Okuyacağınız yazılar “dtcfbirlikyahoogroups.com” adlı Yahoo Topluluğumuzdaki yazışmalardan aktarılmıştır:
1. VAHİT TÜRK “İSMAİL’LE SOHBET 1-BAŞLANGIÇ”
Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi…
1978 yılı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
O yıl kantinin, nasıl kantinse-daha çok bir gözaltı mekânına benzeyen bir yer-, sağ tarafı için oldukça bereketli bir yıldı. Her ne kadar sizin kürsüde Ayfer’le iki kişi idiyseniz de diğer kürsüler fena değildi. İlk ne zaman karşılaştık, tanıştık hatırlamıyorum. Gerçi o kantine girdikten sonra zamanın ne önemi var değil mi? Tanışıklığımız ve dostluğumuz “elestü birabbiküm” cevabını birlikte haykırdığımız yerden beri olmalı. O bereketli yıl elbette ki oldukça da hareketli oldu. Sanırım “Nerede hareket orada bereket” sözü bize has olmak üzere tersten işledi. Muhtemelen “Gökten ne yağmış da yer kabul etmemiş” deyip harekete can u gönülden elden gelen katkımızı sağlamaya çalışırken karşılaşmışızdır. Öyle sanıyorum ki çok kısa zamanda da dost olmuşuzdur. O kantindeki herkes elbette ki dosttu ama bir de “can dostlar, gönül dostları” vardı değil mi “can İsmail”.
Devam etmeye çalışacağım İsmail. Dostlarının sana çok selamları var.
2. VAHİT TÜRK
Arslancığım ben bu bilgisayar denilen aleti çok iyi bilmiyorum. Bu sohbet yazısını devam ettirmek niyetindeyim ta ki sonuna kadar. Senden isteğim bunları ayrı bir dosyada oluşturman. Bu bir nevi kantin tarihi olacak yapabilirsem.
Selamlar, sevgiler…
3. ARSLAN KÜÇÜKYILDIZ
Kardeşim Vahit Türk,
Bir nevi kantin tarihi de olacak olan bu yazı serisini büyük bir memnuniyetle dosyalayacağım ve ayrı bir veb sayfasıyla arkadaşlarımızın dikkatine sunacağım. DTCF’nin ve Kantin’in acı tatlı anlarını kaleme almaya teşebbüs etmen başlı başına şükrana değer bir çalışmadır. Ebediyete intikal eden arkadaşlarımızı hatırlamak ise her türlü takdirin üstündedir. Senin İsmail Yıldırım’ın hatırasına kaleme alacağın bu yazılarına, arkadaşlarımızın da ilavelerinin olacağını ve ciddi bir şekilde, bir döneme ışık tutacak boyutta, çalışmanın gelişeceğini düşünüyorum.
Sen yazdıkça arkadaşlarımızın da eli kalem tutanlarının içinde bir şeyler depreşmeye başlayacak, bu küçük teşebbüs çok hayırlı sonuçlara vesile olacaktır.
Bu arada, geçtiğimiz günlerde, İsmail’i rüyamda gördüm. Körhasan Köyündeki istirahat yerinde güzel bir kalabalık, gülümseyen insanlar, İsmail çok şık bir takım elbise giyinmiş, “Niye gelmiyorsunuz?” diyordu. “Burası çok güzel!”
Allah şehitlerimize ve ebediyete intikal eden arkadaşlarımıza rahmetini esirgemesin.
Sağ ol. Eline sağlık. Gayret senden, yardım Allah’tan. (Belki az da olsa ilaveler de bizden!)
4. RAHMİ DOĞANAY
Ben iyi hatırlıyorum nerede nasıl tanıştığımızı. O gün okula gittiğim ilk gündü de tanışmamız okulda değil de Ahmetler’de bir bodrum katında yine ilk orda tanıştığım başka arkadaşların evinde olmuştu. Okul kapısında kavga çıkmıştı da oraya gitmiştik. Bu tanışma gönül ve ülkü dostlarının vuslatı gibi bir şeydi.
Hiç tanışmayan bizim gibi birçok insanın ilk görüşte bu kadar kaynaşmalarının başka bir tutkalı olur muydu bilmiyorum. Dil-Tarihlilerin vuslatına kalamadığı için O’nun adına ve kendi adıma onun için içim yanıyor. Allah başka arkadaşlarımın arkasından bir şeyler yazmak hele de arkalarından konuşmak zorunda bırakmaz inşallah.
5. VAHİT TÜRK
Gönlümde yazdığım bu son ağıta
Nazire yaparak coşan dalgalar
Hastası olup da geç vakit hekim
Arayanlar gibi coşan dalgalar
Sizin de elbette var bir sızınız
Bundan mı geliyor korkunç hızınız
Beni de beraber alır mısınız
Ey dalga kıranı aşan dalgalar…
Ses gelmedi sevgili, aziz dost. Canlar canı Rahmi’den başka kimseden ses gelmedi. Elbette ki pek çok başka can dostlarımız da var ama sesime ses veren olmadı. Belki de yazmaya elleri varmadı. Doğrusunu istersen ben de nasıl yazdığıma, yazabildiğime şaşmıyor değilim. Ama bir taraftan da yazmak gerek diye düşünüyorum ve kendimi de mecbur hissediyorum. Yüreğim ne kadar isyan etse de gönlümle yazmaya çalışacağım. “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” diye haykırdığımız günleri özlüyor muyum dersin. Yufka yürekli, sulu gözlü adamlar olup çıktık. Hayatımızdaki fırtınalar büyük ölçüde dinse de gönlümüzdeki fırtınalar hala bizi darmadağın etmeye devam ediyor. Ne yapalım bizim de nasibimiz bu imiş.
Hatırlar mısın bilmiyorum, benimki de laf mı, elbette hatırlarsın, unutulacak zamanlar mıydı… Evvel zaman içinde, öyle ya o günler, sonraki kuşağın da, o günleri yaşayan pek çoğumuzun da zihninde bir masaldan ibaret değil mi… Kaf dağının arkasında yaşanan peri kızsız masallar. Neyse evvel zaman içinde, günlerden bir gün konforlu evlerimizden ayrılıp birlikte başka bir mekâna taşınmıştık. Çok yoldaş tanıdığımız o mekânın girişinde “anneciğim” diye ağlayarak yalvaran siyasallı bir yoldaş seni ne kadar güldürmüştü. Hele Mehmet’in o çocuğa asıl mekândaki karşılama törenini anlatmasıyla, çocuğun perişan haline nasıl da anlatıp anlatıp gülerdin.
Yüceler yücesi devletimiz her türlü ihtiyacımızla her zaman çok yakından ilgilendi. İnkar nankörlere hastır. Allah var, bizi hiçbir konuda mağdur etmediler. Oraya varır varmaz çok üst düzey bir onbaşının emriyle arslan parçası necip bir Türk askeri, vatana ihanet ettiğimizi düşünerek yakası açılmadık küfürlerle, ihanetin en büyük delili olan saçlarımızı derhal tıraş makinasına benzer bir aletle koparmıştı. Çıplak kafamı görünce okşanmayı göze alarak yine gülmüştün. İnsanoğlu ne kadar garip bir mahlûk, her şartta gülünecek bir şeyler bulabiliyor değil mi… Ev arkadaşlarımız, oranın 15 gün önceki konuğu Mehmet, Sabahattin, Nedim, sen ve ben. Vatanı kurtarmak uğrunda büyük yol kat etmiş beş kahraman (?). Sahi İsmail biz bu vatanı niye kurtaramadık, nefesimiz mi yetmedi, yoksa vatanın bir derdi yoktu da bizi mi kandırdılar, doğrusu benim kafam biraz karıştı, bilmem bu işe sen ne dersin…
Gençliğimiz ve orada bulunmanın da görev gereği olduğu düşüncemiz, o mekânın bile kısa zamanda güzelleşmesine yetmişti. Bu güzelliği bozan şey sadece bizleri görmeye gelenler olmuştu. Hani Mehmet’in babası geldiğinde ne kadar üzülmüştü. Mehmet’in ağladığını ilk defa o zaman görmüş ve çok şaşırmıştım. Bir defasında ise gariban anacığım gelmişti, babam Ankara’da olduğu halde kızgınlığından mı yoksa başka sebeplerden mi yanımıza gelmemişti. Cahil adam(?) bizim vatan kurtardığımızı bir türlü anlamak istemiyordu. Sahi İsmail, biz o insanlara ne sıkıntılar yaşattık Ülkenin gerçek sahibi olan şişman bir adamı yolda karşılayıp tezahürat yapmaktan dolayı ülkenin diğer gerçek sahiplerinin canını sıkan komşularımız ne kadar hoş insanlardı. Onların hane reisleri hariç bizimle yalnız kalan hepsi aslında kendilerinin de vatan kurtarıcılarından olduklarını söylüyor, ancak birtakım çok önemli sebeplerden dolayı “ülkenin sahipleriyle” gözükmeleri gerektiğini ve bu yolla ülkeye daha iyi hizmet ettiklerini anlatıyor, kendilerini inandırdıkları bu duruma bizleri de inandırmaya çalışıyorlardı. Onlar “has kullar” hem de “büyük” ve “eski” oldukları için biz de inanıyorduk. Büyükler ve eskiler yalan söylemezler değil mi İsmail… Ama onların bize en büyük faydaları orada oldukları sürece her gün tatlı getirmeleri, asıl evlerine taşınırlarken de bol miktarda yiyecek ve içecek bırakmış olmaları idi. Hayatında belki de hiç süt içmemiş olan sen, dostlarımızın bıraktığı Pınar sütleri nasıl da sevmiştin. Sütü ve süt ürünlerini sevmezdin ama o zaman nedense sevmiştin. Onlar da o yiyecekleri ve içecekleri evlerine götüremezlerdi, diğer vatan hainlerine hiç bırakamazlardı, belki onlara bıraksalardı aşırı devrimciliğe zarar vereceğini düşünerek almazlar, bizim dostlar da mahcup olurlardı.
1 Mayıs’tı galiba Ankara’da gök gürlemiş, kasırga çıkmış, herkes birbirine girmiş ve olan bize olmuştu. Altmış kişilik konak evi 125 kişiyi ağırlamak zorunda kalmıştı. Biz de konuk seven Türkler olarak yataklarımızı yeni gelenlere ikram etmiş ve beş kahraman iki yatakta idare etmiştik. Neyse ki günlerden bir gün konukluk bu kadar deyip bize kapıyı gösterdiler. Biz de asli işimizden uzak kaldığımız günlerin acısını çıkarırcasına kaldığımız yerden vatanın kurtarılmayan kısımlarını da kurtarmak için görev başı yaptık.
Vesselam…
6. RAHMİ DOĞANAY
İsmail’le sohbet zor iş ortak. Sen ayak vermesen ben yazmaktan kaçıyorum. Kaçmakla nereye kadar, neden kurtulabiliyoruz emin değilim ama sen edebiyatçısın, bilirsin. “Kaçanın anası ağlamaz” sözü bizim mi ki? Eğer öyleyse biz kaçmayı neden beceremiyoruz? Sitayişle ilgisinden bahsettiğin “devlet baba” kovsa bile neden “neme lazım” demek yerine “bana lazım!” dedik ve de diyoruz?
Yanlış anlaşılmasın bu bir pişmanlık itirafı değil. Ama sevgili kardeşim Vahit’in, sitemkar ifadelerinin içinde yine; “olup bitenlere” müdahil olamamanın serzenişini gördüm. Çünkü biz; nemelazımcı olmayı beceremedik. Beceremiyoruz da. Her neyse niyetim felsefe yapmak değil de; ne kadar haddime düşer bilmiyorum ama İsmail’den ses çıkmayınca O’nun adına bir şeyler karalamak istedim. Vahit sesine ses veren olmadı diye hüzünlenmesin istedim.
Belki de İsmail 30 senedir kurtaramadığımız vatanın kurtulacağına hâlâ inanmakta olduğu, bizim yaptığımız gibi söylenmek yerine iş yapmayı yeğlediği için bizi muhatap almıyor. Son yolculuğa hazırlanırken yanında bulunmaktan cesaret alarak O’nun adına bazı şeyleri söylemeye cesaret buluyorum. Bu yolculuğun duraklarından biri Diyarbakır olmuştu. Bazı arkadaşlar gelip orada bizleri ziyaret etmişler, çok da mutlu kılmışlardı. O aşamada bizim en çok konuştuğumuz konu yine memleketin haliydi. (Hatta laf aramızda Elazığspor küme düşmesin diye Diyarbakır yönetimini hastane odasından bağlamıştı!) Kendisi orada bir görev gereği bulunduğunu, işlerine çok karışmamamız gerektiğini, bilmediğimiz şeyler olduğunu söylemişti. Fırat Üniversitesi’nin meselelerini not ettiği bir defteri vardı. Bu defterle yüzleşmeyi de kimseler istemezdi. Vahit’in anlattığı dönemlerde yaşadıklarımız O’nu bilemişti. Derdi ki; “falanın filanın yaptıklarından dolayı ben doğrularım hakkında şüpheye düşecek değilim. Kendimizi, camiamızı, memleketi ve milleti onlardan kurtarmamız lazım.”
Hâsılı bu memleket kurtarma işine o zamanlar kendimizi epeyce kaptırmıştık da; sonraları bırakmış değildik. İflah olmaz “mukaddes enayilik” rolü bizim hayat tarzımız olmuştu bir kere. Devlet Baba da bizi hepten unutmuyor zaten. Has kulların! rahat ve huzuru için yapılacak riskli işlerin ihalesi (kendime bir pay çıkarmak gibi algılanmasın) bizim gibilere ihale edilmiyor mu? Ama olsun. İnsanın güvendiği yol arkadaşları ülküdaşları olunca, çıktığı yol engel, hile, tuzak ve tehlikelerle dolu olmuş ne gam. Has kullar! rahat ettirilmeli!!! Ha bu arada İsmail’in Afyon valiliğine atanan şeyh hikâyesini çok tuttuğundan eminim. Allah’a emanet olun. Beni mazur görün. İsmail böyle anlatılmazdı ama…
Not: Bu yazılar Feysbuk öncesi DTCF BİRLİK olarak kullandığımız “dtcfbirlikyahoogroups.com” yazışma topluluğunda, yazıların başında belirtilen tarihlerde yer almış yazılardır. Bu yazılar daha sonra https://web.archive.org/web/20101206102742/http://dtcf.wordpress.com/2009/10/26/ismaille-sohbet/ adresindeki “dtcf gazetesi” adlı blogda yayınlanmıştır.
Yorum bulunmamaktadır.