VİRÜS MEKTUBU
(Sizden sonra adalet duygusuna hâlâ önem veren, kendisinden başka şeyleri de umursayan, az buçuk romantik, mesela hâlâ şiir okuyan, türkü dinleyip ağlayan, “vatana millete hayırlı bir evlat olmak” gibi sonraki nesillerin pekanlam veremediği bir derdi olan, kendilerini hırpalarcasına çalışan son çocuklar da sizin çocuklarınız…” diye bana yazan “imalat hatası” altın gençlerim, bu mektubun muhatabı değildir.)
-Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene-
Yahya Kemal
Biz, “altmış beş üstü”nün altmış beş bin basamağını tırmanırken sen, anan-baban, belki de deden omuzlarımızdaydınız. Altmış beşi, bin yılın yorgunluğunu, bin yılın iç sızılarını, hüsranlarını, kırıklıklarını, umutlarını.. azim denilen, gayret denilen, hayat denilen taş dibekte döve döve bulduk. O bize gelmedi, biz onu da sırtımızda taşıdık.
Altmış beş ve üstü hep alev oldu, hep kor oldu. Şair “âteş doludur tutma yanarsın” demişti; tuttuk. Tutmasaydık yangın seni bulacaktı, bakmaya kıyamadığımız seni yakacaktı. Tuttuk ve kavrula kavrula çıktık o merdivenin basamaklarını. Şimdi senin damdaki uğursuz baykuşlara benzettiğin biz, o yangının korunu yüreğimizde taşıyoruz: Biz “bu yüzeden serinliğe hasretiz.”
Seni bir virüs, insafından, iz’anından koparıverdi. Biz o çetin merdivene tırmanırken ne virüsleri ezip geçtik, saysam şaşırırsın. Her basamakta bağışıklık kazana kazana, her basamağın virüsünden bir miktar ala devşire bugüne geldik.
Biz, senin birazını bağışlamaya kıyamadığın bu hayata adım attığımızda her şey çok “temiz”di: Beş, altı, on kardeş dünyaya gelir, öle yite üç beşimiz kalırdık geriye. Direnenlerdeniz biz; safça inanan, insanca inanan, yiğitçe dayanan…
Bizim yatılı okullarımız vardı. Anamız babamız “leylî mektep” derlerdi; nimetti, bir mabet kadar mukaddesti onlar için. Bizim için de öyle. Seksen kişilik, yüz kişilik koğuşlarda bazan iki bazan üç katlı ranzalarda yattık. O koğuşlarda soba yoktu; nefesimizle ısınırdık. Biz geride bıraktığımız basamakları düşmeden, sürçmeden, yılmadan, ardımıza bakmadan tırmanmayı o çok katlı ranzalardan başlayarak öğrendik. Bu yüzden, yükseklik korkusunu tanımadığımız gibi, ürkek ürkek ayak bastığımız ilk basamağı da unutmayız. Geldiğimiz yer o kadar bellidir ki!…
Evlat, aman dilediğimizi sanma sakın; öyle bir huyumuz yoktur. “Kimseden ümmîd-i feyz etmedik, perr ü bâl dilenmedik. İnhinâ tavk-ı esaretten girân gelir bize”. Sen bu cümleleri -tıpkı bize baktığın gibi- eskimiş bulursun, biliyorum. “Kimseden herhangi bir yardım beklemem, kol-kanat istemem; baş eğmek, bana esirlik zincirinden daha ağır gelir.” diyor şair. Hep böyle yaşadık biz. Fakat boynumuzu “İsmailce” uzattığımız bir yolumuz var. Şimdi ayaklarımız titriyorsa da kıblemiz hiç şaşmadı. Yönümüz de safımız da hâlâ ışıktan yanadır, aydınlıktan yanadır.
Korkma evlat! Ahlâkımızı bozacak bir virüs gelmedi, bundan sonra da gelmez: Ne sana yük oluruz, ne hayata. İlk defa bu kadar çok evde kaldık hayatımızda, ilk defa bu kadar çok oturduk. Ayaklarımız biraz da ondan uyuşuyor…
Korkma evlat! Yorulduysan gel, sırtlayalım. Biz senin değilsek de sen bizimsin. Sen bizimle değilsen bile biz seninleyiz. Korkma…
Saadettin Yıldız, Lefke, 26 Mart 2020
Yorum bulunmamaktadır.