Ah benim güzel milletim. Yurdumun, milletimin güzel insanları. Anlatılacak ne kadar çok güzellikleriniz, zenginlikleriniz var. Bir o kadar da acı gerçeğiniz… E büyük dağın dumanı büyük olur demiş atalarımız. Bugün içimden size çok sevdiğim bir masalı anlatmak geldi. Nedense söyleyeceklerimi en kestirme yoldan böyle anlatabileceğimi düşündüm. Bayram Sönmez Ağabeyin kulakları çınlasın.
“Bir zamanlar büyük bir dağın yamacında bir kartal yuvası varmış, içinde de dört tane büyük kartal yumurtası. Bir gün dağ bir depremle sarsılınca yumurtalardan birisi yuvadan düşmüş ve dağdan aşağıya yuvarlanmaya başlamış. Yuvarlanmış, yuvarlanmış. Sonunda aşağıdaki vadide bulunan bir tavuk çiftliğine kadar gelmiş. Tavuklar buldukları bu yumurtayı korumaları gerektiğini hissetmişler ve yaşlı bir tavuk onu kendi yumurtalarının arasına koyarak üstüne oturmuş.
Bir gün yumurta çatlamış ve içinden harikulade bir kartal yavrusu çıkmış. Gelgelelim, bu minik kartal bir tavuk olarak yetiştirilmiş. O da çok geçmeden kendisinin tavuk olduğuna inanmış. Yavru kartal evini ve ailesini çok seviyormuş sevmesine ama ruhu daha fazlası için yanıp tutuşuyormuş. Bir gün çiftlikte oyalanırken, başını kaldırıp gökyüzüne bakmış ve birkaç azametli kartalın yükseklerde süzülmekte olduğunu görmüş.
“Ah!” diye feryat etmiş, “Keşke ben de onlar gibi göklerde süzülebilseydim!“
Çevresindeki tavuklar kahkahalar atmış:
“Sen o kuşlar gibi göklerde uçup süzülemezsin. Sen bir tavuksun ve tavuklar göklerde uçamaz!“
Kartal yukarıdaki gerçek ailesine bakmaya devam etmiş ve onlarla birlikte uçabileceğini hayal etmiş. Bu hayallerini ne zaman diğer tavuklara anlatsa, bunun mümkün olamayacağı karşılığını almış ama içindeki o yakıcı isteği bir türlü susturamamış. Bir gün, tek başına yürüyerek dağa tırmanmaya karar vermiş. Biraz korkarak da olsa yükseklere kadar çıkmış. Aşağıya baktığında tavuk arkadaşları küçük noktalar halinde görünüyormuş. Esen rüzgâr tüylerine dokunduğunda, daha önce hissetmediği şeyler hissetmiş.
Kendi kendine sürekli “Uçabilirim! Uçabilirim!” diye telkinde bulunuyormuş.
Tam o sırada her gün gördüğü kartalları görmüş gökyüzünde. Yine yükseklerde olanca haşmetleriyle süzülerek yuvalarına doğru uçuyorlarmış. Kartal bütün cesaretini toplayarak kendisini dağdan aşağı bırakmış ve kanatlarını çırpmaya başlamış. Birkaç başarısız denemeden sonra kanatları havayı emri altına almış ve yükselmeye başlamış. Yükselmiş, yükselmiş ve daha önce hep başını kaldırarak baktığı ailesine süzülerek yaklaşarak aralarına katılmış.”
Masal burada bitti. Masaldaki kartal, tarihinden ve dünya uygarlığına katkılarından habersiz bugünkü Türk devleti ve Türk milleti mi; Türklerin her nesilde olduğu gibi bu nesilde de kendini koruma içgüdüsüyle yetiştirdiği, her kümese dağılmış ve kendilerine uçamazsın denilen fedakâr insanlar mı, bilemedim.
O deprem olmasaydı kartalların yumurtalarına sahip çıkacaklarını düşünebilirdik ama bir değil, birçok deprem oldu. Nice felaketler yaşandı. Mademki yavru kartal, tavuk yumurtalarının arasında kuluçkadan çıkmayı becerdi, gönülden istediğinde uçmayı ve göklerde süzülmeyi de başarabilir değil mi?
Candan ciğerden ilgilerle “Sen uçamazsın!” diyen tavuk kardeşlerinden farklı olduğunu görmek ve “Ben uçmak ve âdemoğlunun başında dönmek için dünyaya gönderildim!” diyebilmek elbette kolay değil. Bunu diyebilmek için en azından Osman Turan‘ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” kitabını okumuş olmak gerek. Okunacak kitap, yapılacak iş, çözülecek sorun çok. Mesela Abdurrahim Karakoç şöyle demiş:
“Üç cins at, üç cins tosun salsak yukarı kata
Üç gün sonra üç katır, üç sağmal inek çıkar.
Zamanda mı, yerde mi, yoksa bizde mi hata?
Yapıp uçurduğumuz kartallar sinek çıkar.”
Gel de çık işin içinden! Sözün özü: Kartal, kartal gibi uçmalıdır, yerde sürüngen gibi debelenmek ona yakışmaz. Kendisinin tavuk olduğunu düşünen kartalları nasıl uçurmalı? Varın onu da siz düşünün.
Kaynak: Günboyu
Yorum bulunmamaktadır.