Güneşli bir sonbahar günüydü. Osmanlı İş Merkezi’ndeki kuruyemişçiden atıştırmalık alıp çıktım. Eve gidecektim. Yolumun üzerinde koyu bir sohbete dalmış üç yaşlı teyze vardı. En yaşlıları hararetle bir şey anlatıyor, öbürleri dinliyordu. Yanlarından geçerken kulağıma yarım bir cümle çalındı. “…demiş atalarımız.” Konuşmanın bu kadarını duyabildim. Yürüyor, bir yandan da düşünüyordum; Söylediği, bir atasözü idi ama ne idi? Herhalde konuştukları mesele ile alâkalı bir atasözüydü. Belki de çok önemli bir mevzunun can damarına temas ediyordu. Kim bilir ne hikmetli bir sözdü. Bu sözü ve ilgili olduğu konuyu işitebilseydim keşke, dedim kendi kendime. Akyurt uludükkanının köşeyi döndüm, yürüyorum, bir yandan da kendime kızıyorum; Neden yanlarından ağır geçmedim, neden duyamadım…Sonra şöyle düşündüm. Belki bu yaşlı teyze, hayatında büyüklerinden bir kere işittiği ve kendisine miras kalmış bir atasözünü ömründe ilk defa kullanıyor ve bu sözü işiten şu arkadaşları bu atasözünü unutup gidecekler. Bir kez bile olsun bu sözü kullandıkları ve kendilerinden genç birilerinin de dinlediği bir sohbet yapmayacaklar. Yapamayacaklar; fırsatları olmayacak, hızlanan hayatta kendilerine ne kadar yer veriyoruz ki sözlerine önem verip söylediklerini aklımızda tutalım. Böyle bir sohbet olsa, atasözünü de bir vesileyle aktarmış olsalar bile dinleyenler bu sözü akıllarında tutup aktarmayacaklar. Her zaman dinledikleri ama akıllarına veya bir kenara bunu yazmadıkları için orada kalacak. Kayıt altına alınmış olmayacak. Böylece belki de bir roman hacmindeki bir büyük tecrübe bu kadınlarla birlikte yok olacak. Bütün bunlar böyle bir anda aklıma geldi ve geri dönüp söylenen atasözünü kendisinden sormayı düşündüm. Kağıt kalem arandım, yanımda yoktu. İşin ucunda azarlanmak, “Sana ne? Sen kimsin? Niye bizi dinledin?” gibi sorularla hırpalanmak da vardı. Kısa bir tereddüt geçirdim. Gidip sorsam mı, yoksa ‘bana ne’ deyip yoluma mı gideyim? Ne kazanacak, ne kaybedecektim? Yüreğim elvermedi ve geçtiğim yirmi yirmi beş metrelik yoldan geri döndüm. Geçen bir iki dakikalık süreyi telafi etmek için hemen yanlarına yaklaştım ve özür dileyerek, az önce oradan geçerken bir atasözü söylediklerini işittiğimi ama bunu tam duyamadığımı, atasözleri üzerine çalışan biri olduğum için merak ettiğimi, söyledim. Mevzuları çoktan değişmiş. Az önce ne konuştuklarını hatırlamaya çalıştılar. Bir süre onların hatırlama çabalamasını gözledim. Hatırlayamadılar. Sonra nereli olduklarını sordum. Yozgat, Çankırı, Kırıkkaleli imişler. Her biri bir başka memleketten… Türk örf ve adetlerinin canlı olarak yaşatıldığı ve yerinde güzel, ibretlik, hikmetli sözler söyleme geleneğinin hâlâ yaşadığı bölgelerden gelmişler. Sonra atasözünün hangi mevzu için söylenmiş olabileceğini hatırladılar. Komşuları olan bir delikanlı, nişanlısı için “Ben o kızla yapamam.” demiş de filan… Ama atasözünü hatırlayamadılar. Kim bilir neydi? Herkesin bildiği bir atasözü müydü? Yoksa hiç kimsenin ömründe duyamayacağı kadar güzel bir atasözü müydü? Bilmiyorum. Hatırlarlarsa bunun gibi atasözlerimizi, meselleri torunlarına da anlatmalarını, öğretmelerini söyledim ve öyle, eli boş, gönlü kırık oradan ayrıldım. Onlar sohbetlerine kaldıkları yerden devam etti.
Bir atasözümüzü, kayıt altına alarak, kurtarmak istedim, kurtaramadım.
Her gün, gözümüzün önünde, öylece, kaybolup giden binlerce hikmetin içinden birini olsun kurtarmak.. mümkün olmadı.
Yorum bulunmamaktadır.