Yaklaşık on gün, gündemden uzak kaldım.
Ocak ayında yurt dışında dünyaya gelen ama şu melun hastalık nedeniyle dünya gözüyle göremediğimiz torunumuzla Bodrum’da buluştuk. Babaanne, anneanne, dedeler, çocuklar ve tabii ki prensesimiz…
Ne yazık ki biz onun yanına gidememiştik, bize kapılar kapalıydı…
Çünkü onlar gelişmemiş sağlık ve koronayla mücadele sistemleriyle(!) koronayı kontrol altına almış, biz muhteşem sağlık ve koronayla mücadele sistemimizle(!) kontrol altına alamamıştık.
Çünkü onlar Dünya Sağlık Örgütü’nün açıkladığı ölçütlere uygun hedeflere ulaşmışlar, biz yanına bile yaklaşamamıştık.
Çünkü onlar aşı konusunda bir konuşmuş, bir uygulamışlardı. Biz on konuşmuş, bir uygulayamamıştık.
Çünkü onlar aylar öncesinden önlemlerini çok sıkı almışlar, bu önlemlere önce ve mutlaka en tepedeki yetkilileri olmak üzere genellikle bütün toplum uymuş; bizde ise suyun başındakilerin istediği kişi, yer ve ortamlar hariç herkes uysun kuralı işlemişti.
Hatırlayacaksınız bu süreçte lebalep gibi bir deyimi meşhur etmiştik. Lebalep kongrelerde deve güreşleri yapmış, tükürükler saça saça tezahüratlarda bulunmuş, huzurla evlerimize dönmüş, sokağa çıkmaları yasak anne ve babalarımıza muhteşem kongreleri anlatmıştık ama site yönetimi için bile genel kurul yapılmasına izin vermemiştik. Sıradan vatandaşlar ne kadar yakınları olursa olsun otuz kişiyi aşan cenazelere katılamazken binlerin katıldığı cenaze törenlerine protokol olarak eksiksiz katılmıştık.
Tam da burada aklıma geldi. Bir arkadaşım, kongrelerin ve cenaze törenlerinin eleştirildiği günlerde yanılmıyorsam İngiltere’den veya Fransa’dan korona önlemlerini protesto eden ekstrem grupların gösteri fotoğraflarını sosyal medyada paylaşmış, bunları gözünüz görmüyor diye de laf sokmuştu. “Bu fotoğraflarda geçtik cumhurbaşkanını, geçtik başbakanı, geçtik bakanı; bizdeki vali veya kaymakam düzeyinde bile yetkili olmaması hiç mi dikkatini çekmedi?” düşüncesi aklımdan geçerken arkadaşım adına çok üzülmüştüm.
Neyse bu ayrı konu…
Yurt dışında çalışan çocuklarımızın yanına gidemiyorduk ama onlar ülkemize gelebiliyordu. Elbette bu durum da ülkemiz açısından utanç verici ama bu da ayrı bir konu. Hani turistlere çağrı yapan o iğrenç reklam filmi vardı ya… Her karesi aşağılık kompleksi kokan, “Gördüğünüz her kişi aşılı olacaktır” temalı reklamdan söz ediyorum. Bu konuyu yazmak istiyorum ama şimdi bunu da geçmeliyim.
On gün ayrı kaldım dedim ya…
Bir konu var ki “Geçtiğimiz günlerde neler olmuş?” turu atarken karşılaştığımda içimi acıttı. İşte onu yazmak zorundayım. Bunu öteleyemem.
Çünkü ben Mustafa Kemal Atatürk’e sahip çıkmanın milli görev olduğunu bilenlerdenim. Ona hakaret eden herkesin de bu milletin, bu devletin geleceğiyle ilgili iyi düşünmediğini, iyi düşünemeyeceğini görenlerdenim. İşte en gerçek BEKA sorunu buradadır.
Ayasofya Camisinde bu ikinci oluyor. Birisi açılış günü “Vakfedileni çiğneyen lanete uğrar” diye gizli saklı çakmıştı ya! Hem de hutbeden… Birisi de bir törende kustu. Hem de daha açık, daha net… Sistematik saldırılar sürüyor.
İlginç olan her iki törende de onu dinleyen hazırun… Tepkisiz, sessiz… Son törenin dinleyicilerinden biri, bir öncekinde hutbeyi okumuştu. Hani camilerden tabureleri kaldırtarak dinimizin en önemli sorunlarından birini çözmüştü ya, işte o! Tirajı komik olan, bu toplantıya gelirken koruması peşinden taburesini getirdi. Herhalde camide oturma adabı bizim gibi sıradan insanlara… Malum herkes eşit, bazıları daha eşit olur ya!
Bir şey söyleyebilir miyim dedi iç sesim tam da burada. “Bu yazıda konuşmasan olmazdı!” dedim ben de, “Hadi konuş!“:
“Bir ilkokulda, bir etkinlik düzenleseniz yapılacak bütün konuşmalar, okul müdürünün önüne gelir, kontrol edilir. Orta okulda da böyledir bu, lisede de… Sivil ya da asker tüm toplantılarda amirin masasında olur konuşmalar…”
“Eee? Konumuzla alakası ne?” diye sordum. “Bitti.” dedi “Ben lafımı ortaya koydum, isteyen alır, isteyen almaz.” Bu arada bir de sorusu varmış: “Törene gelen ikinci tabureden neden söz etmiyorsun?”
Ben iç sesimin söylediğini ve sorusuna cevap vermeyi yine sizlere bırakayım da şu Ayasofya’dan çemkirene bir çift lafım var, onu söyleyeyim:
Eğer tarihi Fesli Kadir’den öğrenmediysen şunu biliyor olmalıydın: O hakaret ettiğin adam olmasaydı, İngilizlerin kimlik kontrolü yaptığı, her şeyi denetim altında tuttuğu İstanbul kurtarılamazdı. Sen de Ayasofya’da konuşmayı rüyanda bile göremezdin.
Bu arada gerçek tarihi öğrenmek istiyorsan beni ara. Üniversite Hocası, hem de tarihçi arkadaşım sana ders vermekten mutlu olur. Seni ona havale edeyim.
Kaynak: Günboyu
Yorum bulunmamaktadır.