Türk Ocaklarının genel ağ sayfasında “Şevket Bülent Yahnici ve şehidimiz Ercüment Yahnici’nin anneleri Halide Yahnici vefat etmiştir, cenazesi Karşıyaka mezarlığında toprağa verilecektir.” mealindeki haberi okuyunca, içimden derin bir sızı geçti ve akabinde gözlerimden birkaç damla yaş düştü.
Halide Anne, şehidimiz Ercüment Yahnici’nin annesiydi, evet, ama o bütün ülkücülerin annesi olmuştu o günden sonra. Onu bir kez gördüm: Ercüment Ağabey’in vurulduğunu haber alır almaz Kayseri Yurdundaki arkadaşlarla koşarak gittiğimiz Hacettepe yakınındaki evlerinde. Ercüment ağabeyin vurulduğu araba daha kapının önünde duruyor, koltuğundaki kanlar arabanın tuzla buz olmuş camlarından bakıldığında, sıcak sıcak akmağa devam ediyordu. Kurşunlar, geçtiği yerleri parçalamış, Ercüment ağabeyin oturduğu şoför koltuğunu da pare pare etmişti. Kanımızı donduran bu manzaradan gözlerimizi ne kadar zaman sonra alabildik, eve girmeyi nasıl ve ne zaman akıl ettik? Hiç hatırlamıyorum, ama evin iç manzarası dışarıdan daha vahim, daha parçalanmış ve daha lime limeydi…
Halide anne, bir taraftan kollarını açmış oynamaya çalışıyor, bir taraftan da oğlunun düğünü olduğunu, dolapta damatlıklarının asılı kaldığını söylemeye çalışıyordu. Buna söylemeye çalışmak mı demeli, sesleri gökyüzüne ağdırmak mı demeli? O anda bilemezdik. O gün, o evde toplanan kadın-erkek bütün ülkücüler, ölümün; bir yiğit ölümünün ve bir anne feryadının ne demek olduğunu iliklerinin her damlasına gözyaşıyla, iç titremesiyle ve çaresizlikle zerk ettiler.
Herkesin gözünden su gibi yaş boşanıyor ve hepimiz Halide anneye bakıyorduk. Gülüyor mu, ağlıyor mu, hıçkırıyor muydu? Duyamıyor, bilemiyorduk. Gözleri yedi kat göklere mi ulaşıyor yoksa arzı mı deliyor? Anlayamıyorduk.
Anladığımız bir şey vardı: Ana yüreği yanmakta ve alev topu kesilip hoplamaktadır her bir yere: Arza, semaya, gök kubbeye ve dahi arşa…
Bu, bizim seslerimizin, bizim yanışlarımızın kaçıncısıydı böyle arşa yükselen! Kaçıncı sessiz çığlıktı bu ve daha ne kadar devam edecekti…
Kayseri Yurdunda kalan bizler, Ercüment ağabeyi çok seviyorduk. Çünkü yurttaki ablalarımızdan birisiyle daha yeni tanışmıştı ve onu görmek için birkaç kez yurda gelmişti. Onun için çaylar demlemiş -başka ne yapabilirdik o zaman, tek lüksümüz çay demlemekten ibaretken- ve sohbetine katılmıştık. Sarışın, mavi gözlü, kumral bıyıklıydı. Oğuz Kağan olarak tasvir edilmiş resimlere çok benziyordu, ama o resimlerin biraz dolguncasıydı Ercüment ağabey. Kısacık zamanda onu benimseyivermiştik, o da bizi.
Şehit cenazelerine yetişemediğimiz zamanlarda nereden bilirdik onun da tabutunun başına koşacağımızı? Halide annenin dolabında hazır tuttuğu damatlığını giyemeyeceğini bilebilseydik çaylarımızı içerken, onu uzaklaştırmaya çalışmaz mıydık Hacettepe civarından?
O gün o evden, Ercüment ağabeyin evinden, bir ağabeyimizin gök ekin gibi biçilmiş ömrünü, bir de Halide annenin acıdan kavrulmuş yüreğini avuçlarımıza alarak çıktık. Avuçlarımıza aldık ki, yıllarca bu ömrü hatırlayalım ve bu kavruk yürek unutturmasın bize yaşadıklarımızı.
Halide anneyi hiç unutmadık. Ercüment ağabey, yüreğimizin içinde yaşadı. Yavuklusu da…
Orhan (Kavuncu) ağabey, ne kadar haklı… Biz kinlerimizi içimizde büyütmedik, ama yaşadıklarımızı da anlatamadık. Halide annelerin alev topuna dönüşlerini, Oğuz yaradılışlı Ercümentlerin kanla ve kurşunla biçilmiş hikâyelerini anlatamadık.
Ülkücülük davasının yüksek bir ahlak davası olduğunu, yirminci yüzyıla ait bir dava değil, milattan bu güne, bu günden binlerce yıl sonraya sürecek bir var olma davası olduğunu anlatamadık.
Kim ne kadar anladık derse desin, ülkücülük ve ülkücüler için söylenen sözler hep yarım, hükümler hep kadük ve bakışlar hep sahte. Ülkücüyü anlamak için, ya 12 Eylül öncesinde bir şehit cenazesinde saf tutmak, ya Ercüment Yahnici gibi şehitlerin gözlerindeki duruluğu ve temizliği görmüş olmak, ya da ön safa atılırkenki hesapsızlığını ve hasbiliğini tanımış olmak gerekir. Bunları yapmadan söylenecek her söz tamamlanmaya muhtaç bir söz olarak kalmaya devam edecektir.
Bütün şehitlerimize, şehit annelerimize ve Halide anneye:
İçtiğiniz şerbet kutlu olsun.
Gökyüzü kollarını açsın size, yeryüzü gölgelerini sersin yüzünüze.
Yunus dolaşsın sözlerinizde ve ülkünüz dalgalansın fanilerin gönüllerinde.
Halide annem! Yerin cennet olsun, oğlunun gül yüzü allaştırsın senin yanaklarını da…
Yaşadığın zamanlarca akıttığın gözyaşların, cennetin ırmağı olsun, alsın seni kıyısına.
Amin.
Ayşe İNCE İLKER
Yorum bulunmamaktadır.