Merhabalar;
Çorbada tuzum olsun istedim bende. Ancak şimdi yazmaya başlarken idrak edebiliyorum ki, hüner çorbaya tuz katmakta değil , çorbada tuz olabilmekteymiş.
Bak işte, yine ben neyi anlatmak istediğimi tam anlatamadım ama sen yine de beni anladın değil mi Fikret’im…
Düşümü anlatıyordum sahi.
Düşümde kantindeyim. Saat sabahın 7.30 u. “8 e 10 kala da ders mi olur yahu” serzenişleri ve çoğumuzda uyku mahmurluğu var hala.
Oturduğumuz sandalyeler birbirine kaynak yapılmış. Hani öyle “Çek bir sandalyede git istediğin yere otur” diye bir şey yok yani ama dediğin gibi , biz yürekten kaynaşmışız sevgili Raşit’im…
Yine iki gazete alınmış. Yine sıra bize gelene kadar bulmacası çözülmüş olacak gazetenin. Rasim’in yanında oturmuyoruz diye hep mi bulmacasız kalacağiz ve çözülmüş bulmacalar geçecek elimize ne dersin Ali Osman dost.?
Sabah mahmurluğu dedim ya, üzerimizden atalım bu mahmurluğu diye kantinde volta atıyoruz düşümde bile.
Kapının girişinde duran 3-5 görevliye ve onların arkasından görünen malum grubun siluetine bakarak ” içlerinden birkaçını tanıyıp” ,isimlerine rümuz takıyoruz ikimiz birlikte.
Gelgelelim ben şimdi hiç birini hatırlayamıyorum. Var mı Deve İsmail’den başka senin aklına gelen biri Yaşar’ım?
Kantinin pencereleri var, düş bu ya.
Ama pencerelerinde cam yok nedense. Camın yerine kontraplak kaplanmış boydan boya ve o kontraplakların üzerlerinde nice tükenmezkalem tüketmişiz okunmaya değer.
Ama ne Rasim’in ve ne de Kandemir’in ismi geçmiyor yazılanlarda. Onlar sevdalarını yazarak değil açıktan, yüreklice yaşıyorlar aramızda. Yanılıyorsam söyle İsmail’im…
Düş dedim, kantin dedim de. Okulun kantini elbette. Okul Dekan Yaşar Yücel demekti sanki kendince.
Bir yerlerde karşılaşıyoruz okulun içinde. Dekana birileri bizi şikayet ediyor
_Hocam edebiyat katlarına giremiyoruz …diye. İçten içe bir gurur, gülmeye başlıyoruz gitgide yükselen kahkaha ile artık. Dekan dönüyor bize doğru ve diyor ki :
-Ne gülüyorsunuz sanki, siz de coğrafya katına çıkamıyorsunuz ya.
Sahi ,öyle miydi Küçükyıldız’ım, çıkamaz mıydık (?)
Düşümde derse de giriyorum a dostlar . İlle de 105 de ama. Devrim tarihi diye bir derse. Dersi sevdiğim söylenemez ama o derse girmeyi çok seviyorum nedense düşümde. Derste sigara içilebildiği için derseniz yalan değil. Ama o kalabalıkta bile seninle baş başa kalabiliyorum. Anfide bir kavga çıksa ardıma bakmadan girerim o kavgaya ve bilirim ki Mehmet Yılmaz gibi bir dağ sana inecek bir yumruğa siper olacaktır nasılsa.
Benden önce davranıp da inmemişse eğer tepelerine…Haksız mıyım Ekrem’im ..
Hani o bırakıp giderken seni…Birde bu şarkı var düşlerimi süsleyen. Farabi salonunda, okul korosunda bu şarkıyı söyleyen bir kız vardı. Onlarca metreden o kız kimdi tanıyamadım ,ama; senin dinlerken bile içinden o şarkıya eşlik edebildiğini ,ben nasıl duyabilirdim ki bu düş olmasa. Sahi sevdalarımızı içimizde bile bir kılıf uydurup niye gizlerdik sen söyle bari Üçler’im.
Birde heykel görmekteyim düşümde. Okulun bahçesindeyim bu defada. Hatırladınız elbette. Mimar Sinan o..
Yanlışlıkla bahçemize mi düşmüştü de geri gelip almayı mı unutmuşlardı. Niye mimarlık fakültesinde değildi bu heykel.?
Cevabı hepimiz biliyoruz artık ama ,ben söyleyemiyorum. Ben şimdi bir düş görüyorum pencereden bakarken..
Haydi sizde benimle o kontraplaklarda yazılanları yada pencereden bakınca gördüğünüz düşü paylaşın ..
Faruk Akbaba
Yorum bulunmamaktadır.