıkan hoca, yeni kazdığımız yeri inceleyerek, burasının toprak kap fırını olduğu kanaatine varıp, bana “Nasıl anladın?” diye sordu. Ben de aile hayatımızın hayvancılıkla dağda tepede geçtiğini, birçok yerde define avcılarının kazdıkları yerleri gördüğümü, kazılmış olan bu yerlerin toprak renklerinin farklı olduğunu, burayı görünce bütün bunları hatırladığımı, bu sebeple burayı kazdırdığımı söyledim. Bunu söylediğimde; ”Pekâlâ evladım Salih, sen hazine avcısıymışsın da biz bilemezmişiz.” diye bana biraz takıldı.

Bir taraftan kazı devam ediyor, bir taraftan da çalışanlarla sohbetler sürüp giderken, 16 Ağustos’ta başlayıp üç gün sürecek olan Hacı Bektaş-ı Veli törenleri gelip çattı. Ülkemizin her tarafından insanlarımızın katıldığı törenlerde, şehrin nüfusu hayal bile edilemeyecek kadar artmıştı. Otellerin almadığı kalabalıklar için çadırlar kurulmuş, çadırların da yetişmediği yerde kalan vatandaşlar evlere dağıtılmıştı.

Törenler için gelen vatandaşlarımızın kazı alanımızın olduğu tepeye tırmandıklarını yukarıdan görebiliyorduk. Vatandaşların tepeye doğru geldiğini gören çalışanlar, aceleyle kendi aralarında paralar topluyor ve tepenin şehre bakan yamacında, toprağın birazcık üzerinde kalan kısmının göründüğü çapar bir taşın üzerine bırakıyorlardı. İçlerinde yaşlıların da olduğu aileler, aşağıdan yukarıya tırmanarak gelip bu taşın etrafında çember oluşturarak oturuyor ve dualar ediyorlardı.

Etrafında dualar edilen bu taşın ne olduğunu çalışanlara sorduğumda; ”Hacı Bektaş-ı Velinin küffarın elinden kaçarak buraya geldiğini, öldürüleceği sırada “Kadıncık Ana” adındaki dul bir kadın tarafından kurtarıldığını, Kadıncık Ana soyundan gelen insanlara kutsiyet atfederek “Çelebi” dediklerini, kurtulduktan sonra Hünkâr’ın buraya yerleştiğini, hak vaki olup da ahiret vakti geldiğinde güvercin olup uçarak bu taşın üzerine konduğunu” anlattılar. Neden bu taşın üzerine para toplayıp koyduklarını sorduğumda ise; ”Gelen insanların bu parayı görmesiyle kendilerinin de paralar koyarak gittiklerini, akşam olunca da bu paraları kendilerinin aldığını, daha önce topladıkları paraları çalışanlara geri dağıttıklarını, kalan parayla da kendilerine içkili ziyafet çektiklerini” söylediler. Bu para işini yaparak, Anadolu insanının inançlarını kötüye kullandıklarını, bunun çok kötü bir şey olduğunu anlattımsa da beni dinlemeyip yapmaya devam ettiler.

Anlatılanların hurafe olduğunu bilmeme rağmen, halkın inanmışlığına da saygı göstererek, çalışanları alıp bahsedilen taşın etrafını iyice düzelttirerek, söz konusu taşın biraz daha açığa çıkmasını sağladım. Gelenlerin rahat oturmaları için de etraftan yassı taşlar getirterek etrafına çember şeklinde dizdirdim.

20

Kaldığımız okulun yakınında ortaçağ derebeylerinin şatoları gibi yüksek surlar içerisinde iki kardeşin evleri vardı. Çelebi denen bu insanlar, AP ve CHP’den sürekli milletvekili oluyor ve Ankara-Çankaya’da ikamet ediyor ve daha çok anma törenleri için buraya geliyorlardı. “Çelebi” kardeşlerin evleri, törenlere gelen halk tarafından, gruplar halinde ziyaret ediliyordu. Gelen insanlar dış bahçenin kapısından başlayarak dualar edip eşik ve duvarları öpüyorlardı.

Anma törenlerine daha çok CHP’li olmak kaydıyla, dönemin bazı siyasetçileri de gelerek konuşma yapıyorlardı. Yeni Genel Başkan olan ve “Karaoğlan” olarak ün salan Bülent Ecevit de törenlere katılmıştı. Törenlerin son gününde Ecevit’in konuşması sırasında, Mustafa ve Deniz yuhalamaya kalkmışlar ve halk tarafından nerdeyse linç edilmek üzereyken, asker tarafından kurtarılmışlardı. Bunun üzerine kazı heyeti başkanımız Prof. Dr. Kemal Balkan, beni uyararak uzun bir konuşma yapmıştı. Bu olay günlerce halk arasında konu olmuş ve yuhalayan gençlerin, benimle olan irtibatlarından dolayı da ahali kazı heyetine sıcak bakmamaya başlamıştı. Kazı yerine yürüyerek şehri geçip gittiğimizden, çok daha dikkatli olmaya başlamıştık.

Törenler bitip geri dönüşler başladığında, Türkiye’nin bir çok yerinden gelmiş, ama parasızlıktan geri dönememiş olan insanlarla şehir kaynıyordu. Evlerine gidemeyen bu insanlar; ziyarete gittikleri Çelebilerin postlarının altına heyecanla bütün paralarını koyduklarından parasız kalmışlardı. Evlerine dönemeyen bu insanları Türk Silahlı Kuvvetleri, askeri araçlara doldurup memleketlerine göndererek, ancak bir hafta kadar bir zamanda şehri boşaltabildi.

Ali Bey aracılığı ile Kayseri’den, Hacı Bektaş-ı Veli hakkında yazılmış olan, üç-beş kitap getirip Mustafa ve Deniz’e vererek okumalarını ve etraflarına okutmalarını önerdim. Bir müddet sonra Hacı Bektaş Dergâhına bağlı insanların nasıl istismar edildiğini söylemeye başladıklarında, verdiğim kitapları okumaya başladıklarını anlamıştım.

Türk milletinin değerlerinin çeşitli insan, grup ve örgütlerin elinde nasıl istismar edilerek devletimizin aleyhinde kullanıldığını, bu değerlerin devlet düşmanlarınca kendi lehlerine nasıl çevirdiklerini o törenlerde tüm açıklığı ile görmüştüm. Bu konuyla alakalı olarak Kültür Bakanlığına, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına kendimce yazılar yazmıştım. Yıllar sonra devletimizi yönetenler, yapılan bu istismarı görmüş olacaklar ki, Hacı Bektaş Hünkâr’ımızın anma törenlerini Kültür Bakanlığı organize ederek aslına uygun hâle getirebildi.

Salih AKÇA

Contributor
Yorum bulunmamaktadır.
Konu: Hatıralar

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.