BİZİM ‘DİL-TARİH’İMİZ YA DA ’80 ÖNCESİ YILLARDAN BU GÜNLERE’ HAYATIMDAN KESİTLER

Öncesi: Dil-Tarih’e Gelmeden Ülkücü Hareketle İlk Tanışmam

20 Ocak 1952 Tarihinde Türkiye-Suriye sınırı üzerindeki Tüem (Sayarlı) isimli Şanlıurfa Ceylanpınar’a yakın bir demiryolu istasyonunda doğmuşum. (Ancak nüfus cüzdanında doğum yerim Kabala yazar.) İlkokul mezunu olan babam Abdülaziz Özçelik, TCDD’nin Adana 6. İşletmesinin Karkamış Kısım Şefliğine bağlı olan bu tren istasyonda görev yapıyordu. Annem Hanım Özçelik ev hanımı olup, hiç okula gitmemiş ve okur yazar değildi. Dokuz çocuklu olan ailenin en büyük çocuğuydum. İlkokul çağına geldiğimde babamın görev yaptığı söz konusu demiryolu istasyonunda okul olmadığı için bir yıl gecikmeyle, ancak büyükbabam Ali Özçelik ile babaannem Çiçek Özçelik’e ilkokulu okumak üzere emanet edildim. 1960-1961 öğretim yılında Ceylanpınar’da bulunan ve tek ilkokul olan Ceylanpınar İlkokulunda okula başladım. O yıllarda küçük bir belde olan Ceylanpınar’da henüz elektrik yoktu. Bu nedenle gaz lambası ışığında ödevlerimi yapıyor ve zor şartlar altında eğitimimi sürdürüyordum. Sonra ortaokula başladım. Sekiz yıl boyunca hem ilkokul hem de ortaokul öğrenimim süresince aynı zamanda büyükbabam ve amcalarım tarafından işletilen bakkal dükkânına okul dışı zamanlarım ve tatillerde yardım etmiştim.

Ortaokul çağımda müsamere, bilgi yarışması ve sosyal etkinliklere katılmış, belirli hafta ve milli günlerde düzenlenen tören ve toplantılarda şiirler okumuş, özellikle tarih, Türkçe ile coğrafya derslerine pek çok ilgi duymuştum. İdol olarak kendime o yıllarda okul müdürüm ve Türkçe öğretmenim olan, aynı zamanda çalışkan, çok titiz ve disiplinli Selim Özel’i seçmiştim. Türkiye’nin en büyük ve dünyanın sayılı Devlet Üretme Çiftliğinin (DÜÇ/TİGEM) Ceylanpınar’da olması ve buraya görev yapmak için gelen öğretmenlere misafirhanede kalacak yer ile lojman tahsisi, o yıllarda Ceylanpınar Ortaokulunun öğretmen kadrosunun yeterli ve çok seçkin olmasını sağlamıştı. Bu durum o dönemde öğrencilerin çok iyi yetişmesine imkân verdi. Nitekim ortaokulun yeni açılmasına rağmen zengin bir kütüphanesi ve hatta bir kütüphane memuru bile vardı.

Ben de kütüphaneden çok sayıda edebi ve tarihi roman okumuş ve milli bir şuurla yetişmiştim. O yıllarda Nihal Atsız, Oğuz Özdeş ve Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi romanları ile Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bazı romanlarını okumuş, şairlerden Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in seçkin şiirlerini ezberlemeye başlamıştım.

Ülkücü hareketle tanışmam, ortaokuldan “Pekiyi” derecesiyle mezun olduktan sonra, lise tahsili için Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları İşletmesinin sağladığı kısmi imkânla, 1968-1969 ders yılında Gaziantep Lisesine yatılı öğrenci olarak kayıt yaptırdığım yıllara dayanır. Başlangıçta lisedeki yatılı hayata uyum sağlamada zorlanmış ve buna bağlı olarak ilk dönem, notlarım düşmüştü. Ancak sıkı etütler neticesinde ve intibak safhasını atlattıktan sonra, zaman içinde lise hayatına ve yatılılığa alışmıştım. Bu yıllarda tarih öğretmenim İsmail Kurt’tan etkilenmiş ve en yüksek notlarını her zaman tarih dersinden almıştım. Tam da bu zamanlarda Türkiye ve Avrupa’yı saran öğrenci hareketleri ve siyasal akımlar baş göstermişti. Bu konulara ilişkin haberleri gazetelerden okuyor ve radyodaki ajans haberlerinden dinliyorduk. İşte siyasal akımlarla bu yıllarda tanışmaya başladım. Ancak lise öncesi yıllarda ailemden aldığım dini eğitim ve öğretmenlerimden kazandığım milli duygular sebebiyle milliyetçi-ülkücü fikirlere zaten hazır durumdaydım.

Bu sırada Gaziantep Lisesinde düzenlenen bir konferans etkinliği sırasında sol grubun Lise Müdürü’müz fizikçi Ali Fuat Bilen Hoca’yı protestosu üzerine gelişen olaylar, ben ve bir grup arkadaşımı Gaziantep’te yeni kurulmuş olan Genç Ülkücüler Teşkilatında bulmamıza sebep olmuştu. Bundan sonra bu teşkilata gitmeye ve o yıllarda Gaziantep’te avukat olan Cengiz Gökçek’in düzenlediği seminerlere katılmaya başlamıştım. O zaman Kurt Karaca’nın (Fikret Eren) Milliyetçi Türkiye isimli kitabı ve Devlet Gazetesi ile akabinde Bozkurt dergisini tanıyıp okumaya başlamıştım. Bunun yanında etüt saatlerinde okul kütüphanesinde ayrıca Türk Edebiyatı ve Hisar dergilerini takiple okumaya başlamıştım. Bu sırada gazeteleri de kütüphaneden istifade ile okuyor, Tercüman gazetesinin köşe yazarları Ahmet Kabaklı, Ergün Göze ve Rauf Tamer’i özellikle takip ediyordum. O yıllarda karşıt görüşte olan Fakir Baykurt, Şevket Süreyya Aydemir ve Yaşar Kemal’in bazı eserlerini de okudum. Nihayet 1971 yılında Gaziantep Lisesinden mezun olup, üniversite sınavına girdim.

   “80 Öncesi”, “Dil- Tarih” li Yıllarım ve Lisans Eğitimim 

Dostum Ercan Çalışkan “80 öncesi”ni şöyle tanımlıyor: “80 öncesi, günümüzde genç nesiller bile bu terime yabancı değil artık; bu, bir dönemi en iyi özetleyen bir kavram bana göre. İşte 80 öncesi üniversitelerde, Türkiye için, Türk milleti için kafa patlatan bir gençlik vardı ve ne yazık ki, ülkeyi kasıp kavuran bir terör ortamı da vardı. Bu terör ortamında canını hiçe sayan, bu millet için her şeyini feda etmeye hazır gençlerin bir araya gelmesi, dayanışma içinde olması da doğal bir gelişmeydi tabii.” İşte bu döneme ait öğrencilik yıllarım ile şahsen benim de aklımda kalan ve iz bırakan “80 öncesi” olayları burada biraz anlatmalıyım.

Lise mezuniyetinden sonra o yıl, (1971) yüksek puan almama rağmen, maddi imkânsızlıklar nedeniyle herhangi bir üniversiteye kayıt yaptıramamıştım. Sonraki yıl, çeşitli işlerde çalışarak para biriktirmiş ve tekrar girdiğim sınav sonrasında, 1972 yılında Ankara’ya gelmiştim. İlk fakülte günlerimi çok net hatırlıyorum. Eylül ayının ilk haftasıydı. Urfa’dan Ankara’ya gelmiştim. Karmakarışık duygular içindeydim, Ankara’ya ilk kez geliyorum, yalnızım ve bu şehirde hiç kimseyi tanımıyordum. Nerede kalacak, nasıl okuyacaktım? Bir cumartesi gecesi trene binmiş, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Ankara Tren Garı’na Toros Ekspresi’ inden elimde bir “tahta bavul” ile pazartesi günü öğleye doğru inmiştim. Ardından Gar’daki TCDD Öğrenci Yurduna kabul edilmem için başvurduğum Müdür Ahmet Beyi‘in olumlu cevabı bana dünyaları bahşetmişti.

Artık kimse beni tutamazdı. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Orta çağ Tarihi Kürsüsüne kayıt yaptırıp Urfa’ya geri döndüm. Ekim ayı başında büyük bir heyecanla Ankara’ya gelip, öğrenci yurdundaki 32 kişilik koğuşa yerleştim. Çevreyi keşfederek heyecanla fakülteme doğru yol aldım. Fakültede kimse yok. Görevliler dışında birkaç öğrenci ortalıkta geziyor. Yurda geri gidiyorum. “Orta Çağ Tarihi Kürsüsü” panosundaki ilanları her gün kontrol ediyor, sonuç alamadan tekrar yurda dönüyorum. Ama her gün geliyorum. Program yok.

Benim gibi haftalık ders programına bakmaya gelenlerle karşılaşıp tanışıyoruz. Derken kasım ayında dersler başlıyor. Ankara Garındaki TCDD Yurdunda kalarak Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine yürüyerek gidip-geliyorum. Türkiye’de bu yıllarda 12 Mart Muhtırası sonrası sıkıyönetim dönemi yaşanmaktaydı ve öğrencilerin siyasi faaliyetleri de o yıllarda üniversitelerde oldukça yaygındı. Lise yıllarından milliyetçi ve ülkücü camiaya sempati duyduğumdan DTCF’de de bu görüşteki arkadaşlarla tanışmam kolay olmuştu.

Fakültemizi keşfediyoruz. Kantin, kütüphane, Ziya Gökalp dershanesi, 127, 145, 146 No.lu derslikler… Bölümdeki hocaların isimlerini kapılarındaki tabelalardan okuyoruz. Faruk Sümer, Bahaeddin Ögel, Ali Sevim, Bekir Sıtkı Baykal, Şerafettin Turan, Enver Ziya Karal, Afet İnan, Şerif Baştav, Aydın Taneri, Nejat Kaymaz… Büyük isimler. Öncelikle Orta Çağ Tarihindeki danışmanımız olan Melek Delilbaşı ve aynı odayı paylaşan asistanlardan Reşat Genç, İsmail Aka ve Kazım Yaşar Kopraman abiler, Hüseyin Sever büyüğümüz ile tanışıyoruz. Ancak önce Kürsüdeki (Anabilim Dalı) öğrenci arkadaşlarla kaynaşıyoruz. Mehmet Alpargu, Nuri Yavuz, Muhammed Şahin, Gülden Çubuk, Şükriye Sarper, Hamiyet Taymaz, Eyüp Sazan, Nurten Koçyiğit… Halkamız her gün biraz daha genişliyor. Kantine toplu gidiyoruz. Kantinde -uzun boylu- sonradan Adanalı olduğunu öğrendiğim Salih Akça dikkatimi çekiyor, başında bir kalpak ve kalpağın tam ortasında kocaman bir Bozkurt… Hemen kendisiyle tanışıyorum. Gaziantep Lisesinde öğrenciyken Genç Ülkücüler Teşkilatında Cengiz Gökçek’in seminerlerine katılmışlığım nedeniyle Fakültedeki genç ülkücülerle tanışmam çok kolay oluyor.

Zaman içinde Ülkü Ocakları ve Ülkü-Bir Genel Merkezlerine giderek çevremi bir hayli genişlettim. Bu arada MHP’nin Ankara etkinliklerine katılıyordum. Genel Merkeze giderken bir yandan da derslerim ve kitaplarla meşgul oluyordum. MHP Ankara İl Teşkilatının gençlik kollarında görev aldım. Sanırım 1973-74 öğretim yılı açılış töreni vardı. Ankara Üniversitesinin açılış töreni Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde yapılırdı. O gün Ülkü Ocaklarının üniversiteler ve ülkenin genel durumuyla ilgili bildirisini Fakültede dağıtmaya başlamıştık. Bülent Ecevit Başbakan’dı. O da fakülteye geldi. Ülkücü grup olarak kendisini protesto etmiştik. Ancak aynı toplantıya gelen Diyanet İşleri Başkanı’nı da alkışlamıştık. Polisler bizi yumuşak bir şekilde susturmuş ve dağıtmışlardı. Aynı gün ben, Bahattin Ergezer ve birkaç kişi daha Hukuk Fakültesine gittik. Orada da açılış töreni ayrıca yapılacaktı. Açılışta Uğur Alacakaptan ve Bülent Nuri Esen gibi solun ileri gelen isimleri vardı. Sanırım Bülent Nuri Esen’in konuşması sırasında homurdanmalar ve tepkiler başladı, konferans salonunda en arka sıraya yerleşen biz DTCF grubu da hocayı protesto etmeye başladık. Sivil polisler yanımıza geldi ve amirleri olan komiser “Sabah Dil Tarihi karıştırdınız, şimdi buraya gelmişsiniz defolup gitmezseniz sizi alırım. Çabuk burayı terk edin.” şeklinde bize çıkıştı. Biz de oradan ayrılmıştık.

O yıllarda Bizim Anadolu, Oratadoğu ve Millet gazetelerini takip ediyordum. (Daha sonra Hergün gazetesi) Devlet ve Töre dergilerini okuyordum. Fakültede en çok Prof. Dr. Bahaeddin Ögel Hoca’dan etkileniyordum. Ülkü Ocaklarının çeşitli yurtlarda düzenlediği seminerlere katılıyor ve Yıba Çarşısı ile Ankara Yüksek Öğretmen Okulunda milli konulara ilişkin düzenlen konferansları izliyordum. Bu konferanslardan bazılarını Prof. Dr. Kâmil Turan, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Necdet Sevinç ve Prof. Dr. Ercüment Kuran[1] gibi isimler veriyordu.

Bizim Anadolu gazetesinde köşe yazarı olan Necdet Sevinç’in yazılarını her gün okuyor, Yazarını Kurşunlatan Yazılar ve Ülkücüye Notlar adlı kitaplarını elimden düşürmüyordum. Ülke geleceği ve farklı konulara kafa yoruyordum. Özellikle Ülkü Ocakları ve Ülkü-Bir Genel Merkezlerine gidiyor ve burada arkadaşım Nevzat Kavun’la kalıyordum. Yılmaz Kurt Hoca’nın yönlendirmesiyle Ülkü-Bir’in basın bildirilerini Ankara’da başta Rüzgârlı Sokak olmak üzere gazete bürolarına ben dağıtıyordum. Bu arada o yıllarda farklı fakültelerde okuyan çok sayıda ülkücü arkadaş edinmiş ve çevremi bir hayli genişletmiştim.

      Kandil’dekiler de DTCF’li

Öğrencilik yıllarım sırasında DTCF Ankara’da en hareketli fakültelerden biriydi. İleride ortaya çıkacak olan bölücü örgüt PKK’nin ikinci başkanı olan Kemal Pir, Kandil’deki Cemil Bayık gibi isimler, bu yıllarda DTCF’de okuyorlardı. Günümüzde Ermeni lobisinin ABD’deki ismi Taner Akçam da bu Fakülteye sıklıkla gelip gidiyordu.

Yakın Arkadaşlarım ve Çevrem

Fakültede devam ettiğim Orta Çağ Tarihi Kürsüsünde akranlarımla arkadaşlıklar kurmuş ve benim gibi sonra akademisyen olan aynı kürsüden Mehmet Alpargu, Nuri Yavuz ile yakın arkadaş olmuştum. Bölüm dışından da birçok arkadaş vardı. Şimdiki akademisyenlerden Bahattin Ergezer, Hale Taşar, Hicran Yusufoğlu başta olmak üzere, Hanife Karabacak, Ayten Bıldırcın, Arslan Sarpkaya, Nevzat Kavun, Arslan Tekin, Hüseyin Yazgan, Mehmet Aydoğmuş ve Salih Akça ile daha burada ismini sayamadığım birçok arkadaşlar edinmiştim.

Muhsin Yazıcıoğlu, Yusuf Okumuş, Ergin Bayramcı, Lokman Abbasoğlu ve Muharrem Şemsek gibi Ülkü Ocaklarında görevli seçkin öğrenci liderleriyle de tanışıp, Ocağa giderek, arkadaşlıklar tesisi etmiştim.

İlk iki yıl 12 Mart Muhtırası nedeniyle gerek Fakültemiz gerekse Ankara oldukça sakindi. Ancak 1974 affı sonrasında bütün fakültelerde olduğu gibi Dil ve Tarih’te de öğrenci olayları ile hareketlenme ve kavgalı yıllar başlamıştı. Bu anlamda Dil-Tarih, Ankara’nın en aktif ve merkezi fakültelerdendi.

      Çanakkale Şehitlerini Anmak Üzere Ülkü Ocaklarının Organizasyonu

Fakültenin ikinci sınıfındaydım. Ülkü Ocakları Genel Merkezinin Muharrem Şemsek başkanlığında düzenlediği etkinliğe katıldık. 18 Mart 1974 tarihinde Çanakkale’de olacaktık. Törenlere katılacak ve Gelibolu’daki şehitliği ziyaret edecektik. Bir gün önce çok sayıda otobüs Beşevler’deki Darphane matbaasının yanında bulunan boş alanda bekliyordu. Sabah 15 kadar sanırım eski magirüs marka çoğu 38 plaka otobüsle yola çıktık.  Güzergâh üzerinde Eskişehir’e vardık ve ilk işimiz oradaki Ülkü Ocaklarına gitmek oldu. Uzun bir moladan sonra yola devam ederek Bursa’ya ulaştık. Otobüslerde kalorifer olmadığı için mart ayının gece ayazında çok üşümüştük. Hiç unutmuyorum paramız yok denecek kadar azdı. Gece yarısından sonra Balıkesir’e ulaşmış ve çok acıkmıştık. Neredeyse sabah olacaktı. Her yer kapalıydı. Bir çorbacı dükkânını zor bulmuştuk, adam sayımıza bakmış, çorbaya su katarak bize ikram etmişti.

Sabah gün ışıdı ve Çanakkale’ye vardık. Ecevit başbakan. (CHP-MSP Koalisyon Hükümeti) O gün, Çanakkale’de bütün ilkokul çocuklarının yakalarına bozkurt rozetleri takarak muntazam sıra düzeni alıp büyük bir gövde gösterisi ile törene iştirak ettik. Başbakan ve İçişleri Bakanı varlığımızdan çok rahatsız olmuşlardı. Başbakan Ecevit, olaya çok sinirlenmiş ve ertesi gün ajanslara “Türkeş’in komandoları törenleri sabote etti.” şeklinde bir demeç vermişti.

Törenler bittikten sonra, öğleüzeri Gelibolu Yarımadası’na geçmiş ve muharebe alanları ile tabyaları gezmiştik. Orada MTTB rozetli birkaç kişi de gelmişti, bunların sayısı oldukça azdı. Yalnız parkalı, uzun saçlı ve bize fazla benzemeyen “komünist” sandığımız, fakat yakasında da bozkurt rozeti bulunan kişilerin “İstanbul Ülkücüleri” olduğunu öğrenmiş ve şaşırmıştık. Akşam olunca aynı otobüslere binmiş ve Ankara’ya bitkin bir vaziyette dönmüştük. (Foto -1)

    Atatürk Spor Salonunda Başbuğ’u Karşılamak

Fakülte öğrenciliğimizde rahmetli “Başbuğ Türkeş” bizim için büyük bir idoldü. Bu bakımdan düzenlenen etkinliklerine mutlaka katılır ve çoğu kez de kortej yaparak gelişi ve uğurlanışı sırasında askeri disiplin içinde saygılı bir şekilde dizilirdik. İşte o yıllarda DTCF’den yine Atatürk Spor Salonundaki şu anda hatırlayamadığım bir etkinlikte Fakülteden arkadaşım Salih Akça ile kortejin başında yer almıştık. (Foto-2)

   DTCF Kantini

Bütün ülkede olayların başlaması ile bizler için Fakülte kantininde tedirgin olmadan sakince oturmak, sıcak bir bardak çay içmek, artık büyük bir lüks olmuştu. Bu arada ilerleyen zaman içinde üst ve alt sınıflardan ve başka bölümlerden de arkadaşlar edinmiş ve çevremi bir hayli genişletmiştim. (İsimlerini anmayıp unuttuklarımdan af diliyorum.) Mehmet Aydoğmuş, Hüseyin Yazgan, Bahattin Ergezer, Mustafa Keskin, Kadir Yıldız, Veysel Kavlak, Bekir Atalay, Ö. Faruk Şanlı, Türkmen Dırdır, Nevzat Kavun, Arslan Sarpkaya, Cemalettin Coşkun (Cabbar), Nezahat, Ayten Bıldırcın, Hanife Karabacak, Abdullah Postallı, Harun Çakır, Ender Gökdemir, Mehmet Şahingöz, Ercan Çalışkan, Tahir Yurtsever, Mukadder Hatipoğlu, Ahmet Var, Mehmet Yaprak, Ali Sabuncuoğlu, Haluk Gökçe ve isimlerini sayamayacağım çok sayıda arkadaş…

Ortamın gerginleşmesi nedeniyle kantinin önünde ve Dil Tarih’in hemen her yerinde karşıt grupla bitmek bilmeyen karşılıklı dik bakışmalarımız olurdu. Arada omuz atmalar, tekmelemeler, derken günde birkaç defa birkaç kişinin yumruklaşması olağan sayılan olaylar haline gelmişti. Ama henüz silah kullanılmıyordu. En çok kantinde, kantin önünde, kütüphane önü ve orta bahçede yumruk yumruğa, taşlı-sopalı kavgalar yaşanıyordu. Bu arada bizim için Dil Tarih’in ana binasının altındaki daracık bodrum katı, kantinin olaylar nedeniyle kapatıldığı soğuk kış günlerinde sığınılacak bir limandı. Bu buluşma yerimizde, kapıdan koridora girerken sağ yanda bir radyatör ve bitişiğinde bir bank, orada saatlerce bekleşirdik. Bankı kız arkadaşlarımıza terk eder, sohbete dalar, bazen tanımadığımız başka bölümlerden bir iki kişi de bize katılır, zaman su gibi akar ve akşam topluca Fakülteden ayrılırdık.

      DTCF Bölümleri

Dil Tarih’te en rahat bölüm o yıllarda Tarih Bölümüydü. Asıl problem, filoloji katlarının olduğu ek binada yaşanıyordu. Buradaki öğrenci sayımız az olduğu için burası riskliydi. Kendisi de filolojide okuduğu için durumu çok iyi hatırlayan Yağmur Tunalı dostum o günleri şöyle anlatıyor: “Birinci kattaki Tiyatroda yoktuk. İkinci kattaki İngilizcede iki kişi vardı. Üçüncü kattaki Fransızcada biri kız olmak üzere üç kişiydik. Yukarı katlardaki, Almanca, İtalyanca ve Rusçada kendini belli eden, bizdenliği belli olan yine pek azdı. Hocalar arasında da durum pek parlak değildi. Ama filolojilerde de bizden olanlar eksik değildi. Filolojiler neredeyse onların kurtarılmış bölgesi gibiydi. Ufak tefek olmama rağmen, bilmem neye güvenerek mutlaka arada derse girmek ve kendimi göstermek isterdim. Çok riskli olmasına rağmen, gitmemeyi kendime yediremezdim; hırsla fakat sakin görünerek merdivenleri tırmanır, heyecanımı belli etmemeye çalışarak derslere girerdim. ‘1974 Affı’ olarak bilinen ve CHP-MSP koalisyonunun çıkardığı af kanunu, fakülte ve yüksekokullardaki anarşiyi tetikledi. Şiddet ve çatışmalar artık artmaya başlamıştı. Fakültede dersler başlasa da neredeyse derslere giren yoktu. İki taraf da gardını alarak bekliyordu.”

O yıllarda çoğu üniversitede olduğu gibi Dil Tarih’te de devam mecburiyeti çok sıkı değildi. Öğrenciler neredeyse derse devam etmeseler de yıl sonunda imtihanlara girebiliyorlardı. Zaten dersi, imtihanı da fazla düşünen yoktu. Ara sınav yani “vize” de yapılmıyordu. Yıl sonu sınavı mayıs-haziranda olur. Bütünlenme de eylül ayında yapılırdı. Fakültede sol grup yokken derslere devam etmeyi düşünsek de çok tedirgindik. Zira Fakülte kantin ve koridorlarını her an sol grubun gelebileceği ihtimalini dikkate alarak dolu tutmak ve hazır beklemek lazımdı. İşte bu nedenle kantini ve koridorları bir sohbet mekânı olarak kullanıp, günlerimizi geçirirdik.

      Mamak’ta Askeri Ceza ve Tutukevi Koğuşu: Muhsin Yazıcıoğlu, Yusuf Okumuş ve Diğer Arkadaşlar ile…

Hareketli öğrencilik yıllarında aklımda kalan ve unutamadığım olaylardan biri de 1975 yılı ilkbaharında Opera’daki Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen Okulunda okuyan ülkücü öğrenci Necedet Dumanay’ın şehit edilmesi üzerine cenaze töreni sırasında “İzinsiz yürüyüş ve gösteri yapmak”la itham edilerek, Sıhhiye Köprüsü altında gözaltına alındım. Arkadaşlarımla topluca Köprü’nün altından geçiyorduk. O sırada Köprü’nün üst korkuluklarında asılı olan “Moskova Buz Revosu” reklam ilanı birileri tarafından yakılmıştı. Biz de “Antikomünist” olmamız hasebiyle o tarafa dönerek alkış tutmaya ve topluca slogan atmaya başlamıştık. Bu anda sesim daha gür çıkmış ve polislerin dikkatini çekmiş olacağım ki, hepsi bana doğru koşmaya başlamışlardı. İrkilmiştim. Koştum, ancak beni yakalayıp polis aracına götürdüler. Biraz sonra Muhsin Yazıcıoğlu ve Yusuf Okumuş’u da alıp getirdiler. Beş kişi daha vardı. Bir gece Emniyet Müdürlüğünün 7’nci katında tutulduktan ve kimlik tespitimiz yapıldıktan sonra, sıkıyönetim olduğu için bizi Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’nde 15 gün gözaltında tutular. Tesellim, yalnız değildim. Yanımda en azından farklı fakültelerden tanıdığım arkadaşlarımla beraberdim.  15 günlük sürenin başında saçlarımız kesilmiş ve aynı koğuşa yerleştirilmiştik. Koğuşun penceresinden Mamak’ın gecekondu evleri görünüyordu. Şanslı sayılırdık. Her sabah ve akşam tekmil veriyor ve sayımımız yapılıyordu. Karavana geliyor ve birlikte yiyorduk. Kantin ihtiyaçlarımız için sipariş veriyor ve ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışıyorduk. Günde bir kez bir saatlik havalandırmaya çıkıyor ve tel örgü içinde olta atıyorduk. Oda temsilcimiz Yusuf Okumuştu. Kütahya Yurdu Müdürü ve bizden bir iki yaş büyük olduğu için abimiz konumundaydı. Havalandırmalarda özellikle Muhsin Yazıcıoğlu ile beraber olta atardık. Memleketi Sivas’tan bahsederdi. Ondan sonra kendisiyle samimiyetim artmıştı. Ortak paydamız DTCF’de arkadaşım olan “Cabbar”dı.

15 günlük süre içinde koğuşumuza bir asteğmen yerleştirmişlerdi. Disiplin suçu işlediğini söylüyor ve bizimle konuşarak bilgi toplamaya çalışıyordu. Bir de elinde sürekli “Türkiye’nin Bugünkü Meseleleri” adlı kitabı okur gibi yapıyor, arada bakıyordu. Tabi ki görevliydi, arada bir bahane ile çağırılıyor, tekrar birkaç saat sonra koğuşa dönüyordu. 15 gün sonra serbest kalınca çıkar çıkmaz bir taksiye binmiş ve Demirtepe’deki Ülkü Ocakları Genel Merkezine gitmiştik.

    Yargı ve Adalet Uygulamalarını Günümüzle Mukayese

Şimdi geriye dönüp baktığımda “olağanüstü hâl” değil, “sıkıyönetim” olmasına rağmen o yılların Türkiye’sinde hukuk kurallarının tıkır tıkır işlemesi husus şaşırtıcı gelir. Zira gözaltı süresi 15 gün idi. Yasal olarak 15. gün içinde iddianamemiz hazırlanmış ve bize tebliğ edilerek serbest bırakılmıştık. Ardından Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılanmış ve sıkıyönetim kalkınca da sivil mahkemede yargılanmıştık.  Muhsin Yazıcıoğlu, Yusuf Okumuş, Mustafa Sami Barsan ve ismini hatırlayamadığım diğer 5 kişi ile yargılanma sonucunda bu davadan berat ettik.

Şahsım ve Dostların Gözüyle O Yıllara Bakış

Yağmur Tunalı dostum o yılların puslu havasını ve benim son sınıfta olduğum 1975-1976 öğretim yılını yine şu cümlelerle anlatıyor: “Ancak artık Ankara parsellenmişti. ‘Kurtarılmış bölgeler’ zuhur etmiş ve zannedersem, 1975-76 öğretim yılında, ‘kurtarılan’ veya tam hâkim olunan bölgelerden çok, herhangi bir tarafın hâkim olamadığı yerlerde, yirmi dört saat hareketlenmeler olurdu. Artık yurtlarda nöbetler tutulur ve tam bir teyakkuz hali yaşanır, hatta hazır kıtalar bekletilirdi.”

İşte böyle bir ortamda biz gençliğimizi ve öğrenciliğimizi bu tedirginlik ve kavgalı ortamda sürdürmüştük. Tabi çoğumuz zamanı gelip sınavları başarınca Fakülteden mezun olmuş ve o yıllarda telefon ve sosyal medya ağları olmadığı için birçok arkadaşımızın izini kaybetmiştik. Bu arada o yıllarda kız erkek arkadaşlık ve ilişkilerinin de çok düzeyli olduğunu itiraf etmem gerekir. Zira kız erkek gruplar hâlinde gezer, bunun dışında nadiren kız arkadaşlarımızla yalnız dolaşma imkânı bulurduk. Hatta öyle ki, siyah beyaz fotoğraflarda silik anılarımızı bırakarak birçoğumuz o yıllardan ve birbirimizden koptuk. Öylesine mahcup, temiz ve saftık ki, itiraf etmek gerekirse, birçoğumuz   sevdiğimize aşkımızı ifade edemeyecek, sadece onun hayali ile yetinip, mezun olup gidecek kadar temiz Anadolu çocuklarıydık. Sonuç olarak kıymetli arkadaşım Bahattin Ergezer’in ifadesiyle söylemek gerekirse, “Hem sevdasını hem de davasını yaşayan kutlu bir nesil” olduk.

Ardından yaşanan 12 Eylül ve sonrasında sistem bizi darmadağın etmişti. Artık bazı arkadaşlarımız çeşitli alanlarda göreve başlamış, bazıları zarar görüp heder olmuş,  bazıları da bizler gibi hayata sarılıp, ülkeye yararlı olmak için çırpınmaya başlamıştı. Kimimiz memur, kimimiz yönetici olduk. Her meslekten binlerce arkadaşımız hizmete koyulmuş ve çoluk çocuğa karışmıştık.

Dostum Yağmur Tunalı; “Memur olamayanlarımız, devlet hizmetinden yasaklananlarımız piyasayı öğrendiler. El yordamıyla yolumuzu bulmaya çalıştık. Sonra bununla kalmadık, yollar açtık. O paralanmış hâlimizden devletin kadroları çıktı. Araştırılsa, Türkiye’yi hâlâ bizim neslin milliyetçileri idare ediyor. Temel direk onlardır. Ülkeyi böyle de ayakta tuttuk. Bunu gönül rahatlığı ve iftihar duygusuyla söylemek hakkımızdır.” cümleleriyle haklı tespitini yapmaktadır.

İşte bu süreçle 1976 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinden mezun oldum. Mezuniyetim sırasında Prof. Dr. Bahaeddin Ögel tarafından yüksek lisans yapmak üzere seçildim ve yüksek lisans öğrencisi olarak Genel Türk Tarihi Kürsüsüne hocamın önerisiyle bir grup arkadaşımla kayıt yaptırdım.

Sonrası: 12 Eylül 1980 “Yarın Gel Hayırlı Gündür”

      Görev Almam ve Dil-Tarih’te Lisans Üstü Çalışmalar

1976 yılının sonbaharında Millî Eğitim Bakanlığınca yapılan atama ile yüksek lisans yaptığım için kura harici tutularak, 07 Aralık 1976 tarihinde Ankara’nın Altındağ ilçesi Pursaklar Ortaokulunda Sosyal Bilgiler Öğretmeni ve Müdür Vekili olarak görevlendirildim ve anılan okulda göreve başladım. Ancak kâğıt üzerinde olan ve fiziki olarak bulunmayan bu okulu 18 öğrenci ile kurup teşkilatlandırdım. 1980 yılına kadar burada öğretmenlik ve idarecilik yaptım. Bu arada Ortaokulun kuruluş çalışmaları nedeniyle yüksek lisans öğrenimimi yarıda bırakmak zorunda kaldım.

1980 Eylül ayı başlarında arkadaşlarımı ziyaret etmek üzere, Gazi Yüksek Öğretmen Okuluna (Gazi Eğitim Enstitüsü) gittim ve orada daha önceden Ülkü Bir Genel Merkezinden tanıdığım Müdür Başyardımcısı Bedir Mercan ile karşılaştım. Onun referansı ile Gazi Eğitime atamamın sağlanabileceği bildirildi. Bana dilekçe ile başvurmamı söyledi. Bunun üzerine başvuru dilekçemi verdim ve elden takibe başladım. MEB’deki ilgili birim memuruna dilekçemi üst yazıyla götürdüm. Memur perşembe günü (11 Eylül 1980) gel kararnamen çıkar, elden alırsın dedi. Perşembe günü Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğüne kararnamemi almak üzere gittim ve ilgili Şube Müdürü bu defa bana “Yarın hayırlı gündür, atamanız yapıldı, ancak evraka tarih ve sayı vereceğim. Bugün işlerim çok, yoğunum; yarın gel.” dedi. Ancak bir gün sonra 12 Eylül 1980 Cuma sabahı ihtilal olmuş ve bilindiği gibi sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Pazartesi günü (15 Eylül 1980) MEB’e gittiğimde artık bakanlığa girmek bile mümkün olmamıştı.

      Gazili Yıllar

Neyse ki, bir buçuk ay sonra kararnamem posta yolu ile geldi ve Gazi Eğitim Enstitüsünde (Gazi Yüksek Öğretmen Okulu)  Sosyal Bilgiler Eğitimi Bölümü Tarih Öğretmenliğine tayinim gerçekleşti. Göreve başladım.

1982 yılında 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun yürürlüğe girmesi üzerine, 41 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Gazi Yüksek Öğretmen Okulunun Gazi Eğitim Fakültesine dönüştürülmesi ile adı geçen Fakültenin Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Tarih Eğitimi Anabilim Dalında Öğretim Görevlisi olarak görevime devam ettim. Burada Türk Medeniyet Tarihi, Orta Asya Türk Tarihi, Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi, Osmanlıca Dersleri, Osmanlı Tarihi ve Türk İnkılap Tarihi derslerini verdim. Bu arada yarım kalan lisansüstü çalışmalarıma da devam ettim. AÜ Türk İnkılap Tarihi Enstitüsünde yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. Öğrenimim sırasında başta Prof. Dr. Aydın Taneri, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Prof. Dr. Mustafa Kafalı, Doç. Dr. Refet Yinanç, Doç. Dr. Abdülhaluk Çay, Doç. Dr. Ahmet Uğur ve Doç. Dr. Hasan Köni’den dersler alıp istifade ettim. 1984′te yüksek lisans, 1987 yılında danışmanım Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in nezaretinde doktoramı aldım. Kendi isteğimle 1987-1989 yılları arasında o yıllarda Gazi Üniversitesine bağlı olan Kırşehir Eğitim Yüksekokulu Öğretim Üyeliği görevine yardımcı doçent olarak atandım. Aynı zamanda Kırşehir Meslek Yüksekokulunda Müdür olarak görevlendirildim ve anılan okulun teşkilatlanmasını sağladım. 1989 yılı sonlarında eski görev yerim olan Gazi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalına döndüm. 1990 Kasım’ında doçentlik yabancı dil sınavını başardım. 1991 Ekim’inde doçentlik bilim sınavını da başararak, Genel Türk Tarihi Bilim Dalında “doçent” unvan ve yetkisini aldım. Bu süreçlerde şahsıma Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitü Müdürü olan Prof. Dr. Mustafa Kafalı ve Bahattin Ögel’in önemli katkıları oldu. Bu aşamadan sonra Gazi Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcılığına getirildim. Bu görevimi 1993 yılı ekim ayında kendi isteğimle bıraktım ve 1994-1995 öğretim yılında 2547 sayılı Kanun’un 40/b maddesine göre Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde gönüllü olarak görev aldım. Anılan Fakültede Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı ve Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği görevini de yürüttüm. Ayrıca yine kendi isteğimle 1996-1997 ve 1997-1998 öğretim yıllarında Gazi Eğitim Fakültesindeki derslerimi sürdürürken, Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesinde lisans ve yüksek lisans dersleri vermek üzere görev aldım. 2547 sayılı Kanun’un 40/a maddesine göre her hafta Tokat’a gitmek suretiyle Türk Tarihi, Türk Kültür Tarihi, Siyasi Tarih, Türk İktisat Tarihi, Tarih Araştırma Usulleri ve Osmanlı Tarihi derslerini verdim.

      Yıllar Sonra Gazi’de Çalışırken Başbuğu Ziyaret

Gazi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Bölümü Tarih Anabilim Dalında Öğretim Görevlisi olarak çalışıyordum. 80 İhtilali’nin üstünden yıllar geçmiş ve siyasi parti liderleri için siyasi yasaklar da kalkmıştı. Tabii bunun ardından Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) kurulmuş ve genel merkezi de Ankara Sıhhiye’deki Strazburg Caddesi’nde bulunuyordu. Gazi Eğitim Fakültesinden bir grup arkadaşımla genel merkeze giderek Başbuğ Türkeş’i makamında ziyaret ettik.

Çok neşeli görünüyordu ve bizi gayet kibar bir şekilde karşıladı. Çalışma alanlarımızı sordu, bir müddet sohbet ettik ve ayrılırken de bir hatıra fotoğrafı çektirdik. Bu resimde Gazi’de Tarih Bölümünde çalışan bizim dönemden beş DTCF’li vardı. (Ben, Mehmet Alpargu, Nuri Yavuz, İsmail Cansız ve Muhammed Şahin), Fransızca Bölümünden Yusuf Kurdoğlu, Almancadan Mehmet Aygün ve iki de seçkin öğrencimiz vardı. (Foto 3)

      Sonrası: Gazi’ye Veda ile Kırıkkale Üniversitesi Yılları ve Eski DTCF’lilerle Sosyal Medya Sayesinde Yeniden Buluşmamız

1998 yılı başında Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesinden ayrıldım. Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalına Profesör kadrosuyla atandım. Söz konusu Fakültede Tarih Bölümü Başkanlığı görevi yanında, Rektör Yardımcılığı, Dekanlık ve Enstitü Müdürlüğü görevlerini de yaptım.

  2014 Haziran’ında sosyal medyayı kullanmaya başladım. Bir de ne göreyim? Birçok eski Dil Tarih’li arkadaşımı burada buldum. Bu arada DTCF Birlik Grubu’nun toplantılarına katılarak anıları tazeleyip yaşamaya başladım. Mutluluktan uçuyordum. Her bir arkadaşımı Feysbukta (Facebook) görüp arkadaş oldukça anılar canlanıyor ve seviniyordum.

Bundan sonrasını Ercan Çalışkan dostumdan okuyalım: “Sonra 80 sonrası geldi. Hallaç pamuğu gibi attı bizleri dört bir yana. Sosyal medya yoktu o zamanlar, cep telefonu da yoktu. Kimileri için sert esmişti rüzgârlar, kimileri için yumuşak; kimileri rüzgârı olmayan korunaklar da bulmuştu. Artık daha dar dost çevreleriyle yetinmek zorunda kalmıştık. Yıllar yılları kovaladı. Üç beş derken, onları yüzleri bulduk eski “dost” lardan. Bir de baktık ki, rüzgâr bu kayalardan bir şey götürememiş. Her şeye ve herkese rağmen dimdik kalmış eski dostlar. Yılmamışlar, yıkılmamışlar, tırnaklarıyla kazıyıp çıkmışlar başarı merdivenlerinden.

Çoğu öğretmenlikte karar kılmış eski dostların. Yüzlerce, binlerce öğrenci yetiştirmişler kendileri gibi. Kimi bürokraside bir yerlere gelmiş, kimi siyasetin üst basamaklarına tırmanmış. Şairlerimiz duygu tellerimizi titretmiş, yazarlarımız bizi anlatmış. Gazetecilerimizi keyifle okumuşuz her gün. Başka meslek dallarına yönelenler de olmuş. Çok sayıda da bilim insanı çıkmış aramızdan.

Birçok şey değişmiş, ama bir şey değişmemiş eski dostlarda. Onlar hep yiğit kalmış, hep insan kalmış, hep bu millet için her fedakârlığa hazır beklemiş. Yani onlar hep ülkülerini yüreklerinde sımsıcak tutmuşlar.

Neyse, üç beş derken bulduk eski dostları demiştim ya. İşte bir gün önce sanal dünyada, sonra gerçek âlemde karşılaştık İsmail Özçelik’le. O artık bir bilim adamı olmuştu. Türkiye’nin her tarafına gidiyor, konferanslar veriyor, Türk gençliğine yol gösteriyordu. Kısacası gurur duyulacak imzalar atıyordu Türk kültür dünyasına. Hasretle kucaklaşmıştık dünün yağız delikanlısı, bugünün ünlü bilim adamıyla…”

Benim DTCF Birlik Grubu’ndaki arkadaşlarımla ilk buluşmam 2016’da Güzelçamlı’da oldu. İlk buluşmamda inanılmaz heyecanlıydım. Gördüklerime sarılıyor ve hasret gideriyordum. Bazıları benden evvel elime sarılıp, “gel seni bir öpeyim” diyordu. Bu gerçekten çok değişik bir duyguydu. Sonra, Köyceğiz, Bursa ve Alanya. Kısmetse bu yıl da Altınoluk’ta bir araya geleceğiz diye düşünmüştük, ama korona virüsü ve sokağa çıkışların kısıtlanması nedeniyle bir araya gelemeyeceğiz. İnşallah bir sonraki sene kucaklaşıp, hasret giderecek ve o altın günlerimiz ile gençlik çağlarımızı anmaya devam edeceğiz.

O yılları kanımca hiçbirimiz ömür boyu unutmayacağız. Zaten hâlâ sosyal medya gruplarında birçoğumuz o günleri “DTCF Birlik Kantin” ve değişik adlarla oluşturduğumuz diğer gruplarla birlikte yaşayıp gidiyoruz.

[1] O yıllarda her üç profesör de henüz doçent idiler.

Prof. Dr. İsmail ÖZÇELİK

Yorum bulunmamaktadır.
Konu: BİZİM DİL TARİH

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

‘Ortak Değerimiz Atatürk’ bildirisine destek ver

Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve

Ortak Değerimiz Atatürk

ATATÜRK! TÜRK MİLLETİ SANA MİNNETTARDIR

Her millet, sahip olduğu değerlerle geleceğini inşa eder. Geleceğin harcı olan değerlerine sahip çıkan milletler, geçmişten ders çıkararak, gelecekte aynı hataların tekrar edilmemesi için millî bir hafıza oluşturur. Bu hafızanın en önemli değeri, Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e periyodik olarak uzun zamandır yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde Ayasofya’da hem protokolün hem de milletimizin gözü önünde gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi bir esaret belgesi olan Sevr Antlaşması’nı tarihin çöplüğüne atan Mustafa Kemal Atatürk, bir savaş ve diplomasi kahramanı olarak, Fatih’in emaneti İstanbul’umuzu, başta Ayasofya olmak üzere, camileri ve tarihî eserleriyle yeniden milletimize kazandırmıştır. Yine Trakya ve Batı Anadolu’yu Yunanistan; Doğu Anadolu’yu da Ermenistan olmaktan kurtarmış, ezanımızı susturmamış, Misak-ı millî sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924’te, halkı aydınlatma, İslam’ın Kur’an’a göre yaşanmasını sağlama, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütme, ibadet yerlerini yönetme görevlerini yerine getirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Ayrıca Kur’an’ın tefsiri görevi Atatürk tarafından Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiş ve “Hak Dini Kur’an Dili” böylece ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın Türkçe tefsiriyle Türkler, dinini öz kaynağından, kendi dillerinden okumaya ve öğrenmeye başlamışlardır.

Hâl böyleyken son yıllarda Millî Mücadele’mizin millî ve manevi mimarı Mustafa Kemal Atatürk, maalesef periyodik saldırılara maruz kalmaktadır. Bir millete sinsice düşmanlık etmenin yollarından biri, o milletin kahramanlarını itibarsızlaştırmaktır. Bunun en kolay yolu ise dinimizi kirli emellerine alet etmektir.

Son olarak Ayasofya’daki icazet töreninde bir imam Ayasofya’yı kastederek; anlatım bozukluklarıyla dolu “…Bu ve bu gibi mabetlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze hâline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kâfir kim olabilir!… Yarabb’i bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma!” gibi suç oluşturan ifadeler kullanmış ve haklı olarak bu söylem halkımızda büyük bir infiale yol açmıştır.

Atatürk, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin planlarını bozan bir lider olup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkemizin en başta gelen birleştirici ve bütünleştirici unsurudur. Mustafa Kemal Atatürk’e üstü kapalı yapılan bu saldırı aslında onun silah arkadaşlarına, Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Cumhuriyet’imize yöneliktir. Atatürk’e yapılan ve yapılacak olan saldırıların nihai hedefi Türk milletidir, Türk devletidir. Bu bakımdan bu ve benzeri saldırıların hedefinin Türk devleti ve milleti olduğu konusunda halkımızı uyarmayı, vatanını ve milletini seven bir grup olarak görev addederiz.

Hedeflerine ulaşmak için geçmişte de bazı cahil kimseleri kullananlar, bugün de aynı yöntemlerle hareket etmektedir. Bu son saldırının kaynağının da aynı güçler olduğu şüphesizdir. Millî ve manevi değerlerimize, başta Atatürk olmak üzere Türk büyüklerine, her türlü tarihî mirasımıza yönelik saldırılar nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin, millî birliğimizi asla bozamayacaktır. Aşağıda imzaları bulunan DTCF Birlik üyeleri ve Türk aydınları olarak bu çirkin ve kötü niyetli ifadeleri şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

DTCF Birlik Üyeleri

**İmza: **

Bildiriyi paylaşarak destek verebilirsiniz:

 

En çok beğenilenler

Giriş

Welcome to Typer

Brief and amiable onboarding is the first thing a new user sees in the theme.
Join Typer
Registration is closed.